Mecazları hakikate hamlederek tadlil ve tekfir çıkarma girişimi olarak DİB raporu

Mecazları hakikate hamlederek tadlil ve tekfir çıkarma girişimi olarak DİB raporu

Hayatını Allah’ı anlatmaya adamış bir İslam aliminin inanç, düşünce ve aksiyon hayatını bir bütün halinde Islam Dini’nin kriterlerine arz etmeden “tadlil” ve “tekfir” ile ithama kalkışmak son derece tehlikelidir. Allah Resulü (SAS)’in beyanlarına göre böyle bir teşebbüste bulunanlar eğer isabet etmemişlerse kendileri küfre girerler. Tekfir ve tadlil gibi mesuliyetli konularda İslam alimleri dinin temel kaynaklarını hassasiyetle analiz ederek bu konuda başvurulması gereken disiplinleri ortaya koymuşlardır.

Usul ve metodoloji, bir konuda hüküm çıkarmak veya yorumda bulunabilmek için konuyla ilgili ayet ve hadisleri hem bir bütün halinde ele almayı hem de birbirleriyle münasebetlerini analiz etmeyi gerekli kılar. Usul kaygısı taşımadan, konuyla ilgili pek çok nassı yok sayıp, işine gelen bir tanesini seçerek maksadını onun üzerinden ortaya atma girişimi ise haktan, hakikatten, ilmi araştırma disiplinlerinden ve dünden bugüne ulemanın takip ettiği çizgiden sapmaktır.

Dini doğru anlayıp, doğru yorumlamakta takip edilmesi gereken bütüncül yaklaşımı terk edenlerin durumu Kur’an’da şöyle ifade edilir: Ne o, Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını red mi ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların elde edeceği netice, dünya hayatında rüsvaylıktan başka bir şey değildir. Kıyamet günü ise en şiddetli azaba itilirler. Allah yaptıklarını zdan habersiz değildir” (Bakara, 2/85).

Ayetin ifade buyurduğu kötü akıbete maruz kalmamak için selef-i salihinin kudve imamları fıkıh, tefsir, hadis ve kelam gibi ilim dalları ile ilgili usuller ortaya koymuşlardır. Herhangi bir ilim dalı ile ilgili yapılan çalışmada o sahanın usulüne riayet edilmeden hüküm çıkarmanın, yorumda bulunmanın bir sapma ve kayma sebebi olduğunu ifade etmişlerdir.

Bu itibarla İslam ve Müslümanlık adına konuşan, yazan ve fikir beyan edenlerin ortaya koydukları kanaat ve yorumların değeri usule bağlılığı ölçüsündedir. Bu itibarla 80 kitabı, binlerce vaaz, sohbet, konferans türünden sözlü eseri olan, dünyanın ilim, fikir, aksiyon ve hizmet modeli ile tanıdığı bir alim hakkında rapor hazırlama amaçlı bir çalışma yapılıyorsa usule riayet çok daha önemli hale gelir. Şayet raporu hazırlayanlar İslam dini hakkında devlet adına söz söyleme yetkisi kendilerine verilmiş kariyer sahibi kimseler ise kılı kırk yararcasına dikkatli çalışmaktan başka seçenekleri kalmaz. Zira onların raporu devletin kararını etkileyecektir. Devlet kararları, olumlu ya da olumsuz birçok yaptırımı beraberinde getireceği için mesuliyeti mucip ciddi bir mevzudur.

Cumhurbaşkanı’nın emri ile Diyanet İşleri Başkanlığı, Din Işleri Yüksek kurulu tarafından Fethullah Gülen Hocaefendi’yi “tadlil” ve “tekfir”e teşebbüs eden bir rapor yayınlandı. Raporu hazırlayıp, neşredenler “Kendi Dilinden” diyerek Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bütün yazılı ve sözlü eserlerini inceleyerek, ilmi çalışma usullerine riayet ederek böyle bir hükme vardıklarını ifade ettiler. Biz bu makalede Diyanet raporunun iddia edildiği gibi Hocaefendi’nin eserlerinin okunarak, incelenerek hazırlanıp hazırlanmadığını, ortaya attıkları iddia ve ithamın Kur’an’a, Sünnet’e, alimlerin bu konuda takip ettiği usule ve ilmi araştırma metotlarına uygun olup olmadığını sadece bir misal üzerinden ele alacağız. Raporun diğer kısımlarını siz güzide okurların idrak ve irfanına havale edeceğiz.

Bahsi geçen raporda bizim ele alacağımız iddia, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin “müşebbihe” ve “mücessime” gibi dalalete sürüklenmiş fırkaların yaptığı türden [HO1] [u2] Allah’a mekân ve yer izafe ettiği, ulûhiyet hakikatini zedelediği gerekçeleriyle “tadlil” ve “tekfir” ile itham edilmesidir.

Öncelikle raportörlerin iddiasını tahkik ederek başlayacağız. Bakalım gerçekten iddia ettikleri gibi Gülen’in Uluhiyet Hakikati hakkındaki bütün görüşlerini incelemişler mi? Yoksa aldıkları emirin gereğini yerine getirebilmek için maksada yönelik bazı seçmeler yapıp, bazen de çarpıtmalar yapmak zorunda mı kalmışlardır?

Raporun Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Bütün Eserlerinin Okunarak Hazırlandığı İddiası

Günümüzde bilimsel araştırma usulleri bellidir. Eğer bilimsel bir bilgiden bahsediliyorsa, bunun bilimsel araştırma metotları kullanılarak elde edilmiş bir bilgi olması gerekir. Eğer bir kişinin Kur’an ve sünnet esaslarına göre dinden çıktığına dair bir kanaat veya hipotez varsa bunu ispatlamanın veya yanlışlamanın yolu ilmi araştırma usullerini kılı kırk yararcasına uygulayarak araştırma yapmaktan geçer. Hatta bir kat daha dikkatli olmak gerekir. Zira bir kişi hakkında verilecek “dalalet” veya “küfür” hükmü isabetli değilse sahibine döner.

Diyanet, raporun akademik eser formatında yazılmasını tercih etmekle, raporun ilmi araştırma usullerine göre hazırlandığını en azından şekil itibariyle de olsa iddia etmiştir. Bu iddianın araştırılmasına başlarken öncelikle Gülen Hocaefendi’nin eserlerinde uluhiyet ve tevhid inancına kısaca göz atmayı gerekli görüyoruz.

Fethullah Gülen’in Eserlerinde Uluhiyet Ve Tevhid Hakikatı

Fethullah Gülen’in yazılı ve sözlü eserlerine bakıldığında onun inanç, düşünce ve aksiyon dünyasını Ehl-i Sünnet çizgisi üzerine inşa ettiği ve yoruma açık kısımları da yine bu esaslar üzerine temellendirdiği görülür.

Fethullah Gülen Hocaefendi, yazılı ve sözlü eserlerinde müstakil olarak tevhid akidesini, uluhiyet inancını ele almış Allah’ın eşinin, benzerinin olmadığını, teşbih, tecsim, ittihat ve hululden münezzeh olduğunu, bu tür yorumların apaçık bir dalalet ve sapmadan başka bir şey olmadığını çok açık ve net bir şekilde ifade etmiştir.

İslam akidesinin temel konularını İnancın Gölgesinde, Varlığın Metafizik Boyutu, Kader, Fasıldan Fasıla, Kırık Testi, Prizma, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, Kendi Dünyamıza Doğru ve Asrın Getirdiği Tereddütler gibi eserlerinde değişik münasebetlerle ele almıştır. Hemen her platformda başta Islam inanç manzumesi ile ilgili olmak üzere pek çok soruya cevap vermiştir. Eserlerinde en çok üzerinde durduğu konulardan biri Allah’ın varlığı, birliği ve O’nun “nitelik” ve “nicelik”ten de mu­kaddes ve münezzeh olduğudur. Hocaefendi, her fırsatta Allah’ın her türlü tasavvurun ötesinde, ötelerin de ötesinde olduğunu ifade etmiştir. [1]

Fethullah Gülen’in, İslam İnanç Manzumesi ve özellikle raporda ele alınan “uluhiyet” ve “tevhid” inancı ile ilgili incelenmesi gereken en temel eseri Kalbin Zümrüt Tepeleri’dir. Gülen, bu 4 ciltlik eserinde tasavvuf kavramlarını Ehl-I Sünnet essaslarına göre ele almıştır.

