Olimpiyat önyargıları kırdı

Olimpiyat önyargıları kırdı

Kuzey Avrupa ülkesi Danimarka, ekonomik refahı ve eğitim seviyesi yüksek ülkelerden. Kişi başı millî geliri 40 bin doları buluyor. Kütüphanelerinde yılda 30 milyon kitap sirkülasyonu yaşanıyor. 5,5 milyonluk ülke nüfusunu düşünürseniz, okuma oranının ne kadar yüksek olduğunu anlayabilirsiniz. Dünyaca ünlü Andersen Masalları’nın yazarı Hans Christian Andersen’in memleketi için bu oran şaşırtıcı olmamalı. İngilizce burada ikinci dil, herkes biliyor ve konuşuyor. Peki, 60 bin Türk’ün yaşadığı ülkede Türkçe hangi oranda konuşuluyor? Maalesef bu sorunun cevabı 60 bin bile değil. 31 bin Danimarka vatandaşı Türk’ten bir kısmı evinde Danca-Türkçe karışımı bir dil kullanıyor. Neyse ki, bu tablonun değişme ihtimali var artık. Danimarka 3 yıldır Dil ve Kültür (Türkçe) Olimpiyatları’na öğrenci gönderiyor. Bu sene 7 öğrenciyle katılıyorlar. Türkçeye ve olimpiyatlara ilgi her yıl artıyor. Elbette nispi bir artıştan söz ediyoruz, hatırı sayılır rakamlar mevzu bahis değil henüz. Ama bu bile bozkırda çiçek açtırmak kadar önemli bir başarı. Abartıyor muyuz? En doğrusu hikâyeyi dinleyip öyle karar vermek.

Önce Türk okullarının bilgisini verelim. 10’dan fazla Türk okulu var Danimarka’da; ama sadece birine yabancı öğrenciler geliyor. Orada da Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor. Yani, Danimarkalı öğrencilerin devam ettiği ve zorunlu Türkçe dersi verilen bir okul yok. Dolayısıyla olimpiyata katılacak öğrenciler devlet okullarından bulunuyor. Peki, bu nasıl oluyor? Cevabı ‘bozkırda çiçek açtırma’ başarısını gösteren iki öğretmende; Fatih Doğan (Türkçe) ve Azerbaycan Türk’ü Kemaliye Hüseyinova’da (Müzik). İkilinin yolu üç yıl önce Kopenhag’daki Türk okulunda kesişir. Fatih Bey o yıl ilk kez Türkçe Olimpiyatları’na Danimarkalı öğrenci götürmeyi düşünmektedir. Planı hazırdır; zaten okullarda iyi müzik eğitimi alan öğrencilere Türkçe şarkı öğretilirse yolun yarısı aşılmış olur. Yolu yarılamanın ilk adımı ise bu öğrencilere ulaşmaktır. İşin üstesinden tek başına gelmek mümkün değildir, en az bir ortak bulmak gerekir. Değil mi ki projenin bir ayağı ‘müzik’tir, en uygun isim müzik öğretmeni Hüseyinova olabilir. Önce olimpiyat fikrini açar Kemaliye Hanım’a, “Sizin desteğinizle biz de katılsak” der. Beklemediği hızda ‘evet’ cevabı gelir. Kemaliye Hanım’ın olimpiyatlardan haberi vardır ve kendisini fazlasıyla heyecanlandırmaktadır; ama oraya öğrenci yetiştirmek aklının ucundan bile geçmemiştir. O ki, ünü Kopenhag caddelerinde, az çok müzikle uğraşan çevrelerde almış başını yürümüştür. Çünkü konserlerde, gecelerde, kültür günlerinde piyanosuyla Türk ve Azeri şarkıları çalmaktadır. Avrupalıları cezbeden de bu konserlerde araya sıkıştırdığı Türk ve Azeri parçalarıdır.

Kuzeyin soğuk ülkesi Danimarka’nın Türkçe Olimpiyatları ile tanışıklığı yeni sayılır. Ama kısa sürede kurulan sıcak diyaloglarla ciddi mesafe alınmış. Şimdi Anadolu Dil ve Kültür Derneği’nin yöneticileri arasında 18 Danimarkalı da var.

