Tarih yazan yiğitler

Prof. Dr. İbrahim Ebû Muhammed: Tarih yazan yiğitler

Bir süre önce İstanbul'da "Ortak Yol Haritası İcma ve Kolektif Şuur" konulu bir sempozyum düzenlendi ve bu sempozyum alışılagelmişin dışında büyük bir alâkaya ve dinleyici kitlesine mazhar oldu.

İlmî araştırmalar yapan akademisyenlerin katılımı açısından bu sempozyum, her biri kendi alanında müşârün bilbenân olan şahsiyetleri bir araya getirdi. Bir zeminde buluşan bu zümre; düşünce, kültür ve ilmî yetkinlik alanlarında ulaşılmaz mevkileri ihrâz eden özel bir özü temsil etmekteydi. Bu seçkin kitle, ilmî referans olma açısından yükü omuzlamış ve birçok kesim tarafından hüsn-ü kabule mazhar olmuş bir topluluktu ve bütün İslâm âlemi için ilmî seviyede bir köprü mesabesinde olan kültür vizyonunun netleşmesi adına çok önemli bir rolü üstlenmiş bulunuyordu.

Beri taraftan sempozyum için seçilen konu, dikkatlerden kaçmamaktaydı. Zîrâ bu faaliyetin en küçük bir hamlesinde küllî kaidelere ulaşma adına insanı coşturacak sâikler bulunmakta, yine bu etkinlik, ilmî araştırmalar konusunda akla gelebilecek birçok soruya çözümler sunmak suretiyle kişinin kültür açlığını doyurmakta, iç boşluğunu gidermekte ve insanı bu yönde harekete geçirmekteydi.

Evet, sempozyumun konusu "Ortak Yol Haritası İcma ve Kolektif Şuur" idi. Saygıdeğer okuyucunun da dikkat edeceği üzere sempozyum adının birinci kısmı olan "Ortak Yol Haritası İcma", aklî bir faaliyettir ve gerek üniversite eğitiminde zirveyi tutmuş, gerekse halk indinde kabul görmüş ilmî gayret ehli ve ihtisas sahibi seçkin bir öz topluluğu ilgilendirmektedir. Sempozyum isminin ikinci kısmı "Kolektif şuur"a gelince, avam olsun, havas olsun bütün bir topluluğun bilgi ve kültürüyle ilgilidir ve o da aklî bir faaliyetin ürünüdür.

Bilindiği üzere şu âna kadar İslâm dininin aklı önemsediği kadar, düşünce tezleri seviyesinde hiçbir din, hiçbir felsefe veya hiçbir ideoloji, akla bu ölçüde önem atfetmemiştir. Evet, İslâmiyet, aklı, mükellef olmanın şartı olarak saymış ve onu "koruma altına alınmış nass"ın yorumlanmasına ortak kılmıştır. Bu "hataya meydan vermezlik" (masumiyet) mutlak olarak değil de, eşya ve hâdiselerin iç yüzünü (hakikatini) bilme ve onların, Allah'ın varlığı ve birliğine delâlet etmeleri konusundadır.

İslâmiyetin akla verdiği bu değerli konuma rağmen, insanoğlunun bütün düşüncelerinin, tartışma, tenkit ve tashihe tâbi olduğu, insandan sâdır olan hiçbir yorumun bunların üstünde olamayacağı kabul edilegelmiştir. İşin doğrusu bu önemli kriter, insan aklı için "ismet düşüncesi"ni ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla da kibir ve gururuna set çekmekte; ilmî ve kültürel gururun insanoğlunu dört bir yandan kuşattığı anlarda, bu kriter sayesinde hayatı, onun sergerdanlığından, şirazeden çıkmış hâllerinden ve şatahatlarından korumayı deruhte etmektedir.

Büyük İslâm mütefekkiri Mâlik b. Nebi ne hoş söyler: "Bir arzî deha, ne kadar büyük olursa olsun, dâima "arz"lı olmanın etkilerini ve eksikliklerini taşır. Zîrâ ondaki her hususiyet, zaman ve mekân kanunlarına boyun eğmiştir."

Arzın tabiatı ise, eksiklik, değişim ve dönüşümdür. Aynı şekilde zaman ve mekân kanunlarıdır. Bu yüzdendir ki, bu hususiyetlerin hiçbiri "sevâbit" (değişmez ilke) değildir.