Bunun da ötesinde daha özel manada Fethullah Gülen’in ulûhiyet hakikatini, muhakkik kelam ulemasının ortaya koyduğu disiplinlinler ekseninde ele aldığı ve bu çizgiden sapmaların yanlışlığını izah ederek duruşunu ifade ettiği yazıları vardır. Bunlardan bir kısmı müstakil makale bir kısmı ise kitap içerinde bir bölümdür. Örnek olarak şunları zikredebiliriz: “Allah ve Ulûhiyet Hakikati” [2] , “Tevhid” [3] , “Vücud” [4] , “Hak, Hakikat ve Ötesi” [5] , “Evvel Ahir Zahir Batın” [6] , “Tevhid Yörüngeli Konuşmak” [7] . Gülen’in eserlerinin hepsini okuyarak bahsi geçen raporu hazırladığını iddia edenlerin de en azından bu zikrettiğimiz yerleri okumaları, analiz etmeleri, onlara atıfta bulunmaları ve ona göre değerlendirerek bir kanaata varmaları gerekmez miydi? Eğer bahsi geçen bu kitapları ve yazıları okusalardı veya görmezlikten gelmeselerdi bırakın “teşbih”, “tecsim” gibi dalaleti açık olan kayma noktalarına karşı duruşunu, onun mezelle-i akdam yerlerde bile Ehl-i Sünnet çizgisinde bir uluhiyet inancına kılı kırk yaran bir hassasiyetle bağlı olduğunu görür ve bunu ifade ederlerdi.

Bu şekilde FGH’nin uluhiyet hakikatine bakışını görebileceğimiz bazı yazı ve eserlerine dikkat çektikten sonra şimdi onun, teşbih, tecsim, hulul, ittihad gibi inanç ve yorumlara karşı bakış ve duruşuna geçmek istiyoruz.

“Müşebbihe” ve “Mücessime”ye Karşı Duruşu

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinde Allah’ın mekândan ve fani varlıklara benzemekten münezzeh olduğu hususundaki inanç ve duruşu herhangi bir tevil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak ölçüde gayet net ve açıktır. Işte onun bu konudaki bizzat kendi ifadelerinden örnekler:

1. “Kur’ân-ı Kerim ve sahih Sünnet değişik münasebetlerle Allah’ın Semî’ ve Basîr olduğunu vurgular ama, bu duymanın ve görmenin keyfiyetiyle alâkalı herhangi bir tasrihte bulunmaz ve diğer sıfât-ı sübhâniyede olduğu gibi konuyu Allah’a havale eder. Evet, künh-ü Bârî nâkabil-i idrak olduğu gibi O’nun ilmi, sem’ u basarı da, bilme, duyma ve işitme açısından bizim için hep nâkabil-i idrak kalacaktır. Biz, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir ve ağzımızla konuşuruz. Allah’ın görmesi, işitmesi ve konuşması için bu tür uzuvlara ihtiyaç yoktur.. ve O bu kabîl tecsim ve teşbih edalı her şeyden münezzeh ve müberradır.” (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/146)

2. “Zât-ı Ulûhiyet bizim bildiğimiz ve anladığımız mânâda mahiyetlerden, kemmiyet ve keyfiyetlerden münezzeh ve müberradır.” (Yaşatma Ideali, s. 176)

3. “Allah, zamandan, mekândan, hayyizden müberra ve mukaddestir. O’na bir yer takdir edildiğinde tecsim ve teşbihe girilmiş ve O (celle celâluhu), mahlûkata benzetilmiş olur.” (Kendi Ruhumuzu Ararken, s. 262)

4. “Varlık ve eşya kat’iyen O değildir. Cevher-araz, sıfat hususiyet her şey O’ndandır ve O’nun kayyûmiyetiyle kâim ve daimdir. Ne var ki, ne her şeyin O’ndan olmasında ne de O’nunla daim ve kâim bulunmasında bir “hâlliyet” ve “mahalliyet” söz konusu değildir.” (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/119) “Halliyet” ve “mahalliyet” ne demektir? Allah’ın bir şahsa veya yere girmesi orada mekan tutması demektir. Yüce Allah bunlardan münezzehtir. Hocaefendi, bu ifadeleriyle gayet açık ve net bir şekilde her şeyin Allah tarafından yaratıldığını ve yine O’nunla daim ve kâim olduğunu fakat Yüce Yaratıcı için her hangi bir yere girme orada yer tutmanın söz konusu olmadığını ifade etmektedir.

5. “Vücud, “lizâtihî” ve “ligayrihî” şeklinde ikiye ayrılır. Lizâtihî ve liaynihî olan Vacib Vücud, Zâtının muktezası olarak bir başka şeye muhtaç bulunmayan Ganiyy-i ale’l-ıtlak, Müstağnî-i Mutlak, nekaisten münezzeh.. ne cisim ne cevher ne araz, dolayısıyla ne de mütehayyiz; ezeliyet ve ebediyet vâhidinin biricik sultanı ve kemâl sıfatların da tek sahibi Allah Tealâ’ya mahsustur.” (Kendi Dünyamıza Doğru, s. 195) Hocaefendi görüldüğü üzere burada da Allah’ın ne cisim ne cevher ne araz ne de bir mekanda ikamet eden, yerleşen manasına gelen “mütehayyiz” den münezzeh olduğunu ifade etmektedir.

6. Gülen, “Kültür Dünyamızın Temel Kaynakları” adlı makalesinde bir Müslümanın inanç, düşünce ve aksiyon dünyasının temellerini oluşturan aslî ve tâlî kaynaklar üzerinde hassasiyetle durmuştur. Kur’an ve Sünnet’in hayati önemine, enginlik ve zenginliklerine vurgu yaptıktan ve kelam ilminin vazife ve misyonuna dikkatleri çektikten sonra bu ilim dalının en önemli vazifelerinden birinin zat-ı uluhiyet hakkında dalalet ifade eden yorumlara cevap vermek olduğuna dikkatleri çekmiştir: “Bu önemli kaynakların referans çerçevesi içinde, İslâm akidesinin aklî-naklî delillerle ispatı ve dinimiz etrafındaki şüphe ve tereddütlerin giderilmesi, teşbih, tecsim (Allah’ın herhangi bir varlığa benzetilmesi ve O’nun bir cisim farz edilmesi) gibi felsefî çarpık mülâhazaların cevaplandırılması , ilâhî sıfatların mevcudiyeti ve bunların çerçevelerinin belirlenmesi...” (Kendi Dünyamıza Doğru, s.91) Görüldüğü üzere Fethullah Gülen Hocaefendi, tecsim ve teşbihin sapık bir yaklaşım olduğunu ve dünden bugüne kelamcıların buna cevap verdiğini/verilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

7. “Haberî sıfatlar” yazısında ise Allah’ın zatı ve sıfatları ile ilgili teşbih, tecsim eksenli yorumların bir sapma ve bir dalalet olduğunu Yüce Yaratıcı’nın bunlardan münezzeh olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Selef-i sâlihîn, müteşâbihât konusunda olduğu gibi bu tür haberî sıfatlar hususunda da tedbirli ve temkinli davranarak bunların birer ilâhî sıfat olduğunu kabullenmenin yanında mânâlarını Allah’a havale etme yolunu tercih etmişlerdir. Halef ü selef Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in konuya bu şekilde olumlu yaklaşmalarına karşılık, ta ilk dönemlerden itibaren bir kısım Müşebbihe ve Mücessime, biraz da bu sıfatları inkâr etme durumuna düşmemek için –hâşâ– Zât-ı Ulûhiyet’i de tıpkı insanlar gibi eli-ayağı, gözü-kulağı olan, inen-çıkan, koşan-yaklaşan, sevinen-gülen ilâ âhir… bir varlık olarak tasavvur etmiş ve fikren dalâlete sürüklenmişlerdir.” (Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/180)

8. “Cenâb-ı Hak, hem kemmiyetten hem de keyfiyetten münezzehtir. Kemmiyet ve keyfiyet ifade eden kavramlarla O’nu izah etmek, olabildiğine yanlış, hatta bir sapıklıktır.” [8]

9. “Cenâb-ı Hak bütün ıtlâkattan münezzeh ve müberradır; zira her ıtlak aynı zamanda bir takyîd ve tahdîd demektir; bu türlü kayıtlar ise bize ait avârızdandır. Hakk’ı, Hak makamında, halkıda halk zemininde görmek dinî bir esastır. Bunun aksine bir mütalâa ise apaçık bir halt ve karıştırmadır. Kullara düşen vazife, Hakk’a karşı tam bir teveccüh içinde bulunarak şer’-i şerif rehberliğinde ve mârifet azığıyla her zaman O ihata edilmeze yürüme ve kendi uzaklıklarını aşma gayreti içinde olmaktır.” [9]

10. Fethullah Gülen Hocaefendi, pek çok yerde İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Yüce Allah’ın teşbih ve tecsimden münezzeh olduğunu ifade eden sözlerini referans göstererek aynı çizgide inandığını ortaya koymuştur. Mesela, “Allah ve Ulûhiyet Hakikati” makalesinde şöyle demektedir: “Hakikat-i Hak, her türlü keyfiyet ve kemmiyet ifade eden hususlardan müberrâ olduğu gibi cevher ve araz da değildir; cismaniyete ait avârız ve nekâisten de münezzehtir. İbrahim Hakkı Hazretleri, akaid-i hakka-i islâmiyeyi nazmen ifade ettiği manzumesinde bu hususu ne hoş seslendirir:

“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah.”

