Amerikan Oyunu?

Milliyetçi fikirleriyle bilinen bir akademisyenle Türkiye'nin Avrupa Birliği serüvenini konuşuyorduk. Henüz Avrupa üyelik müzakereleri başlamamıştı. Ufukta şimdikinden çok daha büyük bir belirsizlik vardı.

Süreç, birçok açıdan ülkemizin lehine görünüyordu. Üyelik sürecindeki reformlar, Türkiye'nin standartlarını yükseltecekti. Ekonomik açıdan daha müreffeh, daha demokratik ve daha şeffaf bir ülke olacaktık. Sonunda üyelik olmasa bile bunlar başlı başına önemli kazanımlardı.

Bütün engellemelere rağmen, bir de süreç tam üyelikle noktalanırsa, yani Türkiye 80 milyonluk nüfusuyla AB kurumlarında eşit söz hakkı elde ederse, bu sadece Türkiye için değil, 300 milyonluk Türk ve 1 buçuk milyarlık İslam dünyası için çok büyük bir avantaj olacaktı.

Ama o akademsiyen hiç de böyle düşünmüyordu. Ona göre AB süreci bağımsız Türkiye'nin sonu demekti. Türkiye'nin AB içinde yaşama, ayakta kalma şansı yoktu. Böyle bir durum olursa, kişisel olarak ne yapacağını da şimdiden kararlaştırmıştı. Varını yoğunu toplayıp, Türklerin bin yıl önce geldiği topraklara geri dönecekti. Çünkü AB üyesi bir Türkiye'de bütün milli varlığımızı kaybedecektik.

Bu zıt yaklaşımların bir benzerini, fikirleriyle özellikle muhafazakâr çevreleri etkileyen iki ismin AB sürecine yaklaşımında görmek mümkündü. Biri, bu süreci başta İslam olmak üzere temsil ettiğimiz değerleri Avrupa'ya anlatmak için bir fırsat olarak görüyordu. Diğeri ise süreci değerlerimiz açısından bir tehdit olarak görüyor ve milletimizi Avrupa'dan korumak gerektiğini söylüyordu.

Bu iki yaklaşım arasındaki en önemli fark, bize göre kendimiz ve milletimiz hakkında nasıl bir kanaat taşıdığımızla çok yakından alakalı. Kendine ve millete güven duyanlar ilk grupta yer alırken, özgüven konusunda sorun yaşayanlar ikinci gruba giriyor.

İlk gruptakiler, kendilerini dünya tarihinin şekillenmesinde büyük rol oynamış birkaç milletten birinin vârisi olarak görme eğilimindedir. Onlara göre, Türkiye coğrafî konumu, tarihî tecrübesi ve kültürel birikimi ile en girift sorunların çözümünde özgün stratejiler üretebilir. Hem kendi içindeki sorunların hem de bölgesindeki sorunların çözümünde doğal olarak ilk akla gelen adreslerden biridir. Kendilerine güvendikleri için başkalarıyla ilişki kurmaktan korkmazlar. Bu tür bir karşılaşmayı kendi değerlerini tanıtma fırsatı olarak görürler.

Buna karşın ikinci gruptakiler, bu özgüvene sahip olmadıkları için Türkiye'yi sürekli nesne olarak görme eğilimindedirler. Onlara göre Türkiye asla ve kat'a kendinden hareketle bir adım atamaz. Süper güçlerden talimat almadan bir strateji üretemez. Şayet Türkiye, içeride kangren haline gelmiş bazı sorunları çözüyor gibi görünüyorsa; ya da bölgedeki büyük krizlerde arabuluculuk rolü oynuyorsa, bu kesinlikle birilerinin planı çerçevesinde oluyordur. Özgüven sorunu yaşadıkları için öteki ile bir arada bulunmak istemezler. Bulundukları ortam, farklılıklardan ne kadar arındırılmışsa o kadar mutlu olurlar.

Bu arka planı göz ardı ederek, son dönemde Türkiye'nin dışarıda ve içeride başlattığı açılım hamleleri etrafında yapılan tartışmaları doğru anlamak mümkün değil. Bu ülkenin kendinden hareketle bir strateji üretmesini ihtimal dışı görenler, doğal olarak Ermeni açılımını da Kürt açılımını da Alevi açılımını da Amerika'nın veya başka güçlerin bir oyunu olarak görüyor. Gelişmelere Mısır'dan bakan aydınların, Türkiye'nin Ortadoğu'da kazandığı prestije gıptayla bakması veya izlenen politikaların sadece Washington, Brüksel veya Rusya'nın değil, tüm bölge ülkelerinin takdirini kazanması bile bu bakış açısını değiştirmiyor.

Bu bakış açısı, sadece siyasi konularda değil, bir sivil hareketin başarıları karşısında da aynı tepkiyi veriyor. Mesela, Anadolu'ya sımsıkı bağlı Gülen hareketinin, dünyanın dört bir yanına açtığı okullar da aynı tepkiyi alıyor. Aynı özgüvensizlik: Bir dış destek olmadan nasıl bunlar yapılabilir?

Bir kesimin genlerine işlemiş bu özgüven sorununu tedavi etmedikçe, komplo teorilerinden kurtulup daha sağlıklı tartışmalar yapabilir miyiz?