Yola işte bu Kemaliye Hanım’la çıkar Fatih Bey. Öğrenci bulmak için okulları dolaşıp olimpiyatları anlatmaya başlarlar, gidemediklerine mektup, broşür gönderirler. “Gelin, bütün dünyanın katıldığı sevgi ve barış temalı olimpiyatlarda biz de yerimizi alalım” denir. Avrupa, bu tür faaliyetler için fazlasıyla özgürlük alanlarını açmıştır; ama vatandaşları da o derece sorgulayıcıdır. Nitekim, yüksek duvarlar, sert önyargılar çıkar karşılarına. İlk olarak “Neden Türkçe?” sorusuna muhatap olurlar. Ardından sorular sıralanır: “Bu dinî bir şey mi, politik mi? Çocuklarımıza ne yapacaksınız? Arkanızda kim var, Arabistan mı, Amerika mı?” Dilleri döndüğünce cevap vermeye çalışırlar. Dinle, politikayla ilgisi olmadığını, tamamen sevgi ve barışı hedefleyen kültürel bir faaliyet yürütüldüğünü, herhangi bir ülkeyle de bağlantısı bulunmadığını, bilakis 140 ülkenin organizasyona iştirak ettiğini ifade ederler. Kemaliye Hanım kendisinden örnek verir; Müslüman olduğunu, yıllardır Danimarka’da konserlere katıldığını, herkesin takdirini kazandığını belirtir: “Başka amacımız yok; sadece dilimizi, kültürümüzü öğreneceksiniz. Biz müzikte de iyiyiz, eğitimde de iyiyiz, bunu göstermek istiyoruz. Siz de kendi kültürünüzü tanıtacaksınız.” Bu çabalar veliler üzerinde pek etkili olmaz. Sürpriz beklenmeyen yerden gelir; Kemaliye Hanım’ın Danimarkalı müzisyen arkadaşı Gudrun Holck, çalıştığı okula gelen olimpiyat broşürüyle haberdar olur meseleden. Arkadaşını arar ve 3 öğrencisini yönlendirebileceğini söyler. Ertesi gün Hock’u da yanlarına alarak ailelere giderler. İki aile çocuklarıyla beraber gelmek kaydıyla, diğeri de onlara güvenerek teklifi kabul eder. Emily, Johanna ve Josefina ile hemen çalışmalara başlanır. Bu arada öğrenci ararken olimpiyat finallerine sadece 20 gün kalmıştır. Önce şarkılar seçilir, Holck ve Kemaliye Hanım’ın çabalarıyla iyi bir performans yakalanır, son 10 günde Türkçeye ağırlık verilir ve nihayetinde 2009’daki Türkçe Olimpiyatları Finali’ne yetişilir.

Danimarka ekibi, 15 günlük final sürecini şaşkınlıkla ama günden güne artan memnuniyetle geçirir. Atmosferden etkilenmişlerdir. Kültür Şöleni’nde açılan Danimarka standında ülkelerini anlatırlar. Türkiye’yi, insanını yakından tanırlar. Emily, Fatih Bey’e bir itirafta bulunur: “Biz Türkiye’yi develerin üzerinde gezilen bir yer sanıyorduk. Siz de bizim gibi insanmışsınız!”

Sıcak ilişkiler Danimarka’ya dönüşte devam eder. Üç öğrencinin ailesi Türkiye’de yaşadıklarını yakınlarına anlatır, çocuklar arkadaşlarına... Bu yeni bir çevre anlamına gelir Fatih Bey için. Öğrenciler ve aileleriyle irtibatı devam ettirir, hatta onların yakınlarıyla tanışır. Türkiye’ye giden öğrencilerle velilerinin duygu ve düşüncelerinin de yer aldığı bir olimpiyat dergisi hazırlanır. Ertesi yılın broşürleri dağıtılırken bu dergi yanına konulur. Danimarkalı ailelerin referansı etkili olur ve ikinci yıl 12 öğrenci birden gelir.