Evet o, ne bir cisim ne cevherdir, ne tecezzi ve inkısamı söz konusu olan bir küll ve küllî ne bunlara ait bir cüz ve cüz’î ne de yarattıklarını hatırlatan bir şekil, suret ve mahiyettedir; O, bütün bunların hepsinden berî öyle bir Evvel ü Âhir ve bir Zâhir u Bâtın’dır ki, zuhurunda bâtınlardan daha bâtın, istitârında da zâhirlerden daha zâhirdir. İş ve icraatında bizzat temas ve mübâşeret söz konusu olmadığı gibi makasıd-ı sübhaniyesini ifade buyururken de âzâ ve cevârihten münezzehtir.” [10]

11. “Konuşurken ve düşünürken Cenab-ı Hakk’ın “tenzihî sıfatlar”ını mutlaka nazar-ı itibara almak lazımdır. Bunlara “selbî sıfatlar” da denir; acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma ve zamana bağlı olma… gibi eksiklik ve kusur sayılan evsaftan Allah Teâlâ’nın münezzeh ve müberra bulunduğunu gösteren bu ifadelerin bir kısmını İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle sıralar:

“Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.”
[11]

Hocaefendi, ilk eserlerinden bugüne kadar daha pek çok yerde Ibrahim Hakkı hazretlerinin Ehl-i Sünnet uluhiyet inancını ve Allah’ın teşbih ve tecsimden münezzeh olduğunu bildiren bu ifadelerini zikrederek kendisinin de bu çizgide bir inanca sahip olduğunu ortaya koymuştur. Zikrettiğimiz bu misaller misal kabilindendir, inhisar için değildir. Daha fazla referans isteyenler şuralara da bakabilirler: Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 94; Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/40; Bir I’caz Hecelemesi, s. 365; Kendi İklimimiz, s. 155; İkindi Yağmurları, s. 335; Sohbet Atmosferi, s.236.

Görüldüğü üzere Fethullah Gülen Hocaefendi, Allah’a “tecsim” ve “teşbih” isnadının apaçık bir sapıklık, Hak Teâlâ’nın ise bunlardan münezzeh ve mukaddesiyetinin ise doğru ve sağlam inanç esası olduğunu eserlerinden pek çok yerde gayet net hiçbir tefsir, tevil ve yoruma ihtiyaç bırakmayacak şekilde ifade etmiştir.

Işin doğrusu Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinde başta uluhiyet hakikatı, tevhid inancı olmak üzere İslam inanç manzumesi çok hassasiyetle ele alınmıştır. O, ele aldığı her konuyu Ehl-i Sünnet inancı ekseninde işlemiştir. Onun eserlerine insaf ile bakanlar Kur’an, Sünnet, sahabe anlayışı, selef-i salihin çizgisinde bir ulûhiyet inancının, tevhid akidesinin hemen her yerde bir nabız gibi attığını görürler.

Durum böyle iken raporu hazırlayanların buraları okumamaları, görmemeleri veya görmezlikten gelmeleri ve üstelik de bütün eserlerini okunup, incelediklerini iddia etmeleri ne manaya gelmektedir? Bir de bu yaptıklarına ilmî, akademik kılıf giydirmeye çalışmalarını nasıl anlamak gerekir? Şimdi şu raporu hazırlayan veya kendi adlarına yayınlanmasını kabul edenlere sormak gerekir: Siz Fethullah Gülen’in eserlerini inceleyerek bu raporu hazırladığınızı iddia ediyorsunuz. Bu naklettiğimiz kısımları okumadınız mı? Yoksa görmezlikten mi geldiniz! Okumadan okuduk demek veya okuduğu halde görmezlikten gelmek bir cehalet ve iftira değil midir? Böyle bir yaklaşım hangi ilim, iman, ahlak ve insanî kriter ile izah edilebilir?

Anlaşıldığı üzere Fethullah Gülen’in eserlerinden onu “tadlil” ve “tekfir” edecek malzeme bulamayan DIB, onun zat-ı uluhiyet ile ilgili mecazî, teşbihî ifadelerine yapışmadan başka bir çare bulamamış. Şimdi raporda Hocaefendi’nin tadlil ve tekfirine delil olarak getirdiği kısma geçmek istiyoruz.

“Mihrabın imamı Hz. Muhammed Mustafadır. Mimberin hatibi Hz. Muhammed Mustafa’dır ve cami bununla manen donatılmıştır. Camiye denk bir mabet yer yüzünde yoktur, olamaz. Nasıl olabilir ki, biz hayalimizde az derinleştikçe, az büyüttükçe, az yaklaştırdıkça, az asırları aştıkça imamın sesinde bile O’nu (s.a.s.) duyarız. İmamın soluklarında onu (s.a.s.) yakalarız. İmamın eğiliş ve kalkışında onu duyar onu (s.a.s.) hissederiz. Çünkü o (s.a.s.) canlarımızın canı, artık bize ruh olmuştur.” (Görüntülü Vaazlar 1-Hisar 1, Kutsilerin Takvası, 26.11.1989 dk. 10:40-12:00).

Raporu hazırlayanlar Hocaefendi’nin bu ifadelerinden şöyle bir çıkarsamada bulunmaktadır:

“Allah’a göz isnad edilmesi ve Hz. Peygamber’in onun gözünün içine baktığının ileri sürülmesi Yüce Allah’ı cisim olarak düşünen veya O’na cismanî özellikler nisbet eden tam bir ‘Mücessime’ ve Allah’ı yaratıklara benzeten ‘Müşebbihe’ tavrıdır. Sapkın dinî anlayışlara sahip bu grupların (fırak-ı dâllenin) söylemlerinin örgüt lideri tarafından özensizce, cemaate nüfuz etmek için kullanılması onun ya bilgisinin ya da dinî duyarlılığının eksik olduğunu açıkça ortaya koymakta; daha yerinde bir ifadeyle, iman esasları dâhil hiçbir kutsal değeri istismar etmekten çekinmeyen cüretkâr tavrını gözler önüne sermektedir.” (Rapor, 14-15)

Özetle Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Allah’a mekan izafe ettiği ve tecsime kail olduğu iddia edilmekte daha doğrusu ithamında bulunulmaktadır. Bu iddiaya delil olarak da Hocaefendi’nin Allah’ın camide kullarını gördüğünü anlatırken kullandığı mecazî ifadelerdir:

O meclis öyle bir meclistir ki o meclisin kürsisinde artık bakan, gören, duyan, her şeyimize nigehban olan (haberdar olan) Allah vardır.”

“Ve burada O’nun gözünün içine bakan, O’nun cemâl-i bâkemâlini müs ̧ ahade eden Hz. Muhammed Mustafa vard ı r”

Herşeyden önce Hocaefendi, yukarıda zikredilen konuşmada camiye gelen insanları Allah’ı tazim etmeye ve O’nu görüyor gibi kulluk yapmaya teşvik etmektedir. Bunu da mecazi ifadelerle anlatmaktadır. Zira pek çok mana ve muhtevanın, aşkınlığın anlatımında mecazî bir dil kullanmak maksadın anlaşılması adına dünden bugüne başvurulan bir yoldur. Üstelik hemen her dil ve anlatımda mecazi ifade ve anlatımlar vardır. Türkçe’de de vardır. Vahyin dili olan Arapçada da pek çok mecazî anlatım vardır. En önemlisi de dinimizin temel kaynağı Kur’an ve Sünnet’te de pek çok mecazi ve müteşabih ifade ve anlatımlar vardır. Bu mecazî anlatımları zahirine hamletmek dilin hususiyetlerini bilmemek demektir ki buna cehalet denir. Nitekim bu cehalet, bazılarının dünden bugüne dinin doğru anlaşılıp doğru yorumlanması konusunda bazılarına mâni olmuş ve onları dalalete sürüklemiştir.

