Hocaefendi'nin Sünnet'e Hizmeti

Râmiz ve Refîa oğlu Erzurumlu Fethullah Gülen'i, bugün, halkımızın ağlayan hocası, Türkiye'nin Hocaefendisi, bütün dünyanın Diyalog ve Hoşgörü Mütefekkiri yapan, onun, icraatı öne çıkaran bir düşünce ve fikir insanı olmasıdır. O, nicelerinin yaptığı gibi, fikriyatın fildişi kulesinde oturarak gözü kapalı ahkâm kesip nazariyeler kurmamıştır. Bunu yapan çoktur. Hele de Batı'nın fikir kazanında, Batı'nın damak zevkine göre pişirilmiş bir kısım mönüyü konfeksiyon misali alıp pek acemi bir tefelsüfle salatalaştırarak millete çağdaşlaşma formülü diye dayatmaya kalkanlar çoktur. Hocaefendi bu nevi bir mütefelsif değildir.

O, "Tarihî büyük hadiseler düşünüldüğünde, düşünce ile aksiyonun iç içe yaşandığı görülür. Bir taraftan aksiyonun fikirle beslenmesi, planlanması, diğer yandan da hamle, hareketin yeni düşünce ve projelere zemin teşkil etmesi mânasına bir iç içelik" diyerek düşüncelerini hayata geçirmeye önem vermiş ve bunda muvaffak da olmuştur. Tarihimizden, hayatımızdan, kültürümüzün temel kaynakları Kur'ân ve Sünnet'ten hareketle ortaya koyduğu nazariyatını, "Örnekleri Kendinden Bir Hareket" olarak sıfırdan başlayıp uzun vadeli programlar çerçevesinde, hiçbir geri adımı olmaksızın, bütün yıkıcı engellemelere rağmen fiiliyâta taşımayı, hem de her gün, her defasında bir kademe ilerilere götürmeyi başaran bir icraatçı ve düşünce mimarıdır. Bizce bu başarının sırrı; cihanşümul olan davasını bir insanlık mucizesi olarak 23 yıllık risalet hayatında kalblere, gönüllere bir daha çıkmamak üzere, sevgiyle yerleştirmeye muvaffak olan Hz. Peygamber'in (s.a.s.) vârisi olmasında, O'nun sünnetine, hem muhteva, hem amel, hem metot ve hem de hedef ve misyon olarak sahip çıkmasında yatar. O, bir Peygamber âşığıdır, Kâinatın İftihar Tablosu'nu, Kur'ân'ın emrettiği seviyede sevmiş ve bütün buutlarıyla O'nun sünnetinde fani olmuş, hayatın gayesi olarak "RIZA"yı seçerek urvetu'l-vüskayı yakalamıştır.

Hocaefendi, hadiste Selef-i Sâlihîn'in yolunu takip etmektedir. Bu yol, Hz. Peygamber'le (s.a.s.) açılan, Kur'ân ayetleriyle teyit edilen, Hz. Ömer, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hüreyre, Hz. İbn Abbâs gibi ashabdan binlercesinin ve onlara ihsanla tâbi olan Muhammed ibn Şihâb ez-Zührî, Ömer ibn Abdilaziz, İmam Mâlik, Şâfiî, Ebu Hanîfe… Buhârî, Müslim, Gazâlî, İbnu Salâh, Abdülkâdir Geylanî, Ahmed Yesevî, Mevlânâ, Zenbilli Ali Efendi, İmam Rabbânî, Babanzâde Ahmed Nâim, Bediüzzaman gibi İslâm'ın şanlı ve muhteşem kültür kehkeşânını teşkil eden güneş-misal büyüklerin gittiği cadde-i kübradır. Bu büyüklere göre:

  1. Sünnet, kıyamete kadar dinimizin ikinci kaynağıdır ve de Kur'ân'ın tefsiridir.
  2. Hz. Peygamber'in, Kur'ân'da olmayan bir kısım meselelerde "helal" ve "haram" koyma yetkisi vardır. Sünnet, Hz. Peygamber zamanında yazı ve ezber yollarıyla tespit edilmiş, tedrîs edilmiştir.
  3. Daha sahabîlerden bir kısmının hayatta olduğu birinci asrın sonlarında, hadislerin tamamının tedvini yani kitaplaştırılması, resmî bir iş olarak, Emevî halifelerinden Ömer ibn Abdilaziz'in emriyle, İslâm âleminin hemen her tarafında başlatılmış ve bu çalışma, ikinci asır içinde tamamlanmıştır.
  4. Sünnet'e uymak Kur'ân'ın emridir. Aleyhissalatu vesselam'ın yeme, içme, yatma, kalkma, oturma, konuşma… gibi âdat-ı seniyyelerine uymak dinî bir vecibe değilse de hayatımızın bu nevi mubah amellerinde sünnete uymak büyük sevap kaynağıdır ve bu, davranışlarımızın hepsine ibadet manasını kazandırır.
  5. Sünnet'in mütevatir, sahih, hasen, zayıf, mevzu çeşitleri vardır.
  6. Mütevatir, sahih ve hasen olanların hücciyyetinde selef-i salihîn ittifaktadır.
  7. Zayıf hadisin durumu belirtilerek rivayet edilmesinde bir mahzur yoktur.
  8. Zayıf hadisi, Peygamber'den olma ihtimali taşıması sebebiyle, kıyasa üstün gören bir grup âlim nazarında ahkâma giren meselelerde de hüccet kabul edilmiş ise de, diğer bir kısım fukaha tarafından, ahkâmda hüccet kabul edilmemiştir. Ama bütün âlimler, haram, helal ve itikada girmeyen meselelerde yani güzel amellere teşvik, kötü amellerden sakındırma, bazı amellerin faziletini belirtme, menakıp gibi bahislerde zayıf hadisi hüccet kabul etmişlerdir.
  9. Zayıf hadis, tek bir senetle gelmişse -ki böylesi hadisler azdır- ulema bunlara karşı daha dikkatli olmuştur. Zayıf hadis, birden fazla senetle gelse hasen mertebesine yükselir ki, az önce belirttiğimiz üzere, ulema hüccet olarak değerlendirmiştir. Bir kısım büyük muhaddisler, bir rivayeti hadis olarak kitabına almak için en az otuz farklı tarikten kaydetmiş olmayı şart koşmuştur.

Sünnet'e bu çerçevede bakan Hocaefendi, dünden bugüne birçok âlimin eserlerinde yaptığı gibi hadisin sıhhat derecesi ile ilgili kayıtlar koyduktan sonra yazılarında yer yer durumunu belirterek, zayıf hadislere de yer vermiştir ki hemen hepsi belirtilen (mesmûh sahaya) aittir. Bu, zayıf hadis karşısında selef-i salihînin ortak tavrı olması sebebiyle, bir kusur ve bir nâkise değildir. Esasen Hocaefendi'nin hadislere olan hâkimiyetini okuyucu, bir başkasının şahadetine ihtiyaç duymadan anlar; bir hadis kullandığı zaman, pek çok durumda onun diğer senetlerinde yer alan farklılıkları metin ve hatta rical yönüyle belirtivermesi, onun her yönüyle hadislere olan hâkimiyetini ifade eder. Kaldı ki, onun hayatını yakînen tanıyanlar, bir kısım talebelerle Kütüb-i Sitte ve onların dışında kalan temel hadis mecmualarını hem meşhur şerhleri ve hem de râvilerini tanıtan diğer kaynaklarıyla birlikte devamlı mütalaa ettiklerini belirtiyorlar.

Böylece Hocaefendi, eslaf ulemasının hadis geleneğini sadece nazarî planda benimsemiş olmayıp uygulama ve tedrisatta da onların geleneğini devam ettirmiş olmaktadır.

Hadis meselesindeki asıl önemli duruşu bir başka noktada kendini göstermektedir: Eserlerini okuyunca kendisine Resûlullah'ın gerçek bir peygamber vârisi nazarıyla bakanlara hak verdirecek bir durumla karşılaşıyoruz: O, Efendimizin çizgisinde giderek içtimaî hayatın bütün meseleleriyle ilgilenmiş: Din, ahlâk, ilim, sanat, çalışma, iktisat, israf, başarı, dil, edebiyat, siyaset, milletler arası meseleler, basın-yayın, medya, hoşgörü, diyalog, felsefe, tasavvuf, kelam, fıkıh, temsil, tebliğ vs.

