Martta Sonbahar… Hacı Ağabey’e mektup…
Onun “NERDESİN” yazısını yazdığında sen hayattaydın zannediyorum. Eğer hayatta olmasaydın onun “Nerdesin Musab, nerdesin Ebu Katade, nerdesin Şirpence?” yakarışlarının sonunda gözü yaşlı, gönlü kırık bir halde ve titreyen bir elle yazılmış “Nerdesin Ey Hacı Kemal?” yakarışını duyar, okurduk. Okurduk, çünkü O “Nerdesin, yıllarca hasretini çektiğimiz kahraman?” deyip kahramanları sıralarken seni unutması mümkün değildi ve sıra sana gelince de yine hıçkırıklara boğulacak, dudaklarını yalayacak ve yine gerilere bakıp “Hey gidi günler!” diyecekti. Zira o ne zaman nerdesin dediyse sen hep “Buradayım.” dedin. O “Kim var.” dediğinde her zaman “Ben varım.” dedin. Ebu Bekir (ra), Peygamber’imiz (sav) için ne ise, Zübeyirler, Ceylanlar Bediüzzaman için ne ifade ediyorsa, sen de ona onu ifade ediyordun. Öyle ki bir gün yine senden bahsedilince okyanusların ötesinde soruyordu oradakiler, “Hocam, yaşasaydı eğer Hacı Kemal Ağabey o da burada, yanımızda mı olurdu?” diye. Aldıkları cevap herkesi hicran ediyordu: “Hacı Kemal yaşasaydı, Ben burada olmazdım ki.” Evet Hacı Ağabey, biz hepimiz bir tek sen edememiştik ki Hocamız yanımızda değildi.
İzmir’e geldiği ilk hafta tanımıştın onu. O bir camide vaaz ediyordu da sen yakın başka bir camide abdest alıyordun hani. Duyunca onun milyonları şaha kaldıran mübarek sesini ayakkabılarını giymeyi unutmuştun da koşmuştun takunyalarla, sesin geldiği yere doğru. Allah’ım bu ses nedir? Bu adam kimdir, demiştin. Sen onu o da seni bırakmadı 35 yıl boyunca Hacı Ağabey… Ta ki bir 13 Mart günü uğurladık seni dar-ı bekaya. Ya işte böyle Hacı Ağabey! Sen göçüp gittin, giderken de Hoca’mızın hayatını hicran ettin.
Sen hayattayken hiçbir iş ortada kalmamıştı. O dönemler insanların taşın altına elini koymaya korktukları, çekindikleri zamanlardı. Ama sen farklıydın. Ortada bırakmamak için bütün işi sırtlıyordun her zorluğa rağmen. Halid ibni Zeyd (Ebu Eyyüp el Ensari) misali 65 yaşına, şeker, kalp ve tansiyon rahatsızlıklarına aldırmadan, Türkiye’nin her ilini mekik gibi dokuduğun halde, Orta Asya’yı da dokumaya azimli ve kararlıydın. Tarık bin Ziyad gibi giderken gemileri yakıyor, geriye dönmeyi düşünmüyordun. Gittiğin ülkelerde mermilerin arasında korkmadan koşuşturuyordun. Sana göre bir ülkeye gedildiyse her şeyi ile orada kalmak gerekiyordu, hizmet için gittik başımıza bir şey gelmeliyse orada gelmeliydi. Öleceksek orada ölmeliydik. Peki neydi sendeki bu azim ve karalılığın sebebi?
Çünkü gidin demişti işin başındaki adam: “Gidin, dünyanın size ihtiyacı var.” “Allah aşkına, Peygamber aşkına, Hüdavendigar aşkına, Hamza aşkına, Kerbela şehitleri aşkına diril gel.” diyordu. Dirilip gelmek için gitmek lazımdı, hicret lazımdı, anne baba varsa ayrılmak, evlad-ı iyal varsa ayrılıp hicret etmek lazımdı. Sende gidiyordun, hem de en önden. Anasının elini öpen, babasının duasını alan, eşe dosta veda edip yeryüzü bize mescit kılındı diye Peygamber-i Zişanımızın izini sürüp, yeryüzüne dağılan hizmet erlerinin, geleceğin dünyasının velileri olan güzel insanların gidecekleri, gittikleri zaman hizmet edecekleri ortamı hazırlıyordun. Buraların Hacı Ağabey’i, oraların Hacı Atası’ydın artık. Refikan, annemiz, vefat ettiğinde yurt dışındaydın da haberi geldiğinde ağlamıştın hani. Seni teselli etmeye çalışanlara, “Ben onun vefatı ve ayrılışımıza ağlamıyorum ki. 20 yıldır bunca ramazan geçti. Ve ben bu 20 yılda bir tek gün bile Adviye Hanımla birlikte iftar edemedim.” diyecektin. Hicreti, gurbeti iliklerine kadar yaşamıştın.
Gittiğin her yerde gönüllere giriyordun. Saygı duydukları büyüklerine nasıl hitap ediyorlarsa sana öyle hitap ediyorlardı. Kâh Hacı Ata oluyordun, kâh Ata Dede. Sana olan sevgi ve muhabbetleri Allah ve Peygamber sevgisine çeviriyordun da hizmete nasıl kanalize ediyordun insanları? Nasıl her işi hizmete faydalı kılarımın ızdırabını ve sıkıntısını çekiyordun. Sen at yarışı filan bilmezdin ama at yarışına gitmiştin bir keresinde Türkmenistan’da. Türkmenbaşı’nın atı birinci gelince de gidip tebrik etmiş ve aldığın kupayı takdim etmiştin kendisine. Nasıl sevinmişti Türkmenbaşı senin hediyene, “Turgut Özal Türk Lisesi Mihmanı Hacı Kemal Erimez’in verdiği kupa dünyalara bedel.” demişti hani. Ardından da 40 bin dönümlük araziye okul yapmana müsaade etmişti. Nasıl oluyordu da at yarışında bile hizmet için bir şeyler yapmayı, orda bile hizmete bir pay çıkarmayı düşünüyordun?