Hocaefendi’nin konuşması kendi bütünlüğü içinde değerlendirildiğinde şu mananın kastedildiği açıkça anlaşılır: Mabede girenler orada Allah’ın azametini, O’nun kullarını görüp gözettiğini ihsan şuuru ile hareket ederek hissetmelidirler. Bu anlatım cemaati, hayal güçlerini kullanarak, kürsideki vaize takılmadan okunan ayetlerin kelamullah olduğnu hissetmeye teşviktir. Bu da dilimizdeki mecazi ifadelerle yapılmaktadır. Mihrap ve minberin gerçek sahibi ve temsilcisi Peygamber Efendimiz’in konumunu, onun Allah ile münasebetini cemaate onların anlayacağı bir dil ile müteşabih ifadelerle anlatma gayreti ve heyecanı vardır. Nitekim pek çok, hatip, vaiz ve imam mabedde insanlara Allah’ın her şeye nigahban olduğunu, Yüce Yaratıcı’yı görüyor gibi kulluk yapmaya teşvik etmektedirler. Cenab-ı Hakk’a mekan, cisim vs. nispet etmenin dalalet manasına geldiğini pek çok yerde vurgulayan Gülen’in bu ifadelerini şartlı, yanlı, zahiri bir anlayış ile yorumlayarak onu tadlil ile itham etmekte delil olarak kullanmak doğru değildir. Bunun doğru olmadığını iki açıdan ele almak gerektiği kanaatindeyiz. Birincisi: Kulluğu ihsan şuuru ile (Biz Allah’ı görmesek de O’nun bizi gördüğünü bilmek ve hissetmek) yapmaya teşvik etmenin dinde önemli bir yeri vardır. İkincisi: Mecaz ve müteşabih ifadeler dinin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te de vardır.

Camide İhsan Şuuru ile Bulunmanın Mecazî İfadelerle Anlatımı

Allah’a kulluğun ihsan şuuru ile yapılması İslam Dini’nin gösterdiği bir hedeftir. Dinimizin gösterdiği bu hedefin dinî kriterlere uygun olmak kaydıyla, dili en etkili şekilde kullanarak cemaate anlatmak vaaz ve irşadın önemli bir esasıdır.

İslam Dini, “Cibril Hadisinde” ifade edildiği üzere iman, islam ve ihsan üzerine temellenmektedir. “İhsan”ın ne manaya geldiği de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından “ Görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” şeklinde tarif edilmiştir. (Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 1, 5, 7)

Pek çok ayette de Allah’ın insanlarla beraber olduğu bildirilerek maiyyet-i ilahî şuuruyla yaşamanın ne kadar önemli olduğuna vurgu yapılmıştır. Örnek olarak şu ayetleri zikredebiliriz:

“Nerede olursanız olun O (Allah) sizinle beraberdir.” (Muhammed sûresi, 47/35; Hadid, 57/4) “Şüphesiz Allah işiten ve görendir.” (Hac sûresi, 22/75)

Bu itibarla bir Müslümanın Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyormuş olma şuuru, inancı ve hissi ile ibadetlerini edası, hayatını o şuurla tanzim etmesi dinin sahibinin bildirdiği bir hedeftir. Tabii bu da zahirilerin, mücessime ve müşebbihenin anladığı manada değil, vicdanen, kalben, ruhen Allah’ı duyup, hissetmek, O’nun huzurunda bulunduğunun şuuruyla yaşamak demektir.

Bu itibarla Fethullah Gülen’in cami cemaatine pek çok vaiz ve hatibin yaptığı gibi Allah tarafından görüldüklerini, O’nu görüyormuş gibi O’na ibadet etmelerini ve bu şuur içinde mabedde bulunmaya teşvik etmesi hem dinin ruhuna uygundur, hem de yapılması gereken bir irşattır.

İkincisi; Bu tür konuların mecaz ve müteşabih ifadelerle anlatılması mahzurlu değildir. Dinimizin temel kaynağı olan Kur’an ve Hadis’te pek çok mecaz ve müteşabih ifadeler vardır. Onları zahiri manalarına göre anlamak hem bir cehalet hem de dalalet sebebi kabul edilmiştir. Hemen hemen her dil ve anlatımda mecazi ve müteşabih ifadeler vardır ve o dili bilenler de onları ona göre kullanırlar. Kullanırken de zahiri manalarını kastetmezler.

Böyle bir girişten sonra Kur’an ve Sünnet’teki mecazi ifadelerin nasıl anlaşıldığına geçmek istiyoruz.

Kur’an ve Sünnet’teki Mecazi ve Müteşabih Anlatımlar

Kur’an’da pek çok hakikat, mecazî ve müteşabih ifadelerle anlatılmıştır. Bu mecazi ve müteşabih anlatımların doğru anlaşılması da muhkem nassların ifade ettiği manaların referansına ve o sözün kullanıldığı dilde ne manaya geldiğinin nazarı itibara alınmasına bağlıdır.

Kur’an ve Sünnet’teki müteşabihatın doğru anlaşılmasında iki temel esasa riayet edilmesi gerekir. Birincisi müteşabihatı muhkemata irca ederek yani muhkem nasların ifade ettiği manayı merkeze koyarak ve onların onayına bağlayarak bu tür ifadeleri yorumlamak. Ikincisi ise mecaz, istiare gibi sanatlarla ifade edilen manayı esas almak.

Cumhur-u ulema bu tür müteşabih ayetlerin manasının doğru anlaşılmasını, Arap dilinin kaideleri, istiare ve mecaz gibi dilin sanat özelliklerine göre tefsir edilmesine bağlamıştır. Mesela Arapçada göz veya gözler ile ilim, bilme kastedilmektedir. “Falan, falanın gözünün ve kulağının önündedir” denir ki bunun manası ondan uzak olsa bile onu ve yapıp ettiklerini iyi bilir demektir.

Zikredilen bu hususları nazar-ı itibara almadan mecaz ve istiare ile anlatılanları zahirine göre yorumlamak hem bir sapma hem de dilin hususiyetlerini bilmemenin verdiği bir cehalettir.

Kur’an, muhkematın esas olduğunu, müteşabihatın muhkemata irca edilerek yorumlanması gerektiğini bildirmektedir. Aksine muhkematı görmezlikten gelerek müteşabihatı merkeze koyarak yorumlayanların kalplerinde bir kayma, bir sapma olduğunu bildirmektedir. (Âl-i imran, 3/7 ) İslam âlimleri Kur’an’da bildirilen muhkem nasları merkeze koyarak onun referans aralığında müteşabih ayet ve hadisleri yorumlamış, onları zahiri manalarına hamletmemişlerdir.

Bunu bir örnekle izah etmek istiyoruz:

Kur’an’da zat-ı uluhiyeti tanıma ve tanıtma mevzuunda şu muhkem naslar esastır:

“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûra 42/ 11)

“Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas, 112/4)

Bu muhkem ayetler, Allah’ın eşinin benzerinin olmadığını gayet net ifade etmektedir. Manası açık ve net olan bu tür ayetlerin yanında Zat-ı uluhiyet ile ilgili pek çok müteşabih ayet de vardır. Mesela, pek çok ayette Allah’ın “vech”inden bahsedilmiştir. (Kasas, 28/88; İnsan, 76/9; En’am, 6/52) Zikrettiğimiz bu müteşabih ayetlerde geçen “vech” zahiri manasında ele alınmayarak-zahiri manada ele almak Allah’a uzuv isnat etmek, onu sonradan yaratılan mahluklara benzetme manasına gelir- “O’nun benzeri hiç bir şey yoktur” muhkem ayeti esas alınarak geçtiği yere göre Allah’ın zatı, sıfatları, rızası, hoşnutluğu gibi manalar verilmiştir. Yine Kur’an’da geçen “yedullah” (Allah’ın eli) (Fetih, 48/10; Maide, 5/64) daki “Yed” (el) kudret manasınadır. Nitekim, Araplar “La yede li bikeza” derler ki manası “benim bunu yapmaya kudretim, gücüm yok” demektir. (Ibn-i Atiyye, el-Muharreru’l-veziz fi tefsiri’l-kitabi’l-aziz, 2/215)

Raporun Hocaefendi’yi itham ettiği konu ile ilgili Kur’an’daki mecazi, müteşabih anlatımlardan misaller üzerinde durmak istiyoruz. Raporda Hocaefendi’nin cami cemaatine Allah’ın huzurunda bulunduklarını, O’nun tarafından görüldüklerini mecazi ifadelerle anlatmasını serrişte ederek bundan “tecsim” ve “teşbih” çıkaranlar Kur’an’daki şu ifadeleri nasıl yorumluyorlar acaba?

