Canan ki Bir Melekti, Uçtu

Halkımız Canan Hoca'yı muhteşem bir katılımla asli vatanına teşyi etti. Bu öyle bir uğurlama idi ki Ahmet Turan Alkan gibi bir edibimize 'Canan'ın Cenazesinde' başlıklı makaleyi yazdırdı:

'Kimse hareket etmediği halde yüzlerce elin binlerce parmağından aldığı küçük dokunuşlarla tabut eller üzerinde uçar gibi, kayar gibi, yüzer gibi hareket ediyor' tasvirini yaptırttı. Milletimiz onun kadrini sadece seng-i musallada bilmedi. Hayatında da onu takdir etti. Fakat cenaze namazında on bin kadar mümin toplu şehadetlerini fezaya yükselterek bu takdiri daha görkemli bir tarzda dile getirdi. İlahiyat fakültesinin içi, üst mahfeleri ve avlusu tamamen dolduğu gibi cemaatin bir kısmı fakülte bahçesine de taştı. Bu camide galiba ilk defa, cenazeyi mihraba yakın bir yere taşıyarak namazını edaya mecbur kaldık.

Herkesten önce Başbakan'ımız Sayın R. Tayyip Erdoğan, cenaze merasiminden önceki akşam vefat haberi üzerine hocamızın faziletini özetleyen yazılı bir açıklama ile, milletimizi temsilen taziyette bulundu. Cumhurbaşkanı'mız Sayın Abdullah Gül, ertesi gün telefonla başsağlığı diledi. Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş, adeta bütün İstanbul adına cenaze namazında hazır bulundu. Çünkü o, takdir edilip edilmediğine bakmaksızın, ömrünü ilme, irfana vermesinin yanında, İslam'ın güzelliklerini topluma yaymaya çalıştı. Davet edildiği her hayırlı toplantıya icabet ederek katkıda bulundu. Halkımız da onun kadrini bildiğini gösterdi. Milletine tercüman olan bir yönetimin olması ne güzel bir şey! Mesele sevilen bir akademisyenin büyük bir teveccühe mazhar olup olmaması değil. Önemli olan, İbrahim Canan Bey gibi zatların ilimlerinin ve hizmetlerinin toplumda makes bulması ve bu teveccühün, böyle bir kabulün bir göstergesi olmasıdır.

İmanla Gençleşen Ruh

Onun beklenmedik vefatı, hayatla ölüm arasında mesafenin olmadığını, bir anda insanın ahirete geçebileceği gerçeğini göstermekle, insanlara etkili bir hatırlatmada bulundu. Bir perde aralayıp ahirete geçmiş oluyorsunuz, hepsi bu kadar! Ani ölümü, şu yönden de bir hayır ihtiva ediyor: Canan Hoca yetmiş yaşına rağmen, kendisini adeta otuzunda hissediyordu. Öylesine dinç, hayat dolu, zengin bir programı olan biri idi. Ama bu program şahsı veya ailesi ile ilgili değildi. Gevşeme, yaşlanma şöyle dursun, 'yoruldum, biraz dinleneyim' arzusu bile yanına yanaşamadan emanetini teslim edip göklere uçtu.

Zeki, çalışkan, zamanını çok iyi değerlendiren bir insandı. Bu konudaki titizliği kütüphanelerimize 'İslam'da Zaman Tanzimi' adlı çok yararlı bir kitap kazandırdı. 'Vakit nakittir' atasözünü eksik bulur, 'vakitle nakit kazanılır, ama nakit kaybedilen vakti geri getiremez' derdi. Sabırlı, azimli, ümit dolu idi. Dindarlar aleyhindeki 28 Şubat süreci denilen baskı dönemi onu şu düşünceye sevk etti: Bu olay, sadece Türkiye'deki bazı yetkililerin işi değil. Sürecin, görünmeyen tarafında, ülkemizin Müslüman kimliği ile ilerlemesine karşı olan bazı dış mihraklar rol almaktadır. Onlar milletimizin; devletiyle, ordusuyla, adliyesiyle arasını bozma hesapları ile, bu mekanizmalar içinde yer alan bazı kişilerin vehimlerini harekete geçirip, çeşitli vesveselerle onlara yanlışlıklar yaptırmaktadırlar. Oysa milletimiz tarihinde bu kurumlarla karşılıklı güven içinde olarak yükselmişti. Geride böyle büyük bir plan olduğundan Müslümanların daha zor şartlara da hazırlıklı olmaları lazım. Kur'an-ı Kerim'e ve hadis-i şeriflere dayanarak o zor şartlarda Müslümanların dini değerlerini nasıl muhafaza edebileceklerine dair işaretler aramaya başladı. Onun önemli prensiplerinden biri de şu idi: İnsanlara kudsi kaynaklara dayanarak yol göstermek gerekir. Şahsi otoritemizden çıkan öneriler şahsımızın gücü kadar iş yapar. Kudsi kaynaklardan delil göstermezsek insanımız 'bu adam kafadan atıyor' şeklinde değerlendirir ve onları yerine getirme hususunda içinde bir yaptırım gücü bulmaz'. Bu yoğunlaşması Aile İçi Eğitim adlı pek önemli bir kitap kazanmamıza vesile oldu. Yunus Sûresi'nin 87. ayetinden yola çıkarak en şiddetli baskılar altında bile aile ocağının bir hayat merkezi olarak nasıl bir eğitim tezgahı halinde işleyebileceğini ayetler, hadisler ve tarihî örneklerle ortaya koydu.

