Türkiye’nin beklemedeki cumhurbaşkanı

Türkiye’nin beklemedeki cumhurbaşkanı

Ben bu yazıyı yazarken, 10 Ağustos’ta yapılacak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı için yarışma ihtimali her geçen gün artıyor. Türkiye siyasetini izleyen Batılı gözlemcilerin çoğu uzun zaman ya şu anki durumun devam edeceğini -Abdullah Gül cumhurbaşkanı ve Erdoğan başbakan- ya da bu iki ismin görevlerini değiştireceğini düşündüler.

Bu, tamamen soyut bir düşünce gibi görünüyor. Şu andaki soru, Erdoğan liderliğinin Türkiye’nin Batılı ortakları için ne anlama geleceği.

Başbakan için kişisel bir referanduma dönüşen 30 Mart yerel seçimlerinin sonuçları, Erdoğan’ın sandıkta güçlü olduğunu gösterdi. Erdoğan’ın çekirdek seçmeni -seçmenlerin yaklaşık %44’ü- kendisini cumhurbaşkanı olarak görmek istiyor ve son zamanlardaki yolsuzluk suçlamalarından veya hukukun üstünlüğünün aşınmasından en ufak bir endişe duymuyorlar. Seçmenleri çoğunlukla, Erdoğan’ın 11 yıl önce göreve gelişinden beri yararlandıkları ekonomik ve siyasi yardımları hatırlıyor ve Erdoğan’ı siyasi istikrar ve ekonomik refahın devamı için bir garanti olarak görüyorlar.

Şu andaki şartlar altında Türkiye’nin siyasi sisteminin geleceği oldukça tahmin edilebilir. Erdoğan şu andaki sistemi yasal olarak yürütücü cumhurbaşkanlığına dönüştüremez.

Batılı hükümetler 2013 Gezi protestoları ve 17 Aralık’taki rüşvet suçlamaları sonrasında ortaya çıkan bazı eğilimlerden endişe duyuyorlar. Bu eğilimler, Türkiye toplumunun popülist bir dille kutuplaşmasından hükümetin otoriter eğilimlerine kadar uzanıyor. Batılılar aynı zamanda kapsayıcılığın olmaması, ülkedeki hukukun üstünlüğü mimarisinin geniş oranda parçalara ayrılması ve seçim bölgelerinin yeniden tasarlanmasına işaret ediyorlar.

Batı’dakiler endişe etmeye devam edecekler ama boşuna. Aksine karar vermediği müddetçe herhangi hukuki bir gelişmenin önünü kesen Erdoğan, bu yaz yapılacak seçimleri taşıyacağına güvenir görünüyor.

Batılı hükümetler için şaşırtıcı başka bir unsur da rüşvet suçlamalarının son derece otoriter bir tutumla bastırılması ama suçlamaların yanlış olduğunun ikna edici bir biçimde ispatlanmamış olması. Ankara yargılama sürecini durdurdu, polislerin, hâkimlerin, savcıların ve binlerce üst düzey devlet görevlisinin yerlerini değiştirdi. Basın özgürlüğü daha da sınırlandı.

Adalet ve Kalkınma Partisi’ndeki bazı siyasiler ve hükümet yanlısı yorumcular telefon kayıtlarının yayınlanmasının yasal olmadığını vurguluyorlar ve Türkiye’deki istikrarı bozmak isteyen bir darbenin varlığını kanıtlamaya çalışarak bunu “paralel bir örgüte”, yani Fethullah Gülen önderliğindeki harekete atfediyorlar.

Batı açısından bu dış darbe suçlaması çok basit bir nedenle hiçbir anlam ifade etmiyor. Gülen Hareketi siyasi bir parti değil ve şeffaf olmayan bir biçimde örgütlenmiş durumda. Hareketin yönetimindeki okullar cinsiyet eşitliği gibi Batılı değerleri temsil etmiyor. Liberal ekonomik açıklamalara ve AB’ye yönelik dış politika duruşuna rağmen Gülen Hareketi ABD veya AB için tanınabilir bir muhatap değil. Batı dünyası adil ve özgür seçimlere itimat etmek yerine neden bu kadar muammalı bir dini harekete oynasın?

Batı’nın bugünkü Türkiye ile sorunu oldukça basit: Mayıs 2013’ten beri AKP’nin seçtiği yol, liberal demokrasinin kıstaslarına uymuyor. Türkiye toplumu sadece kutuplaşma nedeniyle daha fazla bölünmedi aynı zamanda hukukun üstünlüğü önemli ölçüde geriye gitti.

Son haberler ne yazık ki bu eğilimi doğruluyor. Ve böyle bir eğilim kolayca tersine döndürülemez ve güvenilirlik hemen tekrar tesis edilemez. Hükümet Türkiye’nin kaybettiği itibarı geri kazanmak için kozmetik önlemler alabilir veya dış politika girişimleri başlatabilir. Ama son olayların kalıcı sonucu, finans çevrelerindeki oldukça zarar görmüş bir imaj ve Türkiye’nin uzun zamandır bir parçası olmak istediğini ileri sürdüğü liberal demokrasi kulübü ile arasındaki artan mesafedir.

Şu andaki şartlar altında Türkiye’nin siyasi sisteminin geleceği oldukça tahmin edilebilir. Erdoğan şu andaki sistemi yasal olarak yürütücü cumhurbaşkanlığına dönüştüremez ama Batılı beklentiler, Erdoğan’ın, içeride popülist bir anlatıdan oluşan dışarıdaki ortaklara karşı ise meydan okuyan kendi yönetim şeklini Çankaya’ya getireceği yönünde.

Erdoğan’ın önemli gördüğü kararları çok yakından idare edeceği, kabineyi sadece uygulayıcı bir birime dönüştüreceği ve AKP’nin üç dönem limiti nedeniyle Türkiye’nin bir sonraki parlamento seçimlerine katılamayacak parlamento üyeleri arasından seçtiği güvenilir danışmanlardan oluşan yakın bir çevre seçeceği düşünülüyor. AKP, her zamankinden çok, seçim sandığını siyasi meşruluğun tek kaynağı olarak ortaya koyacak.

Bütün deneyimli siyasiler kuşağı üç dönem limiti nedeniyle gelecek sene yapılacak seçimlerden sonra ortadan kaybolacaklar. Yerlerini, her şeylerini yeni seçilen cumhurbaşkanına borçlu, genç ve geleceği parlak milletvekilleri alacak. Temizlenmiş bir yargı, polis, yönetim ve ağızlık takılmış bir medyayla birlikte Türkiye’de cumhurbaşkanı, eşi görülmemiş büyüklükte bir güce sahip olacak.

Bu yeni siyasi çerçeve ve Türkiye’nin Batı dünyası ile yakın ilişkisi arasında hiç şüphesiz çeşitli uyumsuzluklar olacak: Türkiye’nin demokrasisi artık liberal sayılamayacak. Batı daha fazla tolerans beklentisi içindeydi ama bunun yerine laik kesim ve Gülencilere karşı bir çeşit intikam ruhuna tanıklık etti.

Erdoğan, ABD ve AB’nin memnun olmadıklarını biliyor. Ama en nihayetinde hesap, Suriye, İran veya Rusya gibi daha sorunlu rejimlerle çevrili olan Türkiye’nin Batı için makul bir ortak olmaya devam edeceği yönünde. Diğer bir deyişle bahis, reel politikanın baskın çıkacağı şeklinde.

Carnegie Europe think-tank kuruluşunun web sayfasında 7 mayıs 2014 tarihinde yayımlanmıştır.