Kur’an’da Allah’ın Hz. Musa’yı firavun zulmünden koruması, özel lütuf ve inayetini mazhar kılması anlatılırken mecaz ifadeler de kullanılmıştır. Şöyle ki Firavunun dünyaya gelen erkek çocukları katletmesinden ötürü Hz. Musa’ya hamile olan annesi çok tedirgindi. Allah Teâlâ, ona çocuğunu bir sepete koyarak denize bırakmasını ilham etmişti. Sepetin içinde denize bırakılan çocuk firavunun sarayının önüne kadar getirilmiş ve onu gören firavunun hanımı tarafından çok sevilmiş ve kendilerine evlat olmak üzere alıp sarayda yetiştirmişlerdi. Allah’ın sepet içindeki bebek halindeki Hz. Musa’yı görenlerin hemen seveceği fevkaladeden bir sevimlilik, güzellik bahşettiği bildirilerek böylelikle onun ilahî bir muhafaza, gözetim ve riayet altında yetiştirildiği şu şekilde ifade edilmiştir: “Sana karşı (Ey Musa) gözümün önünde yetişdirilmen için kendimden bir sevgi bırakmışdım.” )Taha, 20/39)

Kur’an’da değişik ayetlerde kullanılan bu anlatım şekli ile –haşa ve kella- Allah için tecsim ve teşbih ifade edecek bir mana söz konusu değildir. Bunun manası “Benim ilmim, muhafazam, riayetim altında özel himaye, riayet ve lütfuma mazhar olarak yetiştirilmen için” demektir. Bir şeyi bilen onu başına gelecek bela ve musibetlerden korur. Bir şeye nazar eden bakıp gözeten onu belalardan muhafaza eder, ona zarar verecek, eziyet verecek şeylerden korur. Zira bir şeye nazar eden göz burada korumanın sebebidir. Sebebin ismi, müsebbebe mecazen verilmiştir. (Razi, Mefatihu’l-gayb, 22/48)

Diğer bir ifade ile koruma ve muhafaza etmeyi ifade etmek için mecazın bir çeşidi olan istiarey-i temsiliye kullanılmıştır. Zira muhafaza altına alınan şey göz önünde bulundurulur ve ona lütuf ve ihsanda bulunulur. (Âlûsi, Ruhu’l-meânî, 8/503)

Pek çok müfessir ayette geçen “gözümün önünde yetiştirilmen” ifadesinin mecaz olduğuna vurgu yapmış ve bunun “ilim, hıfz, görüp gözetmek” gibi manalara geldiğini, ilgili şahsa gösterilen özel ihtimamı, hıfzı, riayeti ifade ettiğine dikkatleri çekmişlerdir. (El-Maverdî, en-Nüket ve’l-uyun, 3/402; Nesefi, Medariku’t-tenzil ve hakaiku’t-tevîl, 2/464) Nitekim Diyanet’in hazırlattığı tefsirde de ayette geçen bu ifadenin mecazî bir anlatım olduğu kabul edilmiş ve ona göre “gözetimimizde yetiştirilesin” şeklinde bir mana verilmiştir. (Kur’an Yolu, Taha, 20/39.ayet)

Bir başka misal olarak müşriklerin değişik inkar, demagoji vs. tutumları karşısında Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimiz’e yaptığı şu hitabı zikretmek yerinde olur:

“Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret! Çünkü sen Bizim gözümüzün önündesin.” (Tur, 52/48) Ayette geçen “gözümüzün önündesin” ifadesi zahiri manasına olmadığı mecazi, müteşabih bir mana ifade ettiği müfessirler tarafından gayet net ifade edilerek ilgili kısma: “ilmimiz, muhafazamız, görüp gözetmemiz, nezaretimiz” altındasın şeklinde bir mana verilmiştir. (Razi, Mefatihu’l-gayb, 14/386; el-Maverdî, en-Nüket ve’l-uyun, 5/387; Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-te’vil; 5/156; ibn-i Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-azîm, 7/438; Zemahşerî, Keşşaf, 6/436; Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, s.4566; Tahir b. Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvîr, 27/84)

Bu konu ile ilgili vermek istediğimiz son bir misal de şu ayettir:

“ (Hz. Nuh’un yaptığı) gemi, gözlerimizin önünde akıp gidiyordu” (Kamer, 54/14)

Bu ayette geçen “gözlerimizin önünde” ifadesinin de yine mecaz bir anlatım olduğu kabul edilerek “hıfz, muhafaza” manaları verilmiştir. (Beydavi, Envaru’t-tenzil ve esraru’t-te’vîl, 5/165; Ebu’s-Suud, Irşadu akli’s-selîm ila mezaya’l-Kitabi’l-Kerîm, 8/169 )

Bu zikredilen ayetlerde geçen “a’yunina” (gözümüzün önünde) ifadelerini Islam akide alimleri görüp gözetme, muhafaza etme manasına mecaz olduğunu söylemişlerdir. (Cürcani, Şerhu’l-mevakıf, 3/153) Allah’ın insanlar gibi bir gözünün, uzvunun olduğunu ve olayların gözünün önünde cerayan ettiği şekilde anlamamışlardır. Zira Allah, muhkem naslarda bildirildiği üzere (Şûra 42/ 11; Ihlas, 112/4) yaratılmışlara benzemekten münezzehtir.

Netice itibariyle Kur’an’daki bu tür ifadelerin mecaz olduğunda cumhuru ulema ittifak etmiştir. Bu ifadelerde zat-ı uluhuyeti tecsim ve teşbih söz konusu değildir. İnsanların kullandığı görme ve hissetmeyi ifade eden kelime ve suretlerle yüce hakikatleri, akli manaları onların daha iyi anlamalarına yardımcı olacak bir üslup ile anlatma vardır. (Taftazani, Şerhu’l-makasıd, 2/110)

Ayetteki “aynî” (gözümün önünde” ifadesinin mecaz olduğu kabul edilmediği zaman -tıpkı rapor yazanların bakış açısında olduğu gibi –haşa-Allah’ın gözü var da onun önünde büyütülüyor gibi tecsim ifade eden bir anlam vermek gerekir. Bu da Allah’a cisim, uzuv izafe etmek demek olduğundan dolayı dalalettir. Nitekim, Kur’an’daki mecazi ifadeleri zâhiri manasına göre kabul ederek mana veren, yorumlayanlar dalalete sürüklenmişlerdir.

Peygamber Efendimiz’in hadislerinde de müteşabih, mecaz ifadeler vardır. Kur’an’da geçen ifadelerden yeterince örnek verildiğini düşünerek Efendimizin beyanlarından iki tane örneğin yeterli olacağı kanaatindeyiz: Peygamber Efendimiz Abdullah İbn Abbas (r.a)’a : “Evladım! Sen Allah’ı gözet ki O da seni gözetsin. Sen Allah’ı gözetirsen O’nu önünde bulursun. İsteyecek olursan yalnız Allah’tan iste!” buyurmuştur. (Tirmizî, Sünen, Kıyame, 59; İmam Ahmed, Müsned 1, 307).” Mecaz ve müteşabihi anlatimi zahiri manada anlayanlar Allah Resulü’nün bu ifadelerinden onun –haşa ve kella-Allah’a fiziki bir mekan isnat ettiği, tecsim ve teşbihde bulunduğu şeklinde bir manayı kabul etmek zorunda kalacaklardır.

Bir başka misal olarak şu hadis-i kutsîyi zikredelim: “Kulum Beni andıkça Ben hep onun yanındayım.” (Buhârî, tevhid 15; Müslim, zikir 2, tevbe 1) "onun yanındayım” demek fiziki bir beraberlik manasına mıdır? Haşa ve kella. Yanındayım demek, “rahmet ve inayetimle” onun yanındayım demektir.

