Mehmet Özyurt

Mehmet Özyurt, insanın tükenişe karşı direnen, ölümü diriliş hayatına çeviren iradenin temsilcilerinden olarak yaşadı.

Sezai Karakoç'un 1969 yılında yazdığı;

Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları Batı'ya vardı

diye başlayan ve yedi oğulun öyküsünü anlatan Masal şiirini bilirsiniz.

Masal'dan yedinci oğulun öyküsü şöyle:

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batı'ya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve Tanrı'ya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu:
Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna çok dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yandı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalbinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar

Masal'da, bir dönemde hayatların masal gibi tükenişini, insanın 'anlam ve gaye'den ayrı düşüşünü, ıstıraplarını, değerlerin kayboluşunu ve 'hüsn ve aşk'la ilmek ilmek dokunan o görkemli medeniyetimizin tarumar oluşunu duyar, diriliş için bir çabaya, son bir çırpınışa tanık olursunuz.

Önden gitme cesareti

Büyük Usta'yla on yıllar önce yola çıkan 'hizmet kervanı'ndan er oğlu erler; Takdir-i İlahi ile bir vakitte ansızın, yine hizmet için koşarken, hizmetin hakkını vererek bu fani dünyadan, ebedi yurda hicret ederken, geride 'hoş bir sada', bir güzel beste, mazhariyetlerle dolu bereketli bir ömür, iyi birer yürek, tarih yazdıracak kadar bir malzeme ve yeni bir nesle ruh verecek kadar aksiyon bırakarak önden gittiler. İsimlerini zikretmekten şeref duyduğum bu 'meçhul kahramanlar'dan birkaçı: Hacı Kemal Erimez, Mehmet Özyurt, İbrahim Tabanca, Abdurrahman Baş, Bayram Acar, Memduh Hoca, Hasbi Hoca, Cahit Erdoğan, Tuğman Ciranoğlu, Halim Baba... Ve diğerleri ve en son Üsame... Gittikçe meçhulleşen bu insanların varlık gayeleri, ömürlerini ulvi bir gayeye vakfetmiş olmaları, diğergâmlıkları, hasbilikleri, fedakârlıkları, yaşatma zevki için yaşama zevkini unutmuş olmaları, ukbaya talip bulunmaları, 'Kalbin Zümrüt Tepeleri'nde yaşamış olmaları... Hasılı bu insanların bu dünyada bıraktıkları izler benim özel tarihim. Ve ben bu tarihle, bu köklerle fikrî ve kalbî alâkamı sürdürmek zorundayım, kutlu kervanın hasbi ve harbi bir yolcusu olabilmek için...

Büyük Usta'nın büyük çırakları onlar. Yokluk zamanının çilekeşleri. Ama İlahi mazhariyetleri cezbedecek kadar da dirençli, dayanıklı, yürekli, gönüllü insanlar. Onlar Büyük Usta'nın kabul olmuş duaları. Onlar bizim bu zamanda görmek istediğimiz, hasretini çektiğimiz dava adamı silueti. Onlar, bizim için bir ölçü, bir rehber, karanlıkta yol gösteren bir ışık. Onlar ruhumuzu cilalayan ruhlar. Ruhumuza düşen lekeleri gideren bizim gerçek dostlarımız...

'Öyle bir dünyadayız ki, ayakta durabilmek için kalbimize tutunmak zorundayız. Kalbimiz derinlerde. Derinlere bir taş at ve gelecek sesi dinle' diyor Mevlana İdris. Kalbim, derinlerde. Kalbim 'önden gidenler'de. Kalbim onlarda. Kalbimin sesini duyabilmek için derinlere bir taş atıyorum ve oradan gelecek sesi dinlemeye koyuluyorum... Görüyorum ki, kalbimi giderken alıp götürenler uzakta değiller. Yakınımdalar, biliyorum... Emeklerine, emanetlerine şimdi de sahip çıkıyorlar, üzerlerine titriyorlar kudsilerin. Adeta Sezai Karakoç'un şu şiirini dillerinden düşürmüyorlar, bir diriliş duası olarak:

Bin yıllık kar altından
Ölüler kentinden
Sıyrılarak
Geceyi ışıklarla delerek
Gelenler var biliyorum
Yaklaşıyor gölgeler
Hayaller anılar ve sesler
Büyük aydınlıklarla birlikte geliyorlar
Gittikçe beliriyorlar
Gittikçe yoğunlaşıyor
Doku et kemik kazanıyor
Kasları çağa gerilmiş
Er kişiler çıkıyorlar bir bir geceden
Biliyorum geliyorlar sancaklarıyla
Geceyi silen sancaklarıyla
Gök yeşilini getiriyorlar
Güneşin ışığını taşıyorlar
Koşanlar bunlardır çağırdığım fecre doğru
Yoğrulacak bir fecre doğru
Aydan sütunlar taşıyorlar
Gün ışığından kemerler
Çerçeveler yerleştiriyorlar dört yana
Hayatları bir ölümce yağma edilmiş
Anne ve babaların çilesinden
Çalınmış miraslarının içinden
Örselenmiş kefenlerinin içinden
Geliyorlar ustalar çıraklar
Şafak işçileri
İkindi mimarları

Diğerleri arasında Mehmet Özyurt'un da sesini ayrı bir tonla duyar gibi oluyorum. Karakoç'un şiirinin kalan bölümünü terennüm ediyor yine bir dua hali içinde:

Işık tut Rabbim
Büyük ışığını esirgeme bizden
Güzeller güzeli adlarına
Sığınan bu erlere
Işık tut Rabbim
Kur'an'ın aydınlığını yay gönlümüze
Peygamber duasını eş et bize

Mehmet Özyurt, alın yazısı olduğunu bilmişti vatan evladına hizmetin. Onun için hiç direnmedi kader kalemlerinin hakkında yazdıklarına. Yüce bir ilim, irade, hikmet ve kudrete teslimiyetle destanımsı bir hayat yaşadı. Dünya ölçülerinde az denecek bir zamana, dünya ölçülerinde çok denecek bir hayat tarzı sıkıştırdı. Ömrünü ulu bir gayeye vakfederek hem kendi söz ve fiillerini hem de çevresindeki insanların söz ve fiillerini bereketlendirdi.

Mehmet Özyurt, insanın tükenişe karşı direnen, ölümü diriliş hayatına çeviren iradenin temsilcilerinden olarak yaşadı bu hayatta. 'Kutlular kervanı'nın, son 'altın halka'nın, 'ikindi mimarları'nın, 'şafak işçileri'nin en göz doldurur, en yürekli, en sadık, en saf, en pak, en cömert üyelerinden biri olarak yaşadı ve öylece aramızdan ayrıldı.

Bu destan kahramanı zatı 1988 yılında hizmetten hizmete koşarken bir trafik kazasında kaybettik. Belki pek çoklarımız böyle bir insanın bu dünyadan gelip geçtiğinden bugün haberdar bile değil. Ama o 'kahraman' gerçekti yaşadığımız şu dünyadan, 'destanımsı bir hayat' bırakarak geride. Emaneti yüklendi, bayrağı hayatı boyunca yere düşürmedi. Öyle bir yürek bıraktı ki geride, görmek isteyenler için, görmeye istidadı olanlar için o yürek hâlâ atıyor.

Duanın gelişi

Mehmet Özyurt'u elim bir trafik kazasında bir eylül ayında, yaprak dökümü mevsiminde kaybettik. Urfa'dan Gaziantep'e hizmetten hizmete koşarken dört güzel insan, dört dava arkadaşı, Mehmet Özyurt, Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca aynı kazada bize veda ettiler. 16 Eylül Perşembe akşamı beraber sohbet ederlerken, "günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından" dert yandılar. Bir ara Bayram Acar; "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi" dedi. Bir başka arkadaş kendi kendine düşündü: "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!" Sonra İslamiyet'te şehitliğin çeşitlerini hatırladı. Öyle ya, yanarak ölen, karın sancısıyla giden, denizde boğulan müminler hükmen şehit sayılıyorlardı...

Diğerlerinde olduğu gibi Mehmet Özyurt'u da tanıyamadılar önce. Çünkü yanmıştı vücudu. Sonra yüzüğünden tanıdılar onu... Gerisini o günün tanıklarından dinleyin: "Dördü de vefat etmişti. Fakat birden yangın başladı. Söndüremedik, ancak itfaiye söndürebildi. Sonra kalan parçaları toplayıp, dört ayrı battaniyeye sararak cenazeleri kaldırdık.

