'Ba'nın altındaki nokta

Bir gün halktan biri büyük velilerden Şibli'nin yanına gelir konuşmak için. Şibli, ona "Sen kimsin?" diye sorar. Adam cevap verir: "Bâ harfinin altındaki noktayım, yani önemsiz bir kimseyim." Bunun üzerine Şibli, "Kendin için bir makam tanımadıkça sen bir Şâhidî'sin -Huzur-u Hakk'dasın, hâlin istikamet üzeredir-" der. Kendisini harflerin üstündeki noktalara benzetmeyip 'Ba'nın altındaki noktaya benzetmesi ise mütevazı bir kinayedir aslında. 'Ba' harfi altındaki küçük bir nokta ile diğer harflerden ayırt edildiği gibi bu tevazu sahibi şahsiyet de önemli olmayan farklarla halktan ayrılır. Ba'daki nokta 'be' harfine delalet ettiği gibi o da kendisini hiçe sayıp Yaradan'a bürhan olur.

Tevazu insanın kendisini aşağı görmesi, aşağılık sanması değil aslında. Bilakis kişinin haddini, hududunu bilmesi, yani özünü, o özün sınırlarını ve hakikatini görmesi. Yazar Dücane Cündioğlu, 'Hz. İnsan' kitabında tevazuu, "Tek kelimeyle bir itiraf biçimi, insanın haddini bilmesi." şeklinde tanımlıyor. Ona göre tevazu gösterme, aşağı inme, aşağıdaymış gibi görünme, yapmacık aşağılık gösterilerinde bulunma demek değil, aksine varlığın ihtişamı içinde 'hiç' olduğunu bilip bu çerçevede hiç görünmek. Fethullah Gülen Hocaefendi ise, alçakgönüllüğü, 'benlik-enaniyet' ekseninde tarif ediyor. O, insanın enaniyet virüsünden kurtulup "ben" yerine "biz" demesi ve Cenâb-ı Hakk'ı gösterecek bir ufku yakalamaya talip olmasının önemine değiniyor. Meseledeki tehlikeli bir noktanın da altını çiziyor: "Bazen iradî tevazu, mahviyet ve iradî hacâlet kibir, gurur ve ucubdan kat kat daha tehlikelidir. Tevazuya niyet tevazuyu kibre dönüştürür; mütevazı görünmek için mahcup mahcup durma çok çirkin bir riyakârlık ve yalandır. Bu tür davranışların arkasında başkalarına 'estağfirullah' dedirtme yatırımları vardır. Eğer, süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar insanın tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk kokan 'estağfirullah' yatırımlarıdır." Yani yüzü yerde görünüp gözün kulağın hep takdir ve alkışlarda olması, insanın makam-mansıp sevdasına düştüğünün göstergesi oluyor aslında. Böyle bir duygu ve düşünce kayması da açık bir kibir, gurur ve ucbdan daha tehlikeli oluyor. Çünkü açık kibir fark edilebilir ve bilindiği için ondan dönme ihtimali var. Fakat tevazu ve mahviyetin altına gizlenmiş kibir ve ucbdan kurtulmanınsa yolu yok.

Hocaefendi'ye göre bu gizli saklı duygular, hiç iflah olmayan öldürücü virüsler gibi. Bunlardan kurtuluş reçetesi ise virüslere yakalanmadan ve kayma noktalarına takılmadan Rıza-yı İlâhî hedefine yürüyerek Allahu Teâlâ'ya sığınmak. Oturup kalkıp, "Allahümme innî eûzu bike min en-üşrike bike şey'en ve ene a'lemu ve estağfiruke limâ lâa'lemu - Allah'ım, bile bile şirk koşmaktan, Senden başkasını ilah tanıyıp Senin güç ve kuvvetinden başka şeylere tesir-i hakiki vermekten Sana sığındığım gibi, bilmeden ve farkında olmadan karıştırdığım haltlardan da Sana sığınıyor ve istiğfar ediyorum." diyerek O'nun rahmet kapısına yönelmemiz icap ediyor. Hocaefendi burada İslâm ahlâkını tabiat haline getirmenin, Kur'an ahlâkıyla ahlâklanıp Efendimiz'in (aleyhi ekmelüttehâyâ) edebiyle edeplenmenin önemine işaret ediyor.