Bütün bunlara rağmen, "değişim" konusundaki zorluk, varlığını sürdürür. Zîrâ bazı insanlar, -bir yanlışın ürünü olarak- kendi düşüncesi ile kendi saygınlığı arasında bir bağ kurar. Buna göre onun düşüncesi tenkit edilecek yahut yanlış olduğu ortaya konacak olursa, bu teşebbüsü kendi saygınlığına yapılmış bir saldırı olarak algılar. Ve işte buradan hareketle belirli bir ideolojiye bağlı olan birçok kişide "değişim"in zorluğu ortaya çıkmış olur. Zîrâ onlardaki mantık, öncelikle "saygınlık"la -insan kerâmetiyle- bağlantılıdır, sâniyen ve tâli derecede ise düşünceyle irtibatlıdır.

Düşüncelerle irtibatlı olan hususa ve insanların düşüncelerle alâkalı kanaatlerine gelince, "ağırlık" itibariyle hatanın değerinin, tartıdaki hatanın durumuyla aynı olmadığını bilmemiz büyük bir önem arz eder. Zîrâ "ağırlık itibariyle hata", sülûk (davranış) ve mümârese (uygulama) ile ilgilidir. "Terazinin bir kefesinde olarak hata" durumu ise, bu husus, ferdin düşünceyi kavraması ve bununla irtibatlı kavrayışlarıyla alâkalıdır. İşin doğrusu böyle hatalı bir düşünceye saplanmış ve ona gönül kaptırmış bir ferdin bu türden her davranışının tekrarı, zincirleme olarak sayısız hataya meydan verecektir. Böylelikle hatalı davranışların tekerrür etmesiyle hatalar da biriktikçe birikecek ve öyle bir seviyeye ulaşacak ki, her geçen gün kökleşen ve dal budak salan bu hatalar zincirini ne fert ve ne de topluluk açısından tashih etme imkânı kalacaktır.

Yukarıda serdedilen görüşler muvacehesinde denebilir ki, değişim öncelikle "düşünce"de başlar. Zîrâ pratik değeri olan her davranış ve aksiyon, zihindeki icmâlî bir düşünceden nebeân etmektedir. Bundan dolayıdır ki her menfî davranış, yanlış bir düşüncenin neticesi; her müspet davranış da doğru bir düşüncenin ürünüdür. Bu sebeple davranışın düzeltilmesine, öncelikle zihinlerdeki düşüncenin düzeltilmesiyle başlanır, düşünce doğru ise, yansıması olan aksiyon ve davranış da doğru olacaktır.

Bu gerçeği iki büyük zât çok iyi kavramıştır. Bunlar Üstad Bediüzzaman Saîd Nursi ve Allâme Fethullah Gülen Hocaefendi'dir. Bu iki zât, davranış ve aksiyonun tashih edilmesini hedefleyerek, düşüncelerdeki eğri ve yanlışlıkları tashihe ömürlerini adamışlardır.

Madem bazı insanlar -yukarıda izah etmeye çalıştığımız üzere- insan düşüncesi ve insan saygınlığı arasında bir bağ kurmakta ısrar ediyorlar, o zaman bu gibi kimselerin düşüncelerini değiştirme yolu, gönül insanı olma, vicdan vüs'atine sahip olma, sevgi, nezaket, tevâzu ve adanmışlık perspektifinden onlarla muameleden geçer. Onların bir hata sonucu sürekli irtibat kurdukları "ideal düşünce" ve "insan saygınlığı" ayrışması, ancak bu yolla gerçekleşebilir. Ve böyle bir muâlece, bu yoldaki ilk adımdır. Bundan sonraki atılacak adım ise, "yanlış düşünce"nin yerine "doğru düşünce"nin ikame edilmesi gelmektedir ki, bu da ancak içte bütün problemlerini halletmiş, kendiyle barışık ancak nefsiyle yaka-paça olma durumundan geçer. Zîrâ çoğu zaman hakkı kabul etmekten alıkoyan kibir vb. hasletlere boyun eğen ve nefis mekanizmasının güreş minderinde sırtı yere gelen insanın durumu, "mevhum insan saygınlığı" durumuyla tamamen çelişmektedir.

Gerek Bediüzzaman Hazretleri, gerekse Fethullah Gülen Hocaefendi, bir anayasa âlimi olan Abdurrezzak es-Sunhûrî Paşa'nın formüle ettiği şu ilkeyi bihakkın gönüllerinde duymuş ve ona inanmışlardır: "Herhangi bir işe başlamadan önce, öncelikle istikamete inanmamız, bize terettüb eden bir görev ve hayatın üzerimizdeki bir hakkıdır. Zîrâ hataların eşlik ettiği bir cehd ü gayretten hiçbir hayır beklenmez, beklenmemelidir."