Hocaefendi, bütün bu beşerî meseleler deryasında Kur'ân ve sünnet gemisiyle yol alır. Bütün tahliller Kur'ân-Sünnet-Selef adese ve eleğinden geçirilir; iyiler-kötüler, hayırlar-şerler sünnet ölçülerine göre belirlenir. Prensip olarak hiçbir meseleyi çözümsüz bırakmayan Hocaefendi bütün çözümlerini, devalarını Kur'ân ve Sünnet eczahânesinin eczalarından terkip eder.

Sünnet'ten alınan sadece muhteva değil, aynı zamanda proje ve plan, metot ve tekniktir de. Resûlullah'a gerçek mânada varisliğin ve Sünnet'e uymada zirveyi yakalamanın bir mi'yarı bize göre, her şeyin allak bullak olduğu, göz gözü göremeyecek derecede kesif bir câhiliye sisinin ortalığı sardığı ve bu yüzden bir kısım aydın Müslümanların bile kafalarının karıştığı günümüz şartlarında, hizmet metodu ve eylem tekniğinde de Sünnet'i yakalamış olmasıdır. Kanaat-ı âcizanemce, gelecek nesillerin en çok alkışlayıp takdir edecekleri bir diğer husus, Hocaefendi'nin, çalışma metodunda Makyevelist espriye kapıları sımsıkı kapatıp Muhammedî çizgiyi göstermesi, böylece sevenlerini ve hizmet erlerini –kendi tabiriyle Alperenleri- konjonktürün sert kayalıklarına çarpıp helak olmaktan kurtararak, onlara emin adımlarla, RIZA yolunda mesafe katettirmiş olmasıdır.

Hocaefendi'nin, bir kısım hadislere getirmiş olduğu yeni ve orijinal yorumlar da son derece önemlidir ve bu, milyonlarca insanın gönlünde hadis sevgisini tahkim etmesi, çok sayıda hadisleri, pek geniş olan okuyucular havzasında güncelleştirip hayata dahil etmesi kadar sünnete büyük bir hizmettir. Bunlardan sadece iki tanesine dikkat çekmeye çalışacağız:

1- Hicret Yorumu

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın risalet hayatında Hicret hâdisesinin yorumunu gerçek derinliğiyle yapıp bugünün şartlarında hizmet verenlerin (alperenlerin) anlayışına bir hizmet düsturu olarak taşıyan ve böylece Hicret'i, -Resûlullah'ın hayatında geçen sırf tarihî bir hâdise olmaktan çıkararak, içinde bulunduğumuz zamanın şartlarına uygun olarak "çağdaş bedevîlerle kirlenmiş şehirleri Medîneleştirme" için- kelimenin tam manasıyla güncelleştirmiş, böylece günümüzde 'tevhîd'i kurtaracak alperenlere bir hizmet düsturu kılmıştır:

"Evet, ilk dönem itibariyle farz mesabesinde kabul edilen hicret Mekke'den Medine'ye göç şeklinde gerçekleşmiş ve bitmişse de, niyet ve Allah yolunda cehd yönüyle o kıyamete kadar devam edecektir. Mukaddes göç, insanlığın İslâm dinine eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu şu dönemde eski devirlere nisbeten daha da önemlidir. Bugün medenîleşmeyi ve Medîneleşmeyi bekleyen o günkü Yesrib yoktur ama, her yere Medine'nin boyasını çalma ve bedeviliklerle kirlenmiş şehirleri Medîneleştirme vazifesi vardır.. Efendimiz'in huzuruna çıkarken, "Köyünün izdüşümü Medineleri arkamızda bırakıp, senin Medine'ne koştuk!" diyebilmek için bugün de hicrete ve hicret beldelerine ihtiyaç vardır" (Ümit Burcu, s.175-76).

Hocaefendi'nin hicret konusuna getirdiği bir açılım da, muhâcir sevabını elde edebilmek için hicret edilecek yerin mesafesiyle ilgili bir soruya verdiği cevapta görülür:

"Halis bir niyetle hicrete kilitlenen ve bu hususta fiilî hazırlık yapan insanlar bir başka beldeye gitme fırsatı bulsalar da bulmasalar da -inşallah- muhacirlerle aynı safta yer alırlar. Nitekim Peygamber Efendimiz, "Sadâkatle ve samimi bir kalble şehitlik isteyen, yatağında ölse bile şehittir." buyurmuşlardır. Önemli olan gidilen mesafeler değil, niyette yörüngeyi bulmaktır." (Ümit Burcu s.182).