Canan'ın Feyiz Kaynağı: Risale-i Nur Külliyatı

Ayet ve hadislere (nakle) bağlı kalarak dinî nasları makul yorumlara kavuşturmak, böylece Müslümanların çağdaş poblemlerine bu kaynaklardan çözümler bulmaya çalışmak, onun hayatının başlıca gayesi oldu. Gerçekten, bu planı uygulamada dikkate değer bir maharet gösterdi. Onun içindir ki kırktan fazla kitabı, çok sayıda makale, konferans ve bildirilerinin tamamı yayınlandı. Rafta kalacak çalışmalar yapmadı. Hayatla, aktüel konularla yakından ilgilendiği için, yazdıkları toplumumuzda karşılık buldu. Kitapları defalarca basıldı. Tükenenlerin eksikliği kendini hissettirdiğinden basımları yenilendi, kitap piyasasında devamlı bulunan kitaplardan oldu. Kütüb-i Sitte Tercümesi 1988'den itibaren üç yüz bin nüshadan fazla basıldı. Birçok Müslüman Türk'ün başlıca kaynak eserleri arasında yerini aldı. Bu eser Abdurrahman İbn Deyba'nın (Ö.1537) Teysiru'l-Vusul adlı eserinin tercüme ve açıklamasıdır. Kitap tekrarlar çıkarıldıktan sonra en muteber altı kitapta yer alan 5.651 hadis ihtiva etmektedir. İbrahim Canan bu hadisleri tercüme etmekle yetinmeyip onları çağdaş Türk okuyucusunun anlayacağı şekilde açıklamıştır. Böylece 18 ciltlik bir Hadis Ansiklopedisi meydana gelmiştir.

Onun başta gelen feyiz kaynağı, dinamiği Bediüzzaman Said Nursi ve onun Risale-i Nur Külliyatı'dır. Lise öğrencisi iken tanıdığı bu külliyata, hayatının sonuna kadar, elli yıldan fazla bir zaman vefa gösterdi. Okuyarak, okutarak bu eserlerden insanları yararlandırmaya çalıştı. Onun bu tutumunda, vefanın çok ötesinde, çok önemli bir sebep aramak gerekirdi. Bu Müceddidin, ülkemiz, hatta bütün Müslümanlar ve insanlık için, Kur'an'dan kaynaklanan kurtarıcı fikirleri vardı. Bu satırların yazarı olarak Vefatının 49. Yılında Bediüzzaman'la Helalleşme (Zaman Gaz. 23 Mart 2009) adlı acizane makalemde dile getirdiğim ihtiyaç, milletimizin ekseriyetindeki kolektif bir duygu olması itibarıyla, aynı yıl içinde, en yüksek temsil makamı tarafından dile getirildi. Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk defa bir başbakan, "Bediüzzaman olmazsa Türkiye'nin maneviyatı eksik kalır." dedi. 85 senelik bir zulme son verme ihtiyacını, adeta milletimiz adına ikrar ederek Sayın Erdoğan tarihî bir görev yaptı. Cumhuriyet kurulmadan önce, başkanlığını Mustafa Kemal (Atatürk)'ün yaptığı TBMM, İstiklal Savaşı'nı desteklemesi sebebiyle 9 Kasım 1922'de onu Ankara'ya davet etmiş, Meclis'te resmi karşılama merasimi yapılmış, kürsüye davet edilerek konuşma yaptırılmıştı. (Bu tarihi taşıyan Meclis tutanaklarına bakılabilir). İbrahim Canan, Risale-i Nur hakkında İslam Aleminin Ana Meselelerine Bediüzzaman'dan Çözümler başlıklı müstakil bir inceleme yayınladı. Fakat hemen bütün eserlerinde, Bediüzzaman'dan öğrendiği Kur'anî ve Nebevî bakışın parıltıları görünür. Üstad'ının "Fihriste-i Efkarımdır" adlı 23 Mart 1909 tarihli makalesinde özetlediği tecdit programını Bediüzzaman'ın Fikri Programı Üzerine Bir Analiz kitabında tahlil edip açıkladı. Mesele, İ. Canan'ın bir meşrebe takılmasına indirgenirse çok büyük bir yanlışlık yapılır. Sadece kitap ismine bakarak bu hataya düşenler olabilir. Ama kitabı okuduktan sonra diyecekleri varsa, bunlar elbette tartışılabilir. Nitekim Nursi'nin eserlerini de önyargısız okuyanlar, onun fikri değerini takdir etmekten geri kalmamaktadır.