Rotamızı günümüz insanına çevirdiğimizde karşımıza direkt benlik çıkıyor. Modernitenin merkeze alınan 'ego' ve 'ene' kabartılarak adeta kibre davetiye çıkartılıyor. İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Reşat Öngören, yaşadığımız çağda âdemoğlunun egosunu-nefsini merkeze aldığına değiniyor. Pompalanan bu anlayışın insanın egosunu azdırmakla kalmadığını belirtiyor, ayrıca onun bencil, kendisini beğenen, başkalarını küçümseyen, kibirli bir varlık olmasına kapı araladığı uyarısında bulunuyor. Oysa dinimiz kibirle şekillenen zihniyetin aksine, insanın gücünün ve iradesinin sınırlı olduğu gerçeğine vurgu yapıyor. İslâm bizden egomuzu değil, kulluğu merkeze almamızı, dünya hayatını bu merkezde planlamamızı talep ediyor. Zira insan kulluğun farkına varıp Rabb'inin karşısında acziyetini, güçsüzlüğünü fark ettiğinde kibirlenemez, böbürlenemez; haddini bilir, kulluğun gereğini yerine getirmeye çalışır. Sahip olduğu güç ve imkânın Alah'tan geldiğini bilen kimse, hiçbir hususta kendi nefsine ve egosuna pay çıkarmaz. Ayrıca tasavvuf ehli insan, sahip olduğu sınırlı iradeyi (irade-i cüz'iyye) Allah'ın sınırsız iradesinde (irade-i küliyye) eritmedikçe gerçek hürriyete sahip olamaz. Ancak iradesini Allah'ın iradesine ram edenler, sınırsız dileme gücünü elde etmiş olur. Böylece nefsinin, enâniyetinin ve egosunun esiri olmaktan kurtulur.

Tevazu kahramanları

Gönüllerin Sultanı (sallallahu aleyhi ve sellem), "Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır." buyurarak, büyük görünmekle küçüklüğün küçük görünmekle de büyük olmanın birbiriyle paralel olduğunu ifade ediyor. Ümmetine tevazuyu ısrarla tavsiye eden Allah Resûlü, kendi hayatında bunu en üst seviyede uyguluyor. Ashabıyla arasına mesafe koymuyor, bir mecliste bulunurken aralarına oturuyor. Bir gün uzaktan gelen biri Efendimiz'in nerede olduğunu sorar, o sırada ashabına su dağıtmakta olan Peygamberimiz, "Topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir." diye cevap veriyor. Gönüllerin Sultanı, bu sözüyle insanlara hizmetin önemini vurguluyor. Hatta Ebu Said Hudri'nin rivayeti de bunu destekliyor: "Resûlullah merkebine ot verir, evini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini yamar, koyunlarını sağar, hizmetçilerle beraber yemek yer, ilk defa selam veren o olurdu."

İslâm tarihine göz atacak olursak özellikle tasavvuf ehli arasında tevazuun çok ileri seviyelerde yaşandığına şahit oluyoruz. Mesela bugün sadece Müslümanların değil, bütün dünyanın el üstünde tuttuğu Hz. Mevlânâ, Divanındaki şiirlerin sonunda 'Şems' mahlasını kullanırken, şiirlerini kendisine değil, mürşidi Şems-i Tebrîzi'ye nispet edecek kadar nefsinden, benliğinden uzaklaşıyor. Sonuçta Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi vesellem) müjdesi tahakkuk ediyor. Tevazuu sebebiyle Allah, Mevlânâ'yı yüceltiyor bununla da kalmıyor onu herkese sevdiriyor.

Tevazu ehli bir başka zat ise Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin mürşidi Üftade Hazretleri. Bu mübarek şahsiyet, esas adı Mehmed olduğu halde kendisini 'Üftade' olarak tanıtır ve bu isimle meşhur olur. Mehmet Efendi, Bursa'da bir camide Allah rızası için müezzinlik yapar. Bir gün caminin mütevellisi kendisine maaş bağlamayı teklif eder, o da kabul eder. Fakat o gece rüyasında kendisine, "Sahip olduğun makamdan üftâde oldun-düştün." denir. Bu uyarı üzerine maaş almaktan vazgeçer. Burada önemli olan husus, ikazı dikkate alan Mehmed Efendi'nin 'Üftâde'yi kendisine lakap olarak seçip "Ben hiçbir değeri olmayan kimseyim." diyerek tevazu ipine tutunmasıdır.

Emevî halifelerinin sekizincisi olan Ömer Bin Abdülaziz'in oğluna yaptığı uyarı da dikkate şayandır. Abdülaziz'e oğlunun bir dirheme yüzük kaşı satın aldığı haberi verilir. Bunun üzerine Ömer, hemen oğluna bir mektup yazarak ikazda bulunur: "Bana gelen haberlere göre bin dirheme yüzük kaşı satın almışsın. Mektubumu alınca derhal onu sat ve bin aç karın doyur. İki dirhemlik bir yüzük kullan, kaşı da Çin demirinden olsun, üzerine: 'Allah haddini bilene ve nefsinin değerini idrak edene merhamet eylesin!' diye yaz."

Hasılı kelam tevazu, Yaradan'a yakın olmaya en güzel vesile. Hakk'a karşı hayalı, halka karşı vefalı olmanın yolu da alçakgönüllü olmaktan geçiyor hiç şüphesiz. O halde son sözü, bu yola baş koymuş Alvar İmamı'na bırakalım: "Herkes yahşi men yaman / Herkes buğday men saman".