Ve ilave edelim: Hocaefendi, Mekke dönemindeki, "hicret"le Medine dönemindeki "hicret" arasında bir tefrik yaparak Mekke dönemindeki hicretin, her yorumcunun aklına gelmeyen bir yönüne işaret eder:

"Bu dönemde, sağa-sola hicret emri; zayıf ve mukavemetsizlerin, belki seralarda korunmaya alınmasının yanıbaşında, kuvvet dengesinin olmadığı bir dönemde, tahrik edici görünümü dağıtma, endişelere meydan verecek derinlikleri sığlaştırma ve sese-gürültüye sebebiyet vermesin diye bir hava boşaltma ameliyesidir." (Sonsuz Nur, İstanbul, 2007, 2/149).

2- Ashab-ı Kehf Yorumu

İkinci örneğimiz ayet yorumuyla ilgili. Hemen belirtmeliyim ki, Hocaefendi'nin, sadece hadislerle değil pek çok Kur'ân ayetleriyle de ilgili yeni yorum ve açıklamaları var. Hem Kur'ân ayetlerinin nasıl zamanımızla da ilgili olduğunu ve bizlere hitap ettiğini göstermek ve hem de Hocaefendi'nin, davasının hedef, muhteva ve metotlarını tespit etmek maksadıyla ilahî rehberimiz Kur'ân-ı Kerim'in pek çok ayetini yeni ve orijinal açıklamalara kavuşturduğunu göstermek için, Ashâb-ı Kehf kıssası üzerine yaptığı açıklamalardan bazılarını kendi ifadesiyle nakledeceğiz. Bu alıntılar, Kur'ân'ı Sünnet'e baş vurmadan anlamanın imkânsızlığını gösterdiği gibi, Hocaefendi'nin Sünnet'le ilgili yorumuna da güzel bir örnek teşkil edecektir. Şunu da ilave edelim ki, Hocaefendi'nin Kur'ânî tefsir yönünün de müstakil olarak incelenmesi çok önemlidir.

"Ashab-ı Kehf, mağara ashabı ve mağara yârânı demektir. Bunların Hz. İsa ve İncil'e ya da bir başka kitap ve peygambere tâbi oldukları söylense de Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmesinden hareketle diyebiliriz ki; Ashab-ı Kehf kıyamete kadar bütün dirilişleri temsil eden bir cemaattir. Çünkü, bütün diriliş hareketlerinin mutlaka bir tazyik ve bir de mağara dönemleri olmuştur ve olacaktır...

Ribat; Allah ile irtibat demektir. Gözlerini açıp kapayıp her an O'nu duyma, O'nu görme, O'nu hissetme, O'nun gücü ve kudretini sezme ve daima O'nu arama, O'nu kollama... İşte bu mânâya işaret eden bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (s.a.s.); zor şartlar altında abdest alma, uzak mescidleri tercihle namaza giderken çok adım atma ve namazı kıldıktan sonra diğer namaz vaktini beklemeyi zikreder ve ardından da üç defa; "fe zâlikumur ribât" der. Evet işte sınır boylarında nöbet tutma seviyesinde kendini Hak'la irtibatlandırma budur. Çünkü Ribat, aynı zamanda sınır karakolu demektir. Öyleyse "عَلَى قُلُوبِهِم وَرَبَطْنَا - biz onların kalblerini ilahi irtibatla teyid ettik" demektir. Elbette böylesi irtibat ve itminana ulaşan insanlar hakperest, cesur ve fütursuz olacaklardır.