Vefatından Önce Dosta Vefa Ziyareti

Bütün Türkiye'de hatta dış ülkelerin de birçoğunda tanınan İbrahim Canan, pek sade yaşayan, öyle mütevazı, çevresindekilerle ilgilenen, mütebessim bir insan idi ki, kendisini ilk defa görenleri onun bu yapısı hayrete düşürür, ardından bu his, hayranlığa dönüşürdü. Onunla elli yıl süren arkadaşlığımda ondan incinmedim ve onu incitmedim. Peygamber Efendimiz'in (sas) tavsiyesini uygulama iştiyakı, Cenab-ı Allah'ın Canan ailesine yedi çocuk lütfetmesine vesile oldu. Bunların hepsini imam-hatip liselerinden mezun ettirerek üniversitelerde okuttu. Fedakâr, dirayetli bir öğretmen olan -fakat öğretmenliğini kendi çocuklarına has kılmaya mecbur kalan- eşi ile beraber, onları güzel bir şekilde yetiştirdi. Bir akademi ve matbaa gibi işleyen bu evde anne ve çocuklar, eserlerin dizgi, tashih gibi aşamalarında da hep pay sahibi oldular. İbrahim Bey onların bu faziletlerini çeşitli yerlerde dile getirmiş, mesela 'Aile İçi Eğitim' gibi kitaplarının önsözlerinde yazı ile tescil etmişti. Aile içi iletişim ve sohbetin önemini hem eserlerinde vurgulamış, hem de hayatında uygulamıştı.

Ömrünü hadisleri öğrenmeye, anlatmaya ve tatbike vermiş bu zat, İslami alandaki hizmetleri bütün Türkiye'ye ve dünyaya yayılmış olan Fethullah Gülen Hocaefendi'yi gözden uzak tutamazdı. Uzak tutma şöyle dursun, onun ilmi ve hizmeti hakkında kalbi büyük bir takdirle dolu idi. Fethullah Gülen'in Sünnet Anlayışı adlı bir kitapla, onun hadis ilmindeki vukufunu, hadisleri nasıl işlevsel (fonksiyonel) kıldığını ortaya koydu. Bu dostunu senelerce bekledikten sonra dönmediğini görünce vefatından iki ay kadar önce Amerika'ya gidip onu ziyaret etmiş, orada on beş gün kalmıştı. Amerika'nın bazı şehirlerinde konferanslar ve sohbetler yapmış, döndükten sonra, "Hocaefendi'nin oradaki hizmetlerini işiterek onlar hakkında bir fikir edinmiştim. Ama işleri yerinde görünce, tasavvurumun çok ötesinde güzel işler yapıldığını gördüm." demişti. Başka bir arkadaşa şu temennisini ifade etmiş: "Ben yabancı dil olarak Fransızca ile ömrümü geçirdim. Ama dünya ile iletişim kurmak için İngilizce gerekli imiş. Onun için bu dili öğrenmeye başlamak istiyorum." On seneden fazla bir zamandır görüşemediği Fethullah Gülen'e farkında olmaksızın, sevk-i İlahi ile sanki bir veda için gitmiş oldu. Sayın Fethullah Gülen, kendi eserlerini hadis ilmi açısından inceleyen kitabından ötürü, ona bir teşekkür mektubu yazmak ister. Mektubunda şu iç mücadelesini dile getirir: "Yazsam, hakkımdaki takdir ifadelerini kabul etmiş olacaktım. Yazmasam nankörlük yapmış olacaktım. Ama sonunda nankörlük etmemek için yazmaya karar verdim" deyip, kendi hazm-ı nefs ve tevazuunu, Prof. Canan'ın ise faziletinin derecesini özetleyen güzel bir mektup gönderir. Vefatından yirmi gün kadar önce Ramazan Bayramı'nda ziyaret ettiğimde evinde bu mektubu beraber okumuştuk.