Mecaz ve istiare gibi anlatım yollarıyla bildirilen hakikatleri zahirine hamlederek yorumlayanlar, müşebbihe ve mücessime gibi dalalete sürüklenmişlerdir.

Bu itibarla herhalde Din Işleri Yüksek Kurulu üyelerinin muhkem, müteşabih, hakikat, mecaz ve istiareyi bilmeleri gerekir. Türkçe’deki mecaz ifadelerin ne manaya geldiklerini bilmedikleri düşünülemez. Hatta avam halktan insanlar bile pek çok mecaz ve istiare yoluyla söylenen sözün ne manaya geldiğini rahatlıkla bilirler.

Türkçe’deki Mecazi Ifadeler

Hemen her dilde mecazî anlatımlar vardır. Dilin bu hususiyetini o dili kullanan insanlar bilirler ve bu tür mecazî anlatımlara yüklenen manayı anlarlar. Türkçe’de de mecazî ifadeler vardır. Mesela, “Sen benim gözümün bebeğisin” denir ki manası “Senin benim yanında çok özel ve çok önemli bir yerin vardır.” demektir. Yoksa “Sen benim vücudumda fizikî olarak göz bebeğimsin” manasına değildir. Bunu herkes bilir.

Yine Türkçe’de kullanılan “gözümün nuru”, “falan falanın gözbebeği”, “gözünün içine bakıyor” gibi ifadeler ile ilgili şahsa çok önem ve değer verildiği anlatılmış olur. Yoksa ifadeleri zahirine hamlederek o şahsın fiziki olarak onun gözbebeği olduğu kastedilmez. Böyle zahirî bir mana kastedildiği söylense insanlar gülerler. Dolayısıyla Hocaefendi’nin Allah’ın insanları gördüğünü, ona göre camiye giren insanların Yüce Yaratıcı’nın huzurunda olduklarınını O’nun tarafından görüldüklerini ifade etmek için kullandığı mecazi ifadelerden “dalalet” ve “tekfir” çıkarsama teşebbüsü mecaz, istiare ve müteşabihi bilmeme demektir ki bu bir cehalettir. Hele hele bu cehaletin yüksek ilmî kariyerlere sahip insanlar tarafından sergilenmesi ve buna da ilmî, akademik kılıf giydirilmeye çalışılması ise kariyerli cehalettir.

Mecaz ve müteşabih ifadelerin o dildeki anlam karşılığını bir kenara bırakarak sadece lafzî manalarının esas alınması bir cehalet örneği olmakla kalmamış inanç ve fikir noktasında kaymalara sebebiyet vermiştir. Bu durumu iyi bilen alimler bu meselenin ehemmiyeti üzerinde durmuşlardır. Nitekm Diyanetin hazırlattığı İslam Ansiklopedisinde de mecaz ifadeleri zahirine hamlederek mana vermenin kayma noktası olduğu ifade edilmiştir.

Diyanet Islam Ansiklopedisinin Mecazi Anlatımlara Bakışı

DİB’in böyle bir rapor hazırlarken hiç değilse kendilerinin hazırlatıp neşrettiği ve tevziatını yaptığı Diyanet Islam Ansiklopedi’sine bir bakmaları gerekmez miydi? Nitekim Diyanet tarafından hazırlanan ansiklopedide “Mücessime” maddesinde mücessimenin Allah’a cismanî nitelikler izâfe eden aşırı bir grup olarak zuhur ettiğini ve bu anlayışın doğmasının en önemli sebeplerinden birinin de nasları hakikat-mecaz ayırımına gitmeksizin zâhirine göre yorumlamaları olduğuna vurgu yapılmıştır. Bunun yanında Kur’an ve Sünnet’teki zat-ı uluhiyet ile ilgili müteşabih ve mecazî ifadelerin doğru anlaşılmasında âlimlerin takip ettiği metod da şu şekilde ifade edilmiştir: “Kelâm âlimleri, haberî sıfatları naslardaki ulûhiyyet anlayışı çerçevesinde ve dil kurallarına uygun biçimde te’vile tâbi tutmuş, Allah’a doğrudan cisim isnadında bulunan yahut haberî sıfatları zâhirî haliyle benimseyip sonuçta tecsîme düşen grupları eleştirmiştir.” (DIA, “Mücessime” Mad.)

Yine konu ile ilgili olarak bir diğer madde olan “müşebbihe” de de şunlar ifade edilmiştir: “Müşebbihe mensupları naslara yaklaşım yönteminde hata etmiştir, çünkü görüşlerini belirlerken müteşâbih naslarla istidlâlde bulunmuştur. Halbuki bunların açık ve kesin mânalı nasların ışığında anlaşılması ve dilbilimsel bilgilerin yanı sıra aklî delillere dayanılarak yorumlanması zorunludur. Ayrıca Allah’ı yaratıklara benzetmek onu yaratıklarla aynı varlık kategorisine indirgemek anlamına gelir, bu ise ulûhiyyeti temellendirmeyi imkânsız hale getirir. (DIA, “Müşebbihe” Mad.)

Görüldüğü üzere DİB kendi temel kaynağında Kur’an ve Sünnet’teki mecazi ve müteşabih anlatımları lafzî manasıyla alıp ifade ettikleri mecazi anlamı bir tarafa bırakmanın bir dalalet vesilesi olduğunu gayet net ifade etmektedir. Durum böyle iken Hocaefendi’nin mecazi ifadelerinden tadlil ve tekfir çıkarma teşebbüslerini nasıl anlamak gerekir? Öyle anlaşılıyor ki başka delil bulunamamış Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 30-40 sene önce cami cemaatine yaptığı vaazlardan buldukları mecazî ifadelere mal bulmuş mağribi gibi yapışarak kendilerine verilen ısmarlama tadlil vazifesini yerine getirmeye çalışmışlar. Bunu yaparken de kendilerinin yüksek kariyerli bir cehalet örneği sergileyeceklerinin farkına varamamışlar.

Diğer taraftan bir Müslümanı keyfine göre delil ve yorumlarla tadlil ve tekfire yeltenmek ne ölçüde dinin kriterlerine, ulemanın dinden süzüp çıkardığı disiplinlere uygundur? Bir insanın mümin ve Müslümanlığına Siyasi yönetim veya onun dinin ruhuna uymayan icraatlarına dinden kılıf giydirmek isteyen, mecazı, istiareyi ve bu ifadeleri dinin muhkematına göre yorumlamayı dahi bilmeyen sözüm ona dini temsil konumunda olan kurum mu karar verir? Yoksa alimlerin dinin temel kaynaklarından süzüp çıkardığı disiplinlere mi riayet etmek gerekir? Şimdi bunlar üzerinde durmak istiyoruz.

Bir Müslümanı “tadlil” ve “tekfir” etmenin şartları

Bir Müslümanı, Islam Dini’nin temel kaynaklarına ve ulemanın onlardan süzüp çıkardığı disiplinlere riayet etmeden ulu orta “tadlil” ve “tekfir”e kalkışmak çok mesuliyetli ve çok tehlikelidir. Zira Allah Resulü, küfür ile itham edilen şahsın masum olması halinde yapılan ithamın yapanlara döneceğini bildirmiştir: “Bir Müslüman bir başka Müslümana “kâfir” dediği zaman ikisinden birisi mutlaka kâfir olur. Eğer küfür isnad edilen insan gerçekten kâfirse, o söz yerini bulur. Fakat değilse, o zaman söz, küfür isnad edene döner ve o kâfir olur.” (Buhari, edep, 73; Müslim, iman, 111).

Kur’an’ı Kerîm, dünya menfaatleri elde etmek, insanların malına mülküne çökmek için Müslüman olduğunu sözüyle, hayatıyla ortaya koyan insanlara “mü’min” değilsiniz diyerek onları tekfir etmekten nehyetmektedir: “Ey iman edenler! Yeryüzünde Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, son derece dikkatli davranın. Size selam verene/Müslüman olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici ve az bir menfaatini elde etmek için: “Sen mümin değilsin” demeyin! Unutmayın ki Allah’ın yanında birçok ganimetler vardır.” (Nisa, 4/94) Dünyevi menafaatler elde etmek için Müslüman olduğunu ifade eden insanları “Müslüman değilsiniz” diyerek öldürmeyin. Kur’an, Müslümanın malına konmak ve çökmek için aynı dine inanan Müslüman kardeşlerine “onlar Müslüman değil” diyen insanların varlığını bildirmektedir. Nitekim tarihe baktığımızda Yüce Mesaj’ın bildirdiği bu durumun dünden bugüne belli nispetlerde gerçekleştiğini görüyoruz. Bunun en açık misali Haricilerdir. Günümüzde de dünyevi makam, menfaat, cehalet, hırs, haset gibi sebeplerle Müslümanı tekfir ve tadlil edip onun malını, mülkünü hatta namusunu talan etmek neoharicilikten başka bir şey değildir.