İşte bu donanımlı insanlar, "iz kâmû: hakkı tutup kaldırmak için kıyam ettiler, ayağa kalktılar ve kalbsizliğe, mantıksızlığa baş kaldırdılar." Baş kaldırmanın dünya literatürüne varoluş felsefecileri sayılan Sartre, Camus ve Marcuse ile girdiği bilinir. Ama bu, toplumun bütün örf ve adetlerine, dinî ve ailevi telakki ve anlayışlarına saçma diyerek bir baş kaldırmadır. Ancak Ashab-ı Kehf'in baş kaldırması hiç de öyle değildir. Onlar "Rabbunâ rabbussemâvâti vel ardi - Rabbimiz semâvat ve arzın Rabbidir." deyip alternatif ikame ve inşayı göstererek baş kaldırıyorlar. Yani varoluşçuların yaptığı gibi bir yıkma, bir kökten kazıma ameliyesi değil, Rable irtibatlandırılmış bir inşa ve imar ameliyesidir…

Evet, onlarınki de bir firardır, ama Kur'ân'ın ifadesiyle "Fe firru ilallah (Allah'a kaçın…) mazmununca Allah'a firardır ve Allah'a sığınmadır…

Ashab-ı Kehf'in saraya mensup insanlar olduğu rivayet edilir. O dönemde, bir insanın saraydaki refah, saadet ve huzurunu terk ederek, başta kral ve bütün bir toplumun reddedeceği bir yola girmesi olacak şey değildir…

Eğer onlar, mağaraya girelim, bugün-yarın bu kral öldükten ve devlet terörü yok olduktan sonra halkın yeniden arasına girer ve dinimizi tebliğ ederiz düşüncesi içinde idilerse, mağarada kaldıkları 310 yıl boyunca ibadet sevabı almış, dolayısıyla da niyetlerinin derinliğine göre de hep kazanmış sayılırlar… İşte Ashab-ı Kehf'in düşüncelerini, şimdilik biraz saklanalım; daha sonra küfrün şok tesiri kırılır, biz de döner, yeniden tebliğde bulunuruz şeklinde değerlendirmek lazım…

"Mağara, aslında bir dolma, şarj olma yeri ve kendini, özünü keşfetme mekânıdır. Neden mi? Zira küfürle yaka paça olma ve hele kuvvet dengesinin olmadığı bir zamanda onu tutup sarsma, ırgalama ve nihayet mağlub etme, ancak peygamberane bir güç ve azimle olur. Şimdi Allah Resûlü'nün (s.a.s) hayatına bakın! O da peygamberlik ufkuna ulaşmak için, bi'setten önce altı ay mağara dönemi geçirmemiş midir?...

Evet, İmam Gazali'nin, İmam Rabbani'nin, Mevlana Halid'in ve Üstad Bediüzzaman'ın hayatlarında da hep bu şarj olma, özünü ve kendini bulma, ilhatla mücadele için gerekli olan enerjiyi toplama adına inzivaları olmuştur…

Aslında aynı şey; "tarihî devr-i daimler" içerisinde tarihi yeniden inşa edecek, insanlığı yeniden mihverine oturtacak cemaatler ve toplumlar için de geçerlidir. Evet, o fütüvvet ruhunu temsil eden insanların hemen hepsinin hayatlarında bir mağara dönemi görmek mümkündür.

Evet, insanın bazı ledünni hitablara mazhar olabilmesi, ilhamlarla şahlanabilmesi ve semavi varidata açık hâle gelebilmesi için bir mağara dönemine ihtiyacı vardır… "... Köpekleri de mağaranın ağzında ön ayaklarını sermiş yatmakta idi. Eğer onların durumlarına muttali olsa idin dönüp onlardan kaçardın ve gördüklerin yüzünden için korku ile dolardı." (Kehf Sûresi, 18/18)…

Şimdi de ayetin ilham etiği nüktelerin günümüzle alâkalı yönlerine bir kuş bakışla bakmaya çalışalım:

  1. Her devirde Ashab-ı Kehf konumunda olan alperenler olacak ve bunlara başkaları da takılacak; duygu, düşünce ve inançta aynı çizgide olmasalar bile aynı mülahazalar etrafında bu yolculuğu sürdürmede kararlı olacaklar.
  2. Her devirde böyle mağara hayatı yaşayan ya da yaşamaya mahkum edilen insanlar nöbettarları da ihmal etmemelidirler; zira belli bir fasıldan sonra, onlara, onların hizmet ettikleri müesseselere, hatta evlerine taarruzlar, hücumlar söz konusu olabilir. Onun için tedbirlerini almalı, hatta kapı önlerinde eğitilmiş köpekler bulundurmalıdırlar.
  3. Bu köpekler sıradan olmamalı. Dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye göğüs gerecek, karşı koyacak ve duruşuyla kötü niyetlilerin içine korku salacak ölçüde caydırıcı olmalıdırlar.
  4. İnsan gerçek insanî değerlere sahip çıktığı ölçüde insandır… "Mevzumuzla bütünleştirerek, benim buradan anladığım şey, çeşitli devirlerdeki Ashab-ı Kehf'i ve onların yaptığı vazifeyi yapanları; daha açık ifade ile, tebliğ ve irşad erlerini, Allah (c.c.), henüz vahşetini atamamış ve insanî kemalat yoluna girememiş insanlara korutarak dini ve o dini temsil edenleri facirlerle dahi teyid edecektir. Zaten, tarihi tekerrürler devr-i daimine baktığımızda bunu ayan-beyan görebiliriz. Hakiki dindar insanların üzerine yer yer Avrupa'nın zalimleri, zaman zaman da Asya'nın münafıkları ve daha nice azılı din düşmanları, "fundamentalizm, gericilik, yobazlık, irtica..." diye saldırdıkları bir dönemde onları koruyan, onlara sahip çıkan, tam onlardan olmasalar bile onları sıyanet kanatları altına alıp Hak inayetini ve himayesini temsil eden dünya kadar insan çıkmıştır.
  5. Öteden beri tebliğ ve irşat edenlerin içinde yaşadıkları toplumlar ve o toplumların sistemlerinin onlar için koruyucu birer vazife gördükleri hiç de az değildir. Tabi bu biraz da temsilcinin basiretine bağlı…

Demek ki, sistemler, "Köpekleri de mağaranın ağzında ön ayaklarını sermiş yatmakta idi." sırrınca, hizmet erlerine yerine göre şemsiye, yerine göre kalkan ve zırh olabilecek. Yani dışarıdan onlara hücum etmek isteyenler, Ashab-ı Kehf'i göremeyip sütreye takılıp kalacaklardır. Evet, herkes aynı ölçüde inanmayabilir; ama inandığı nisbette insanlığını ortaya koyacağı da göz ardı edilmemelidir… "Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş paranızla şehre gönderin de, baksın (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size ondan erzak getirsin." (Kehf Sûresi, 18/19)

Bu ayet-i kerimede dikkati çeken ikinci bir husus da paradır. Neticesi ne olursa olsun dünya ve dünyalık onları ele vermiştir. Bakın, Yemliha'yı —eğer o ise— şehir halkının fark etmesi para ile oluyor. Sonucun iyi olması bir lütuf; ama para yakalatıyor. Öyleyse mefkûre insanı ele geçmeyi, dost-düşman çevre tarafından yakalanmayı arzu etmiyorsa, kazanma değil, dünya za'fı bile olmamalıdır. Evet, öteden beri nice serv-i revan canlar, nice muktedir sultanlar hep bu gaddar-ı bîinsafın esiri olmuşlardır. İnsanın fıtratındaki bu zayıf nokta kullanılarak nice milletler pâyimal edilmiş ve nice toplumlar tarih olup gitmiştir. Ne var ki dinin intişar etmesi ve etraf-ı âlemde şehbal açması da yine paraya, yani maddî finansman gücüne bağlıdır. Dikkat edin, Ashab-ı Kehf o birkaç dirhemle dışarı çıkınca o toplumda din adına hemen ikinci bir patlama meydana gelmiştir…

Evet, Müslüman para kazanmalıdır, zengin olmalıdır; olmalıdır ama gönlünde de zerre kadar ona yer ve değer vermemelidir…

"Demek ki, maddî güç din-i mübin-i İslâm'ın intişarında çok önemli dinamiklerden biri.. bu açıdan da onu elde etme cehdi de bir ibadet sayılabilir.. sayılabilir ama kazanırken alın teri ve fikir sancısıyla kazanılmış, harcanırken de heva ve heves istikametinde değil de, bir yüce mefkûreyi ikame edebilme yolunda harcanabilmişse.." (Kur'ân'dan İdrâke Yansıyanlar s. 238-48).

Kendisine Allah'tan sıhhat ve 'Sünnet'e hizmette geçecek uzun ömür diliyoruz.