Bu doğru ve apaçık prensip, ıslah (yenilenme) ameliyesini üstlenen misyon sahibi kimseleri bağlamaktadır. Düşünce istikametinin yanında aksiyon da temiz ve yolu-yordamınca olunca, arzulanan semere Allah'ın izniyle gerçekleşecektir. Bu, kevnî, dinî ve içtimâî bir âdet-i İlahîdir (sünnet) ki, "âdil mükafatı, aksiyon belirler" kaidesiyle irtibatlıdır. Nitekim Cenab-ı Allah, koymuş olduğu sünen-i İlâhî gereği; "..fesad ehli bozguncu­la­rın işi­ni dü­zelt­mez, ıslah etmez." (Yunus:81)

Sempozyumda, gerek hanım gerekse erkek her kesimden kültürlü bir dinleyici kitlesi vardı ve bu husus, alışılagelmişin dışında göz alıcı bir ağırlığa sahipti. İşin doğrusu başka ilim merkezlerinde şimdiye kadar müşahede ettiğimiz sempozyumun dinleyici kitlesinden oldukça farklı idi. Bizim ülkelerimizde tertip edilen sempozyumlarda genel olarak vukû bulan durum şudur: Sempozyumun açılışı ve bitişi biraz ilgi görür ve dinleyicilerin ilgisine mazhar olur. Aradaki oturumlar ise, gerek dinleyicilerin sayısı, gerek konumları ve gerekse kültür seviyeleri itibariyle mütevazi ve sâde bir topluluk tarafından takip edilir.

Oysa "Ortak Yol Haritası İcma ve Kolektif Şuur" sempozyumunda hiç beklenmedik ve alışılmadık bir tabloyla karşı karşıyaydık; İstanbul'un en büyük konferans ve kongre merkezlerinden birinde yapılmasına rağmen, salon tıka basa doluydu. Bu tablo, bana Osmanlı birliklerinin, meşhur kumandan Fatih Sultan Mehmed'in arkasında yerini almalarını hatırlattı.

Yakın dönemde Türkler üzerine çöken, onlara kültürel ve ruhî yozlaşma süreci yaşatan ifritten bir vetireye rağmen, sempozyumda hazır bulunanların halet-i ruhiyelerinin "fetih ruhu" ile coştuğu gözlerden kaçmıyordu. Ancak bu "fetih", kılıçla gelen fetih değildi. Aksine "kültürel bir fetih"ti. Bu defaki fetihte, tohumları Bediüzzaman Hazretleri saçmış, Fethullah Gülen Hocaefendi ise onları gözyaşlarıyla sulamış, fidanları bağrında basmış, dal-budaklarını kem gözlerden korumuştur. Ve işte, Allah'ın lütfuyla, bu iyilik ormanının baharı geldi, yaprakları yeşerdi ve meyveleri olgunlaştı.

Gerek Bediüzzaman Hazretleri, gerekse Hocafendi, yapabileceklerinin en iyisini yaptılar ve üstlendikleri rolü bihakkın yerine getirdiler. Fâtih'in torunlarının ruhlarının derinliklerindeki korları harekete geçirdiler, meşaleleri tutuşturdular. Ve işte onun sıcaklığı, kelimenin tam mânâsıyla karşı konulmaz bir sevgiye dönüştü.. Hizmete muhtaç her yere dal-budak salmaya durdu. Ahlakî krizlerle yaka paça, ruh çoraklığının kabzasında inim inim ve muamelelerinde pragmatik (maslahatçı-faydacı) perspektiften başka bir şey bilmeyen bir dünyada, insanların her şeyden daha fazla muhtaç oldukları ve yolunu iştiyakla gözledikleri, ancak bir dönemde kaybolmaya yüz tutmuş sevgi izleriyle buluşmaya başladı.

Tertip heyetiyle, araştırmacılarıyla ve dinleyici kitlesiyle, sempozyumun oluşturduğu bu ortam ve meydana getirdiği bu ruh; her yazar, araştırmacı ve düşünürün aklına şu soruyu ve projeyi getiriyor: Yeniden diriliş ve kalkınma düşüncesi neden Anadolu'da başarılı oldu da, Arap coğrafyasında -en azından şu âna kadar- başarılı olamadı?

Bunun sebebi, düşüncenin haddizatındaki yapısıyla mı alakadardır? Yani düşüncenin açık-seçik (net) olması, ihtiyaçlara cevap vermesi, ümidi kavrama gücü ve bunu pratiğe dökecek fiilî aksiyona yönlendirmesi ile mi doğrudan ilgilidir?

Yoksa liderin; coşkun ruhu, düşünen aklı, diri gönlü, mefkûre ile lebâleb duyguları, şahlanan şevki, mübâşeretteki ciddiyeti, gâye ve hedefindeki âlî himmeti; sıza sıza, damlaya damlaya ona gönül verenlerin ruhlarına, akıllarına, gönüllerine akması; böylece benzeri görülmemiş bir medeniyet projesi potansiyelini harekete geçirmesi, aralarında yüksek ahlâk ruhunu yayması, adanmışlık ve sevginin kaynaklarını fiiliyata geçirmesinden midir?

