Erbil Dönüşü

Abant Platformu'nun Erbil'deki toplantısı belli ki Türkiye'de medya tarafından oldukça iyi izlenmiş, yazılı ve sözlü basında yankı bulmuş. Oraya gidenlerden biri olarak, böyle bir şeyin yapılmış ve gerçekleşmiş olmasından memnunum. Toplantıda birçok konu konuşuldu, ama şu ya da bu konunun şu ya da bu biçimde konuşulmasından önce, böyle bir toplantının yapılıyor ve yapılmış olması önemliydi bence. Türkiye'nin Musul'daki başkonsolosunun bu toplantıya gelmiş olması da önemliydi. Irak'ın dağılması ve bu özerk yönetimin işlemeye başlamasından beri Türkiye'nin bu olguya dostça yaklaşmasının olabilecek en doğru politika olduğunu anlatmaya çalıştım. Erbil toplantısı buna uygundu ve bunun ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu.

Henüz bir "politika"dan söz etmek için fazla erken herhalde. Ama bu ziyaret, Türkiye'nin bir kısmının bu yönetime iyi niyetini dile getirmenin bir vesilesi oldu ve resmî düzeyden de, en azından bir engellemeyle karşılaşmadı. Tabii memlekete dönüşte karşılaştığımız manzara, bu işlerin hiç kolay olmadığını gösteren bir tablo gibiydi. Otobüsle özel bir girişe getirildik. Burada, o her zamanki ekranlardan vb. bir kez daha geçerek, eşyalarımızı geçirerek geçmemiz gerekiyordu. Yani, daha epey bir zaman kaybetmemiz. Irak Kürdistanı'ndan, yani terörizmin bağrından geldiğimize göre, işin sıkı tutulması gerekiyordu. Oradayken nelerden geçtiğimiz buradakileri hiç ilgilendirmez. Oraya güven olmaz ki! Bu işler olur ve uzarken saatin altı olması da kimseyi ilgilendirmez. Kürdistan'a giden uykusuzluğa da katlanacak. Nitekim, yalnız biz ve el bagajımız değil, asıl bagaj da yeniden makinelerden geçirilerek, aranarak, dolayısıyla gecikerek geliyor. Böylece, gerekli vatandaşlık dersini almış, hanyayı konyayı bir kere daha öğrenmiş olarak çıkıyorsun alandan.

Bunlar, oralarda olanlara, olacaklara dostça bakmaya hiçbir şekilde niyeti olmayan bir kesimin hem varlığını, hem de etkisini gösteriyor. Bu, tabii, bilmediğimiz bir şey değil; o kesimin varlığını göstermesinin tek biçimi de değil. Varlar ve daha uzun zaman olacaklar, çünkü olmaları ve tam da bu şekilde olmaları için bunca tedbir alındı, bunca özen gösterildi.

Gelelim Erbil'e. Erbil'e giden uçağa binmek için Dış Hatlar'a gidiyor, yanınızda pasaportunuz, yabancı ülkeye gitme ritüellerini yerine getiriyorsunuz. Ama sonunda geldiğiniz yer sizde öyle fazla bir "yabancı ülke" izlenimi bırakmıyor. Akşam yemekte masanızda duran şişenin "Yeni Rakı" olmasından ibaret değil bu âşinalık. Daha pek çok şey, o şişe gibi tanıdığınız. İnsanlar Türkçe konuşursa değil, konuşmazsa şaşırıyorsunuz.

Bir şey dikkatimi çekti ve düşündüm üzerinde. Birçok yere fidan dikilmişti. Belli ki son bir iki yılın çabaları bunlar. İyi ama birkaç bin yıldır bu insanlar burada oturuyor ve burası onların yurdu. Ama belli ki varolan dünya siyaseti bir yerde yaşamakla o yerin sahibi olmak arasına bir ayrım koyuyor. Hani o manevi tapuya sahip olduğunu hissetmeyince, insan, kendi yaşadığı yeri bile tam sahiplenmeyebiliyor. Ya da belki güvenemiyor, oraya küçük büyük yatırım yapacak güveni kendinde bulamıyor. Ama artık fidanlar dikilmişti. Tabii yalnız fidan dikmekle kalmıyor, bu gelecek hazırlığı (o bana özellikle simgesel göründü), başka birçok şey, bu arada geniş geniş caddeler yapılıyor. Yeni başlayan işlerde, girişimlerde iyimser, umutlu bir hava olur. Erbil'de gezinirken sık sık yüzüme çarptı böyle bir iyimserlik ve umut havası.

Aynı zamanda birtakım işlere yeni başlıyor olmanın sevimli acemiliğini de hissettim sanıyorum. Bin yıldır yapılan işler gene yapılıyor ve burada bir acemilik yok. Sözgelişi, kalabalık çarşılarda geziyoruz ve tabii herkes işini gayet iyi biliyor. Ama "asker" var, "polis" var, birey olarak bu işleri yapan biri değil, örneğin "Irak polisi" olmuş falanca değil de, "Kürt polisi" olmuş falancayı görüyorsunuz. Öyleleri daha yolda, olacaklar. Bu gibi işler hani öyle fazla maharet de gerektirmez; sonuçta belki de sadece bir "duruş" meselesidir. Olduğu zaman da çok sevimli olmaz. Bu gibi işlerde daha menzile varmamışlar, ama oraya doğru gidiyorlar, diyebilirim.