Meziyetle donanmak

Mehmet Özyurt, 1945 yılında Antakyalı fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Faziletli bir çevrede yetişti. Babası altı yaşında hafızlık için onu hocaya teslim etti. Bir yıl sonra hıfzını tamamladı. On bir yaşından itibaren Hasan Okuyucu hocanın yanında Arapça öğrenmeye, dinî ilimleri tahsile başladı. Aynı zamanda da İskenderun Çay Mahallesi Camii'nde müezzinlik yapıyordu. Kısa sürede büyük mesafe kat etti. Askere gidene kadar Mehmet Hoca hiçbir okul okumadı, sadece Arapça okudu. Daha sonra çevresinin teşvikiyle dışarıdan ilk orta ve liseyi bir iki yıl gibi kısa bir sürede bitirdi. Müezzinlik yaptığı camiye on altı yaşında imam oldu. Bu yaşlarda Büyük Usta'nın kasetlerini dinleyerek onunla tanıştı. Artık ıstırap, çile, gözyaşı onu sardı. Mehmet Hoca'nın o günden sonra duası oldu; muzdarip insanla, çile insanıyla, Büyük Usta'yla kader birliği yapmak, yolunun onun yoluyla kesişmesi. Günü geldiğinde bu içten yakarış kabul gördü Hak katında. Ardından yine bir teşvikle Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarına girdi ve birincilikle kazandı. Adana, İskenderun, Hatay ahalisinde nam salan Mehmet Hoca, önce Gültepe Camii'ne, bundan on ay sonrada 1976 yılında Bornova'daki Büyük Cami'ye imam olarak tayin edildi, enstitüde henüz 1. sınıf talebesiyken. Aynı camiye aynı dönemlerde, kendini bir neslin dirilişine adamış Büyük Usta da vaiz olarak tayin edilmişti. Mehmet Özyurt için büyük buluşma, büyük duanın kabulü şimdi ziyadesiyle gerçekleşiyordu.

Mehmet Hoca, caminin yakınında bir ev tuttu. Tam bir buçuk yıl her cuma günü, İzmir dışından vaaz dinlemeye gelen insanlara kendi evinde yemek verdi. Hayatı boyunca hep sıkıntı çeken Mehmet Hoca o sıralarda bir de kitapçılık işine girmişti. Belki de hayatında ilk defa ailesi bir parça olsun maddeten rahatlamıştı. Evine ilk divanı o zaman kazandığı parayla almıştı. Hoca, kazandığını yine hizmete dönüştürüyordu. Züht ve takvasından hiç taviz vermedi. Tevazu her halinde seziliyordu... Eşinin de, çocuklarının da, kendisinin de aç kaldığı günlerin ve gecelerin sayısı hiç de az değildi. Ama kimseye hissettirmedi bu durumu Mehmet Hoca.

Mehmet Hoca'yla kader birliği olan, Ahmet Ersöz, adanmışlığı olan bu zatı anlatırken bir şeye dikkat çekiyor; "İnsanın idrak edemeyeceği kadar cömertti. Mehmet Hoca hayatı konusunda da o kadar cömertti. İnsana hizmetin, dine hizmetin uçlarında yaşadı, hep sınırları zorladı. İrfan sahibi, faziletli ve yüksek meziyetli bir insandı. Zati bir manası da vardı. Acıya tahammülü vardı. Kendinden çok az bahsetti." diyor.

Ahmet Ersöz anlatıyor: Mehmet Hoca'yla 1982 yılında 28 gün hücrede kaldık. Sonra birkaç arkadaşı ve Mehmet Hoca'yı suçsuz gördüklerinden bıraktılar. Beni daha sonra bıraktılar. Mehmet Hoca hep söylüyordu, seni orada, içeride bırakmayı bir türlü içime sindiremiyorum. Çıkmasaydım da içeride kalsaydım...

Tevkif edildi, tahkir gördü, türlü ithamlara maruz kaldı. Bir şaki gibi takip edildiği günler oldu. Ama o "İiman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam bütün kainata meydan okuyabilir" hakikatini kavramış olarak yaşadı ve geliye dönüş, tökezleme, tereddüt manalarına gelebilecek her türlü eylemden uzak durdu.

Yıllar sonra Diyarbakır'a geldi ailesiyle. Kenar mahallelerin birinde bir ev tuttu. Sokak sokak dolaştı. Neredeyse selam vermediği adam kalmadı oralarda. Talebeler için ev aradığında bulamıyordu. Karar verdi, bir gece ansızın kendi evini birkaç mahalle ilerisinde bir gecekonduya taşıdı. Eşyaların yarısını da o eski evde bırakarak oraya öğrencileri yerleştirdi. İlk ev böyle vücuda geldi. Aynı yöntemle ikincisi, üçüncüsü geldi. Ne hikmetse maddeten fakir bu adamın eşyaları bölündü bölündü ama bitmedi...

Şimdilerde bile Diyarbakır, Urfa, Gaziantep illerinde bu zat bir efsane gibi yaşar gider.