Kapanmayacak 'Hayır Kapıları'

Makale için öngörülen hacim sınırını aşmak üzere iken, bazı güzelliklere vesile olacağını düşündüğüm birkaç hatırasını değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum. Yaklaşık on iki yıl önce İbrahim Bey, bir toplantıya katılmak üzere, ailesiyle Ankara'ya gitmişti. Özel arabasıyla gece yolculuğu yapıyordu. Gece yarısından sonra Bolu Dağı Kaynaşlı civarında kaza vaki olmuş, bariyere vurmuş. Allah'ın lütfu ile canlarına zarar gelmemiş. Bir otobüsle, hanımı ile yanındaki çocuklarını Ankara'ya gönderip kendisi arabanın yanında çekici beklemiş. Arabayı gönderdikten sonra bir otobüsle Ankara'ya, doğruca toplantı yerine yetişmiş. Toplantı sonunda durumdan haberdar olan arkadaşları hayrette kalmış. Bunca badireyi geçirdikten sonra, sadmenin tesiri ve az da olsa zedelenmesine rağmen beklendiği yere vaktinde gelmiş. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan, "İ. Canan Hoca'mız, lisan-ı haliyle o gün bize unutulmaz bir ders verdi." diye bunu bana anlatmıştı.

Ahirete veya dünyaya faydası olmayan malayani işlerden ve konuşmalardan vaktini çok kıskanırdı. Hatta bunun da ötesinde hayatın bitmek bilmeyen gerekleri, çocukların giyim, okul işleri, taksit, vergi ödemeleri, hastaneleri dolaşma, kitap basım ve yayınını takip etme, eşya alım ve tamirleri gibi, aile reisinin geniş zaman harcamasına sebep olan durumlar kendisini, tahmin edilemeyecek kadar üzerdi. Bir gün bunlardan hayli bunaldığı bir anda kendisine dedim ki: "Bunlardan sıkılmamızın sebebi, bu işleri hayatın dışında düşünmemizden ileri geliyor. Sırf ilim ve hizmet için çalışmak gerekirken, bunlar ayağımıza takılıp bizi uğraştırıyorlar, diye kendi kendimizi yiyoruz. Oysa bunları hayatın dışında görmeyip, hayatımızın ayrılmaz parçaları düşünürsek daha rahat ederiz." Güya kendimi ve onu teselli için söylediğim bu söz, o esnada kendisini bayağı rahatlattı. Ama sonra bu bakışı ciddiye alıp almadığını pek bilmiyorum.

İbrahim Bey hakkında karaladığım bu yazımın, en önemli gördüğüm kısmını sona bıraktım. Onun çok önem verdiği bir "Aile Vakfı" projesi vardı. Projesini ayrıntılı hale getirmiş, birkaç yerde sunumunu yapmıştı. Gençleri aile kurmaya hazırlama, onlara sorumluluk bilincini aşılama, hayatın gayesini anlatma, mesken seçimi, evlerin fiziki nitelikleri, aile içinde eşlerin birbirlerine ve çocuklarına davranışlarını iyileştirme, büyükanne ve büyükbabanın konumları, aile bağlarını güçlendirecek hususlar, ailenin öğretmekle sorumlu olduğu şeyler, çocukları hayata hazırlama, eşler arası ihtilafta yapılması gereken şeyleri kapsayan bu projeyi mahdut yerlerde açılan kurslar halinde değil, en küçük yerleşim birimlerine kadar yayılan pek geniş bir ağ halinde düşünüyordu. Bunun uygulanması güçlü bir finans, geniş ve liyakatli bir kadro gerektiriyordu. Ama tatbik edilemeyecek bir proje değildi. Bu konuda faydalı olabileceğini umduğum birkaç kişiye, kendisini teşvik edip konuyu sunmasını sağladım. Dinleyenler sonunda "Güzel, fakat diğer işlerimizin yanında böyle bir yükü üstlenmemiz çok zor." anlamında sözler söylediler. "Küçük çapta bir pilot uygulama ile başlatalım." diyen oldu. Buna da razı olup bir başlangıç yaptı. Katılanlar iyi sonuç alıp takdirlerini bildirdiler. Ama marifeti geliştiren bir iltifat olmayınca, vakıf ibtidaya geçmedi. Bu işi gerçekleştirebilecek kadronun, "diğer işlerinin yanında bunu da yüklenme" imkanı bulabilecekleri günlerin geleceğini ümid edelim. Vefatla kapanmayan üç hayır kapısından hepsinde eserler bırakan bu güzel insanı Rabb'imiz rahmetine gark etsin ve bu önemli projesinin hayata geçirilmesini de rahmetiyle lütfetsin.