Bir Müslümanın Müslüman kabul edilmesinin kriterlerini Peygamber Efendimiz bildirmiştir. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) kime Müslüman deneceğini şu şekilde tarif etmiştir; “Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen Müslümandır.” (Buhârî, Salat: 28; Ebu Dâvud, Cihad: 104).

Diğer taraftan Allah Resulü, başka hadis-i şeriflerinde de Müslümanların birbirini tekfir etmemesi konusunda ikaz etmiştir: “Sizin kıblenize yönelen insanları tekfir etmeyin!” (Darakutni, Sünen, 2/57; İbnü’l-Esir, Câmiu’l-usul, 1/261.)

En büyük müçtehidlerin tespitiyle insanların dinin ruhunu anlamada kendisine çok şey borçlu olduğu İmam A’zam Ebu Hanife’nin “tekfir” konusundaki şu yaklaşımı çok önemlidir: “Fıkh-ı ekber (Ehl-i Sünnet inancı), ehl-i kıbleden bir insanı herhangi bir günahından ötürü tekfir etmemek, onu dinsiz imansız ilan etmemek, iyiliği emredip kötülükten nehyetmekdir.” (İmam-ı A’zam’ın Beş Eseri, s.44.)

Ehl-I Sünnet akidesinin temel kitaplarından biri İmam Tahavî’nin “akîde”sidir. İmam Tahavî, kitabının girişinde Imam A’zam Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed Şeybanî’nin kabul ettikleri inandıkları Ehl-i Sünnet akidesini beyan ettiğini ifade etmiştir. Nitekim başta İmam Tahavî olmak üzere Ehl-i Sünnet ulemasının bir müslümanı tekfir ile ilgili kabul ettikleri temel kaide şudur: “Bir kimseyi iman dairesinden ancak kendisini mümin yapan değerleri inkar etmesi çıkarır” (Gaznevî Şerhu akideti’t-Tahavî, s.115; Said Fûde, Şerh-I akideti’t-Tahavi, s.953; Ibn-i Abidin, Reddu’l-muhtar, 4/224; ibn-i Nuceym, Bahru’r-Raik, 5/134) Bunun manası bir insan Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere iman etmekle mümin olur. Bunları inkar ettiği zaman da dinden çıkar. (Said Fûde, Şerh-I akideti’t-Tahavi, s.921)

Ehl-i Sünnet akidesinin en önemli temsilcilerinden biri olan Allame Taftazani, Şerhu’l-akaid adlı eserinde; “Ehl-i Sünnet’in prensiplerinden birisi ehl-i kıbleden olan bir insanı tekfir etmemektir.” ifadesiyle Müslümanları tekfir etmemenin ehl-i Sünnet çizgisinin temel bir esası olduğuna vurgu yapmıştır. Nitekim ülkemizin kelam ilminin duayen [HO3] hocalarından merhum Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Taftazani’nin bu tespitini naklettikten sonra, “Kaynaklar bu noktada hemen hemen ittifak halindedirler.” demektedir. (Kelam’a Giriş, s.134)

Diğer taraftan İslam Fıkıh alimleri; “Bir Müslümanın küfrünü gerektirecek pek çok ihtimal var iken bir tanesi küfrüne mani ise onun kâfir olduğuna fetva verilemez.” demişlerdir. (İbn-i Nüceym, Bahru’r-Raik, 5/135; İbn-i Abidin, Haşiyet-i reddi’l-muhtar, 3/289 )

Bediüzzaman hazretlerinin bu konudaki şu tespit ve yaklaşımı da çok önemlidir: “Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.” (Emirdağ Lahikası, s.194) Üstad Bediüzzaman, Islam dini’nin zem ve tekfire bakış açısını çok veciz bir şekilde seslendirdiği bu tesbitiyle; dinimizde bir insanı neden kötülemedin, onu tekfir etmedin diye bir emir olmadığını, aksine bir insanın zemmedilip, tekfir edildiğinde ise şerî hüküm olduğuna vurgu yapmaktadır. Şöyle ki; tekfir de haksız olan kimsenin en büyük zararı kendisinedir. Zira, haklı olduğunda hiçbir hayır ve sevabı elde etmesi söz konusu değildir.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Müslümanlığını sorgulayarak onu “tadlil” ve “tekfir”e teşebbüs eden DIB, hiç değilse bizzat kendilerinin Müslümanlara kaynak olarak hazırlayıp neşrettikleri İslam Ansiklopedisi’nin 40. Cildindeki “tekfir” maddesine bir baksalardı bu hataya düşmezlerdi. Bahsi geçen maddede bir Müslümanı tekfir etmenin ne kadar sakıncalı olduğuna değişik açılardan vurgu yapılmıştır. Bir Müslümanı tekfir konusunda da Ehl-i Sünnet âlimlerinin; “100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun Müslüman olduğuna hükmedilir.” görüşünün bu konuda esas alınması gerektiği ortaya konulmuştur.

Buraya kadar zikredilen kriterlerle meseleye bakarsak Muhterem Fethulllah Gülen Hocaefendi, Islam’ın iman, ibadet ve ahlaki değerlerini bizzat yaşayan, yazılı ve sözlü eserleriyle anlatan, ülkemizde ve 180 yakın ülkede binlerce, milyonlarca insanın bu yüce değerlerle buluşmasına, sevmesine ve hayata taşımasına rehberlik yapan bir insandır. Hocaefendi, Diyanet camiasının tanıdığı, bildiği, vaazlarını, sohbetlerini dinlediği, yazılı ve sözlü takdirlerini ifade ettikleri üstelik düne kadar çocuklarını, yakınlarını onun rehberliğinde açılan kurumlara gönderebilmek için yarıştıkları bir Islam alimi ve maneviyat rehberidir. Hocaefendi’nin 30-40 sene önce cami cemaatine yapılan ve kayıt altına alınarak herkesin kolayca ulaşabileceği vaaz ve sohbetlerindeki İslam’a uygun olmayan ifadelerini şimdiye kadar göremediler de birden bire gücün, kuvvetin ve makamın ısmarlama emriyle mi gördüler?

DİB’in Takdirinin Tadlil ve Tekfire Dönmesi

Fethullah Gülen Hocaefendi, yıllarca Diyanet Işleri Başkanlığına bağlı bir vaiz olarak camilerde halka vaaz etmiştir. Yaptığı vaazlar da diyanetin gözetim ve kontrolü altında yapılmıştır. Üstelik bu vaaz ve sohbetler kayıt altına alınarak toplumun hemen her kesimden insanın rahatlıkla ulaşabildiği, dinlediği, seyrettiği bir formattadır. Şimdiye kadar DIB, Hocaefendi’nin binlerce sesli, 80 kadar yazılı eseri hakkında dinin ruhuna uymadığı hususunda en küçük bir görüş bildirmemiştir. Tam tersine Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin rehberliğinde yapılan Ebedî Risalet, Kutlu Doğum proğramlarına iştirak etmişlerdir.

Özellikle dünyanın hemen her coğrafyasından alim, mütefekkir, akademisyen ve kanaat önderinin katıldığı Kur’an, Sünnet, Kur’an ve Ilmî Hakikatler, Peygamber Yolu, İcma gibi Islam Dini’nin temel bilgi kaynaklarını ele alan sempozyumlara başta Diyanet işleri başkanları, din işleri yüksek kurulu üyeleri, müftüler, vaizler ve pek çok ilahiyat fakültesi dekanı, öğretim üyesi, konuşmacı ve dinleyici olarak bilfiil yer almışlardır. Yer almanın ötesinde Islam Dini’nin temel değerleri ile insanları yeniden buluşturan bu proğramların ne kadar önemli olduğunu takdir ve tebrik etmişlerdir.