İdrak ötesi cömertlik

Mehmet Hoca fakr-u zaruret içinde yaşıyordu. Oğlu Ahmet Özyurt oldukça anlamlı ve kalıcı bir vakayı anlatıyor: Diyarbakır'da kalıyorduk. Halimiz vaktimiz iyi değildi. Aç kaldığımız zamanlar oluyordu. Akşam vakti babamın bir arkadaşı kapıyı çaldı. Eli meyvelerle doluydu. Babam arkadaşını gördüğüne çok sevindi. Gözü elindeki meyvelere ilişince "Yahu sen ne yaptın? Bu eve on aydır meyve girmedi, unutmuştuk. Sen şimdi bize yeniden hatırlattın..." dedi.

Onun bu haline daha sonra tanık olan Büyük Usta devreye girdi... 'Hocam dedi sana şöyle bir katkımız olsun, evde çoluk çocuk var'... Merhamet, şefkat ve hilm sahibi bu adam o sıralarda evine geldiğinde odasına kapanıyor, sabahlara kadar ağlıyor, hırçın ve celalli bir hal alıyordu. Bu hal bir hafta kadar sürdü. Eşi dayanamadı ve sordu 'Nedir seni bu kadar üzen?' Hoca yutkundu; 'Ben bu hizmete maaş almak için mi girdim ki, bana bunu öneriyorlar? O parayı sana çocuklarıma nasıl yediririm!' dedi.

Büyük Usta'ya ses tonuyla, hal ve tavırlarıyla da 'kendi olarak' çok benzeyen Mehmet Hoca, Büyük Usta'nın izinden gidiyordu. O izden giderken zaten aramızdan ayrıldı. İstikamet üzere yaşadı ve dünya kendisini değiştiremeden, o bu dünyaya kendi mayasını bırakarak gitti. Mehmet Hoca bir hizmetten bir başka hizmete koşarak geçirdi hayatını. Büyük Usta'nın 'Hizmet İnsanı'nda tasvir ettiği portreye denk yaşadı. Urfa'dan Gaziantep'e doğru yola çıkacaklardı. Eve uğrayıp elbiselerini değiştirecekti. Eve uğradı elbiselerini değiştirdi, bir miktar istirahat etti. Sonra 'Allah'a ısmarladık' deyip kapıdan çıktı... Geri döndü.. durdu.. kapıya yöneldi.. geriye baktı.. gitti-geldi.... Hanımına, çocuklarına baktı... Gitmekle kalmak arasında ayakları direniyordu... Ve kapıdan çıkıp gitti, son bakışları evde kalarak, son bakışları hanımında, çocuklarında kalarak. Bir daha dönmedi... Ama hiç terk etmedi onları. Allah ruhsat vermişti çünkü...

Büyük Usta, Mehmet Özyurt'un, bu diriliş erinin vedasız ve ansızın ayrılışının, uçup gidişinin andından 'Ağlamaktan gözümde yaş kalmadı' dedi ve ekledi 'belim kırıldı'.

Şimdi Büyük Usta'nın, Kalk Yiğidim şiirini başka bir duyuşla okuyorum Mehmet Hoca'nın ardından:

"Kalk ey yiğit uykudan
Kalk ki bağrında nalan...
Sensiz geçen günlerde,
Dolaştım ben dünlerde
Hep mahzun ve kederli,
Sen bizi terk edeli."

Şairin, ıstırapla dışa vurduğu hüzün içinde ümit kıvılcımları taşıyan, mağlubiyeti hiç telaffuz etmeyen, iç sesiyle söylediği Masal'ı okurken her defasında buna denk hayatlar gözümün önünde belirir. Kimi zaman Hacı Kemal Erimezler, kimi zaman Mehmet Özyurtlar hayalimden tebessümle geçerler de 'önden giden hüsn ve aşk sahibi' bu kahramanlarla bir kere daha buluşmaktan haz duyarım. Yine orada aklıma düşer de Sezai Karakoç'tan şu mısraları okurum;

Merhameti ruhun en iç musikisi yapmak
Ve ölümü çevirmek diriliş hayatına.

Not: Şimdi, 'önden giden' bu kahramanları rahmetle anıp hayatlarını bir kez daha hayal etmeye sizleri çağırırken, Mehmet Özyurt Hoca'nın, 45 gündür lenf kanseriyle mücadele eden torunu-emaneti 6 yaşındaki Muhammed Fuat'a da Allah'tan acil şifalar için dua etmenizi diliyorum.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.