Yoksa bu başarının sebepleri, Türk insanının sahip olduğu şahsiyetten, önüne konan mefkûrenin, eskiden devletlerarası muvazenede oynadığı rolü bugün tekrar üstlenme gâye-i hayaliyle örtüştüğünden midir? Evet, dünyanın şu andaki durumu ve mevcut bütün şartlar, alternatif bir medeniyet anlayışının doğuşuna zemin hazırlamaktadır. Diğer taraftan dünyanın mevcut iktisâdî durumu, özellikle komünizmin çökmesinden sonra tek başına kalan, azgınlaştıkça azgınlaşan ve insanların ekserisini baskısı altında inim inim inleten kapitalizme alternatif olabilecek, daha insanî, daha âdil ve azınlık yerine ezilen çoğunluğun maslahatlarını gözeten bir iktisâdî sistemin doğuşuna zemin hazırlamaktadır.

Bu mantıklı soruyu, her kesimden insanın kendine sorması gereklidir. Zîrâ gerek Arap coğrafyası ve toplumu gerekse Türk coğrafyası ve toplumu, denklik açısından, birbirine benzerlik açısından, yollarını kesen gulyabaniler açısından birbirine o kadar yakın olmasına rağmen, bu başarı neden bir muhitte gerçekleşiyor da, diğerinde gerçekleşemiyor?

Bu soru ve arayış, bir projenin sorusu ve arayışıdır. Bu soru, bir taraftan araştırmanın mizacından kaynaklanmaktadır. Beri taraftan böyle bir arayış, meşruiyetini, başarı ve başarısızlığın sebeplerini ölçebilecek alternatif kalkınma projeleri sayesinde, içinde debelendikleri geri kalmışlıktan, acziyetten, başkasına bağımlı olmaktan kurtulmak isteyen bütün toplumların arayışından almaktadır.

Zannediyorum, bu soruya cevap vermek, Anadolu insanının mesafe kat ettiği ve bizlerin de emeklediğimiz bu yolun kilometre taşlarını netleştirme adına bir zarurettir. Aynı şekilde, patikalarıyla, virajlarıyla, tehlikeli yerleriyle, şâhâ kalkılacak kesimleriyle ve gerçekleştirilmesi arzulanan büyük hedefe doğru pusulanın yönünün sabitlenmesiyle bu yol hakkında daha fazla bilgi sahibi olma ihtiyacı gün gibi ortadadır.

Yine inanıyorum ki Anadolu'nun kanaat önderleri ve ileri gelenleri, yeni dirilişin ve ikinci Rönesans'ımızın gerçekleşmesi adına doğru yoldadırlar. Anadolu'da, beyin mimarları kanaat önderleri Rabbanîler vardır. Îsârı (adanmışlığı) her türlü egoizme tercih eden, vermeyi her türlü almanın önünde tutan ve bütün bir insanlığa Allah'ın âlemlere sonsuz rahmetinden yepyeni bir "örnek model" sunan hizmet ehli bir topluluk bulunmaktadır.

Büyük kumandan Fatih Sultan Mehmed'in torunları, tarihten alacakları ibretleri tam mânâsıyla bellediler. Ve ataları Fatih'in (cennetmekan) çocuğuna "Evlâdım, akıl gücü, silâh gücünden daha tesirlidir." nasihatini bihakkın idrak ettiler.

Bediüzzaman Hazretleri ve Fethullah Gülen Hocaefendi yukarıdaki hakikate ilâve olarak, ahlâk gücünün her türlü kin, nefret ve düşmanlık tusunamilerinden daha tesirli olduğunu, nezaket ve hoşgörünün her beyni, her topluluğu, hattâ bütün insanları değiştirmenin anahtarı olduğunu, adanmışlığın ve yaşamayı yaşatmada aramanın, gönül sultanlığını elde etme ve insanlar arasında vüdd'e mazhar olmanın en kısa ve emin yolu olduğunu dile getirmiş ve göstermişlerdir.

Hülâsa olarak, zikredilen hususlar muvacehesinde, Fatih Sultan Mehmed'in torunları, tarihe yeniden dinamizm kazandırma, bir kere daha tarih yazma ve tarihin kendilerinden bahsetmesini sağlamış bulunmaktadırlar. Ve bir kere daha her ne kadar Osmanlı'daki "bütün Müslümanların Halifesi olma" pâyesini ellerinden yitirmiş olsalar bile, günümüzde "gönül sultanlığı" lütfuna ehil olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Prof. Dr. İbrahim Ebû Muhammed, Avustralya Baş Müftüsü

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.