Fet İle Feth
Ben ise perşembenin çehresinin çarşambadan seyredileceğine çoktan alışığım; şimdiyi, bir öncesinden hazırlamakta usta kötücüler ile yarını dünden yeşertme yorgunu iyiciler arasında, ilkinin saldırgan ikincisinin niyâzcı boyun büküşlerde sabreden gayretlerini dün de hüzünlerde seyrediyor ve kederle gözlüyordum bugün de; elem, bu sebepten sağnaklaşınca ıslanan gönül gam çekmez mi?
Her ne ise; bu yârenliğin başına yazdığım geçmiş günlerin olaylarına Fettu-Fethu sözleri herhalde sizlere anlamsız geldi; beni ise anlamsızlığın acısında, çoktandır yazmadığım geçmiş günlerin olaylarına götürdü.. hatırlayınca sizlerin de bilmenizde yarar umdum.
Bence Türkiye'mizin; bu, hepimiz için vazgeçilmesi imkânsız, bütünlüğü ile heybetli ve aziz varlığımızın sıkıntıları, gereken yerlerde gereksiz kişilerin gereksizliği gereklilik sanma hevesiyle hareketlenmelerinden doğuyor. Benden öncekiler bu hareketlenmenin adına "gayretkeşlik" derler idi.
Bu tür gayretkeşliklerin yaşadığım, gördüğüm, tanığı olduğum yüzlercesini yazabilirim; lâkin ne işe yarar? Yarasa idi onlara zâten tanık olmaz, ya da o olayların benzerleri sık sık yaşanmazdı. Çünkü tekrarlar, her ne kadar yararlı sanılsa da hem boşuna zaman kaybıdır hem de öncekiden ders alınmamış olduğunu gösterir. Nedense tekrarlar daha çok geri kalmış ülkelerde görülür. Bizim pek ünlü ismet Paşamız sık sık, "Ben bir hatâyı iki defâ yapmam, tekrarlamam" der idi. Halbuki sâdece benim tekrarladığını gördüğüm hatâları bir değil birkaç tânedir.
Fakat ben bunları burada tekrarlamayacağım; yazacaklarım hayli gülünç lâkin acıklı olaylardır. İlki 1960 yılının; Türkiye'yi allak bullak eden, sonrasını da epeyce sarsan devrimli mevrimli "ihtilâl"in, sanırım sonbaharıydı. Edebiyatımızın has şâirlerinden, usta yazar ve olağanüstü hoca Ahmet Hamdi Tanpınar'ın öldüğü gün idi. Bizim Muazzam'ın ve benim de hocamız, daha sonra dostumuz olan Tanpınar'ı ben Gümüşsuyu'ndaki evinde, arka penceresinden görülen bir yaralı kavak ağacını anlatırken hatırlarım hep. O kavağın hikâyesini yazacağını; dört mevsimdeki hallerini ve onca yıllık ömür kavgasını yazabilirse sevineceğini söyler, avunurdu. Avunurdu diyorum, çünkü yazamadı, aklındakileri hayalleri ile birlikte rahmete göçürdü.
Öldüğü gün hava İstanbul'un üstünde gerçekten hüzün yağdırıyordu; yağmur, yağmakla yağmamak arasında sıkıntılı, bocalıyordu. Cenâze, Beyazıd Câmii'nden kalkacaktı. Camiin bulunduğu, yüzlerce yılda; ancak şekillenmiş olan meydanın adı yeni değiştirilmiş; nedense ne hikmettense "Hürriyet Alanı" diye çağırılması buyurulmuştu. Halkı getiren götüren taşıtların alınlarında bu ad yazdırılmıştı fakat sürücülerle biletçiler bile Beyazıd Meydanı demekten vazgeçemiyorlardı herkes gibi!
Ben o gün, o vakitki adı Belediye Şube Müdürü, şimdiki adı Belediye Başkanı olan Eminönü Belediyesi Şube Müdür Yardımcısı'nın odasındaydım. Asıl müdürler kaymakamlar idi.