Raporu Deklare Eden Başkanın Hocaefendi’ye Yazdıkları

Bunun da ötesinde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin kendilerinin yetişmesinde emeği olduğunu ifade etmişlerdir. Misal olarak Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in, 25 Nisan 2013 tarihli kendi el yazısı Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'ye hediye ettiği Hadislerle İslam (Diyanet Yayınları) kitabının ilk sayfasına yazdıklarını aynen naklediyoruz:

O günden bugüne Fethullah Gülen’in yazılı ve sözlü eserlerinde Islam Dini’ne inanc bağlılığında ne gibi bir değişiklik oldu? Değişen bir şey yok ilk başladığı günden bugüne Ehl-i Sünnet çizgisinde hizmetlerine devam ediyor. Değişimin, gücün ve makamın kapı kulu fetvacıları haline gelenlerde aranması gerekmez mi? Kendilerine verilen ısmarlama tadlil ve tekfir raporu için dün ak dediğine bugün kara diyen, Gülen’in dünya kadar yazılı ve sözlü eserinden dinin ruhuna uymayan bir şey bulamayınca 30-40 önceki mecaz ifadelerine yapışanlarda aranmalıdır.

Dünya Ulemasının Bakışı

Fethullah Gülen Hocaefendi, inanç, düşünce, aksiyon ve hizmet felsefesi dünyanın hemen her coğrafyasından Islam aliminin tanıdığı ve bildiği bir alim, mütefekkir ve aksiyon insanıdır. Eserleri kırktan fazla dünya diline çevrilmiş ve fikir ve aksiyon atlası üzerinde makale, tebliğ, master, doktara gibi yüzlerce akademik çalışma yapılmıştır.

İslam Dünyasının en önemli ilim merkezlerinden biri Mısır’daki El-Ezher üniversitesidir. Dünden bugüne el-Ezher uleması Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat inancının en önemli temsilcisi olmuştur. Bu hakikati az çok ilim ile alakası olan herkes bilir. Hocaefendi’nin Arapçaya tercüme edilen kitapları Ezher ulemasının inceleyip onay vermesinden sonra Mısır’da neşredilmiş/neşredilmektedir. Ezher uleması Ehl-i Sünnet inancına muhalif olan eserlerin neşrine onay vermemektedir. Ezher uleması onay vermenin de ötesinde takdirlerini ifade etmişler ve istifade edilmesi için Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikir atlası ve hizmet modeli üzerine akademik çalışmalar yaptırmışlardır. Ayrıca Gülen’in makaleleri Ezher’in dergisinde de yayınlanmıştır.

Sadece orada değil, Fethullah Gülen’in İslamî inanç, yorum ve hizmet hareketi üzerine İslam Dünyasında arapça onlarca master ve doktora tezi yapılmıştır. Bunların hiçbirisinde Hocaefendi’nin Islamî değerlere bağlılığı bırakın tadlil edilmeyi, sorgulanmamış aksine takdirle yad edilmiştir.

Diğer taraftan Prof. Dr. Ali Cuma, Prof. Dr. Said Ramazan el-Bûtî, Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, Prof. Dr. Fethi Hicazı, Prof. Abdurrezzak Gassum, Prof. Dr. Muhammed Imara, Prof. Dr. Vahidüddin Han, Prof. Dr. Abdülhamid Medkur gibi önde gelen pek çok Islam alimi Hocaefendi’nin Islam’ın temel değerlerine bağlılığını, temsilini, yorum ve açılımlarını örnek alınmak üzere takdirlerini ifade etmişlerdir. [12]

Netice

Diyanet İşleri Başkanlığı Din Işleri Yüksek Kurulu tarafından hazırlanan ve Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tadlil ve tekfire yeltenen rapor ile ilgili yaptığımız çalışmada ulaştığımız sonuçlar şu şekildedir:

1. Rapor, ilmi çalışma usullerine riayet edilerek hazırlanmamıştır. Herhangi bir konuda ilmi araştırma, inceleme yapılırken konuya bir bütün halinde bakmak, bir sözü, bir düşünceyi ele alındığı siyak ve sibaktan koparmadan incelemek esastır. Böyle yapmayıp parçacı bir yaklaşım ile işine gelen kısmı alıp, bağlamından kopararak keyfi yorumda bulunmak hem islam âlimlerinin usulüne, hem ilmi çalışma disiplinlerine ve hem de hakikate tamamen zıttır. Raporun “Kendi Dilinden” denilerek Fethullah Gülen’in bütün eserlerinin okunarak, analiz ve sentez edilerek hazırlandığı iddiası gerçeğe terstir. Zira, Gülen, pek çok eserinde uluhiyet hakikatini, tevhid inancını ele alıp işlemiş, Zat-ı Uluhiyet hakkında tecsim ve teşbih düşüncesinin bir sapıklık ve dalalet olduğunu gayet net olarak hem de defalarca ifade etmiştir. Durum böyle iken raporu hazırlayanlar veya onun kendi adlarına yayınlanmasını kabul etmek zorunda kalanlar Gülen’in Ehl-i Sünnet inancına kılı kırk yaran bir hassasiyetle bağlılık içinde uluhiyet hakikatını anlattığı dünya kadar yeri okumamış veya görmezlikten gelerek onun Allah’ın insanları görüp, gözettiğini, camiye giren insanlarında bu şuur ile hareket etmeleri gerektiğini anlattığı mecazi ifadelerini delil kabul ederek onu tadlil ve tekfire teşebbüs etmişlerdir. Bu şekilde hareket etmeleri dinin ruhuna tamamen muhaliftir.

2. Delil olarak getirdikleri mecazi anlatımlar ise tam bir cehalet örneğidir. Zira Kur’an ve Sünnet’te Zat-ı uluhiyet ile ilgili pek çok mecaz ve müteşabih ifade vardır. Mecaz ve müteşabih ifadelere zahirine göre mana vermek hem bir cehalet hem de dalalet sebebi kabul edilmiştir. Bir sözün hakikat, mecaz veya müteşabih bir ifade olduğunu bildiği halde bilmiyormuş gibi davranmak ve üstelik bir de buna akademik ilmî kılıf giydirmeye çalışmak ise kariyerli cehalet ve iftiradır. Ömrünü Ehl-i Sünnet ulemasının ortaya koyduğu çizgide Islam inanç manzumesini; Allah ve Resulüllah’ı tevhid ve uluhiyet hakikatini kılı kırk yaran bir hassasiyetle anlatmaya, sevdirmeye adamış bir ilim ve fikir insanını zıddı ile yaftalamaya çalışmaktır.

3. DİB’in bu raporu kendilerinin de itiraf ettiği üzere siyasi iradenin talimatı ile hazırlanmıştır. Bu durum DİB’in bundan böyle din adına yapacağı açıklamalara olan güvenilirliği bitirmiş ve onu siyasetin istediği zaman kullandığı bir araç haline getirmiştir.

4. İktidarda kalabilmek için makyavelistçe hareket eden, kendi menfaati için her şeyi mübah gören siyasetin temsilcileri, insanların imanı ve Müslümanlığı hakkında karar mercii olamaz.. Bu konuda ölçü, ulemanın dinin temel kaynaklarından süzüp çıkardığı kriterler ve bu kriterleri esas alan alimlerin görüşüdür. Gücün, kuvvetin kapı kulu fetvacıların ısmarlama raporları ise kendilerini dünyada ve ahirette rezil-rüsvay eden bir belgeden öteye geçemeyecektir.



[1] Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/32, 2/185; Fasıldan Fasıla, 2/70, 4/38; Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3/131-132; Fatiha üzerine Mülahazalar, s.70.

[2] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/67.

[3] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2/214.

[4] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2/176.

[5] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/61.

[6] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 3/111.

[7] Gurbet Ufukları, 1/15.

[8] Fasıldan Fasıla, 4/127

[9] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/65.

[10] Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/70.

[11] http://www.herkul.org/bamteli/elest-bezmi-ahde-vefa-ve-hak-la-muenasebet/ ; Fatiha Üzerine Mülahazalar, s. 94; Asrın Getirdiği Tereddütler, 1/29; Bir I’caz Hecelemesi, s. 365; Kalbin Zümrüt Tepeleri, 4/70; Kendi İklimimiz, s. 155; İkindi Yağmurları, s. 335; Sohbet Atmosferi, s.236.

[12] Bkz. Muhammed Yasin Abdulhamit Ahmet, Tecribetu’ş-şeyh Fethullah Gülen ed-Daaviyye. (Ezher Üniversitesi Usuliddin Fakültesi’nde 2. 16. 2017 tarihli master tezi.)