Ebu Bekir gibi hem veriyor, hem buluyor, hem de koşturuyordun. Geriye ne bıraktım diye düşünmüyordun. Bir keresinde Van’da bir okul yapıyordun da, maddi imkânlar yeterli gelmeyince okulun çatısında düşük kalitede malzeme kullanmayı teklif etmişlerdi sana. Sen kızmıştın da “Bundan 20 sene sonra gelecek olanlar birde çatıyla uğraşmasınlar.” diyerek reddetmiştin teklifi. “Bu okul Üstat’ımızın okuludur, O’nun kurmayı istediği üniversite olacaktır.” diyordun. En iyisinin, en kalitelisinin kullanılmasını sağlıyordun. Nerden buluyor, buluşturuyordun da bir araya getiriyordun hallediyordun bir bir problemleri.
Çünkü bu okul…
Nice seherlerde dilediği, nice türbelerde adadığı, nice seferlerde aradığı, nice rüyalarda düşlediği okuldu bu. Basra’dan Bağdat’a, Kufe’den Dımışk’a, Peygamber yurdu Mekke’den, Kutsal belde Medine’ye, üçler, yediler, kırklar, pirler aşkına, nice uluların himmetleriyle ve nefesleriyle Allah’tan istediği, umduğu okul idi bu. Kuyuda kova ipine yapışan Yusuf gibi. Hut içinde derya seyreyleyen Yunus gibi. Kabustan göz açmak maraza şifa bulmaktı bu. Oruçta iftar etmek, Ramazanda bayram hilalini görmek gibi…
Ve gösteriyordun bizlere, nasıl göreceğimizi bayram hilalini. Bayramlar yakındı çünkü. Şeker, tansiyon gözlerini görmez hale getirmiş, ayaklarında yaralar çıkmıştı da seni yine kimseler durduramıyordu. İlle de Asya, ille de okul diyordun. Bu uğurda servetin erimiş (Haşa erimek denmez ona, ERİMEZ denir), yaşın 70’e dayanmıştı. “Birkaç gün daha kal, öyle gidersin.” demişti Hocamız, sanki göçeceğini hissetmişçesine. Ve sen Hacı Ağabey, kiralık bir evde kalıyordun da, Allah kiralık bir evin bile hesabını sormamak için oradan da hastane köşesine gönderiyordu seni. Çünkü hastane köşesinde vefat edenlere Allah garip muamelesi yapardı. Ve sen bir hastane köşesinde sonsuzluğa ulaştın, Hakk’ın garibi, Hakk’a yürüdü. Samsunlu Hoca, melekleri de yanına alarak yıkamış, kefenlemişti seni. Hocamız geldi, ağlayarak örtüyü kaldırdı, alnından öptü ve “Bir erbabı hizmet, Rabb’ine işte böyle yürür. Ey Hacı Kemal, eğer şunların yanlış tefsir edeceğini bilmeseydim senin hizmet yolunda nasır tutan şu ayaklarının altını öperdim.” dedi, örtüyü kapattı. Nasıl ağlıyordu, Hacı Abi bir bilsen. O gün namazını nasıl kıldırdı, bir bilsen. Nasıl ayakta durabildi, bir bilsen. Biliyorsun, hem de çok iyi biliyorsun Hacı Ağabey. Fatih Camii sana nasıl ağladı, Sen Fatih’e nasıl ağladın bir ben bilemedim Hacı Ağabey. Zira sen her şeyi biliyordun, teneşirde yatarken bile bir erbab-ı hizmet olduğun her tarafından fışkırıyordu. Sanki orda yatarken bile “Ey benden öncekiler, bekleyin geliyorum!” diyordun. Sanki “Ey benden sonrakiler, dayanın! Çoğu gitti, azı kaldı.” Diyordun. Efendimiz (sav), amcasını ve Hz Hatice annemizi yitirdiğinde Mekkeliler nasıl Peygamberimize ablukayı, saldırıyı artırmışlardı da hüzün yılı denmişti o seneye. Sen gidince de aynısı oldu Hacı Ağabey. Martta sonbaharı, haziranda da kışı yaşadık. Senin gurbetine ağlarken, gurbetlerin büyüğü geldi buldu bizi. O günden bu güne gurbet bitmedi, hüzünlü gurbet devam etti durdu ağabey.
Yıllar sonra yine bugün martta sonbaharı yaşıyoruz. Fakat Allah bu sefer Haziranda kışı yaşatmasın, susadık himmetine ve Rabbimizin inayetine.
Ey Hacı Kemal Ağabey, ruhun şad olsun! Bir tohum gibi düştün toprağın bağrına, bin başak yeşerdi. Her bir başak bin dane verdi. Şimdi daha iyi anlıyorum ki ektiğin tohumlar boşa gitmedi, çürümedi. Meyveye durdu, sümbül oldu, reyhan oldu. Şu an onlar senin izlerini arıyorlar… Ruhun şad olsun. Allah gani gani rahmet eylesin.
- tarihinde hazırlandı.