Eminönü Belediye Şubesi Müdür Yardımcısını tanıyordum; o anda da Tanpınar Hoca'nın cenazesi için cami çevresini temizletme işiyle uğraşıyordu. Eminönü Kaymakamı'ndan bir ulak geldi, ivedili bir buyruk getirdi. Kaymakamı'ndan bir ulak geldi, ivedili bir buyruk getirdi. Kaymakam, Tanpınar Hoca'nın değerli kişiliğini düşünerek; "Hürriyet Câmii" çevresinin temizlenmesini ivedilikle buyuruyordu.
Arkadaşım gelen ulağa beklenmesini söyledi, yazılı buyruğun arkasına kendi el yazısı ile "İstanbul'da Hürriyet Câmii diye bir yerin belediyece bilinmediğini, yerinin acele bildirilmesini" isteyen bir yazı yazdı, gönderdi.
Kaymakamlık, şimdiki Basın Müzesi'nin bulunduğu binada idi, arkadaşımın odası da üst kattaki kaymakam odası da üt kattaki kaymakam odasının hemen altındaydı. Çok geçmedi, kaymakamın dehşetli öfkelere karılmış bir durumda aşağıya indiğini gördüm, odaya girer girmez belediye müdürüne ağzına geleni söyledi. "Hürriyet Câmii'sinin" eski adlı Bayezıd olan caminin yeni adı olduğunu bağıra bağıra öğretti; değiştirildiğini bilmeyen belediye müdürünün yerinde kalamayacağını da ekledi sözlerine.
Arkadaşım ise adı değiştirilen yerin Bayezıd Meydanı olduğunu oradaki camii yaptırtanın, adanı bu sebepten o camie verdiğini, kimsenin o adı değiştiremeyeceğini sükunlu sesiyle anlatmayı denedi.
Kaymakam, ihtilalin bir güçlüsünün güveyisi idi. Çok sürmedi arkadaşım olan belediye müdürünü sürgüne yolladılar, mezbahaya, tahsilat memuru yaptılar.
Aradan yirmi yıl geçti. 1977 yılındaydı galiba, Kültür Bakanlığı müsteşarının imzası ile, Kültür Genel Müdürü'nün de ayrıca imzaladığı bir bakanlık buyruğu İstanbul'a gönderildi. Kültür Bakanlığı, yayınladığı "Kâtip Çelebi'nin iki eseri için yazım hakkı ödemeyi düşünmektedir. Adı geçen yazar Kâtip Çelebi'nin yerinin belirlenerek ücretinin hesaplanmasını ve kendisine ödenmesini.." buyuruyordu bakanlık!
Yazılı buyruğu alan müdür ahbâbım tezelden açıklama istedi: "On yedinci yüzyılın Kâtip Çelebi merhumuna, bilinen eski ve yeni mezarlıklar aranarak, bulunabilinir ise ücretinin hangi dönem parasıyla ödeneceğinin bilinmediğini, açıklanması gerektiğini" istedi.
Ne cevap geldi bilemiyorum; fakat o dönem CHP'nin mazlumlara vurdukça vurduğu günler idi, ahbâbım olan müdürü önce Davutpaşa Ortaokulu kütüphâne müdürü olarak gönderdiler; öyle bir müdürlük olmadığı anlaşılınca ertesi günü yeni bir "emirnâme" yollayıp müdürü memur yaptılar ayne yerde.
Bunları niye mi hatırladım? Çok ünlü bir televizyonun, aynı zamanda çok kültürlü çok ilerici camında bir alt yazı geçti birkaç kere; "Fethullah Gülen hakkında.. şu bu.." diye harfleri sıraladı. İnanamadım. Lâkin aynı yazı yedi sekiz kere Fethullah Gülen olarak değil de ısrarla Fettulla diye yazılıp okutulunca gülemedim bile, dondum kaldım. Bu "çok üstün+çağdaş takınır+büyük" avanak cami Feth'in ruhundan habersiz, Allah'ı bilememiş bir Fettu'cu idi herhalde.
E, elbette 1960 yılında Hürriyet Tapınağı'ndan yola çıkılıp 1971'lerde Çelebi'ye ücret ödetebilmek için "adres" sorduranın çırakları fett ile feth'i birbirine karıştırmak budalalığını göstermezler ise ustalarına lâyık olduklarını nasıl ispat edecekler?
Kötüye ve çirkini kötüden ve çirkinden öğrenenin iyi sindiremeyeceğini bilmeyenlere arz ederim.
- tarihinde hazırlandı.