Sonraki yıllar da farklı gelişmez hadiseler, ilgi artarak devam eder. Danimarkalı aileler işi öylesine sahiplenir ki, ‘Daha iyi nasıl olabilir’ diye kafa yormaya başlar. Fikir alışverişleri sırasında meselenin kurumsal bir yapıyla yürütülmesi gerektiği üzerinde durulur ve geçen yıl bu konuda adım atılır. Yönetim kurulunda 18 Danimarkalının da bulunduğu Anadolu Dil ve Kültür Derneği kurulur. Kurumsallaşmanın yansıması çabuk görülür. Mesela son iki senedir ülke finali Kopenhag’ın en ünlü kültür sanat merkezi Tivoli’de gerçekleştiriliyor. İlk iki yıl ağırlıklı olarak Türklerin izlediği elemelere artık yarı yarıya Danimarkalılar geliyor. Fatih Bey, Danimarkalıların gözünden aradaki farkı şöyle anlatıyor: “İlk sene veliler diyordu ki, ‘Yahu, siz dünya çapında bir organizasyondan bahsediyorsunuz ama ciddi misiniz?’ Çünkü somut olarak sadece elimizdeki davetiyeler vardı. Geçen yılki ülke finalinden sonra tepki ‘Ne yaptınız da seviye 5-6 gömlek yukarı çıktı?’ şeklinde oldu.”

Bundan böyle Türkçe öğrenimine de ağırlık verilecek. Çünkü Danimarkalı öğrenciler şarkı ve şiir gibi sahne performanslarında başarılı olsa da Türkçe sınavı ve dil mülakatında zayıf kaldığı için derece alamıyor. Zayıflığın iki sebebi var; okullarda Türkçe dersi olmaması ve çocukların Türkçeye mesafeli durması. Çünkü zaten ana dillerinin yanında İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi üçüncü-dördüncü dili öğrenen çocuklar için Türkçe ‘lüks’ kaçıyor. Fakat Türkiye’ye geldikten sonra iş değişiyor; öğrenciler Türkçe öğrenmediğine hayıflanıyor, bazısı döndükten sonra Türkçe derslerine başlıyor. Bunlardan birisi 2009’da finale gelen öğrencilerden Johanna. Ayrıntısını Fatih Bey’den dinleyelim: “Johanna geçen yıl bize Türkçe öğrenmek istediğini, Türkiye’de aile yanında kalabileceğini söyledi. Ama aile ayarlayamadık, o da Fransa’ya gitti. Geçen ay mesaj attı, ‘Türkçe öğrenmek için kitap CD gönderebilir misiniz?’ diye. Gönderdik, şimdi Türkçe öğreniyor.” Geçen yıl olimpiyatlarda ‘Beri gel kara göz’ şarkısıyla dikkat çeken Nicole ve annesi Irina Hanım da Türkçe öğrenme planı yapanlardan. Planını hayata geçiren biri var ki, ona ve ailesine özel parantez açmak gerekir: Markus Shannon. Geçen yıl hem şiir (Işık Adam) hem de şarkıyla (Ali yazar Veli bozar) katılmış olimpiyata. Her ikisinde de başarılıymış; ama Türkçe sınavını geçemediği için dereceye girememiş. Mülakatta kendini epey zayıf bulmuş, hatta anne ve babasının mesleği sorulduğunda aklına ilk gelen ‘kral’ ve ‘başbakan’ kelimelerini söylemiş… Bu duruma içerleyen Markus dönüşte Fatih Hoca’ya Türkçe öğrenmek istediğini söyler. Şimdi haftada iki saat Türkçe dersi alıyor.

Markus’un babası Raymond Shannon, olimpiyat ve Türkiye fikrine en soğuk bakan isimdir başta. Çünkü Türkiye onun için ‘başörtülü insanların ülkesi’ demektir ve başörtüsüne karşı önyargıları vardır. Olimpiyat projesinin arkasında da farklı düşünceler olabileceğini düşünür. Ama kendi kültürlerini tanıtma imkânı verileceğini ve 135 ülkenin katılacağını duyunca kendisi de gelmeye karar verir. Eşi Joanna Hanım’la birlikte Türkiye’de açılan Danimarka standında görev alırlar. Ziyaretçilere kendi ülkelerini, kültürlerini anlatırlar. Raymond Bey, en çok başörtülü bayanlara neden örtündüklerini sormuş ve aldığı samimi cevaplar karşısında sert bakışı değişmiş. Başörtülü insanların tahmin ettiği gibi radikal düşünceli olmadıklarını, dünyaya-diyaloga açık olduklarını anlamış. İnsanların ilgisinden, kültür ve fikir alışverişinden, 135 ülkeyi bir arada görmekten hayli memnun kalmışlar. Shannon çifti şimdi ‘Danimarka olimpiyatlarda daha iyi nasıl temsil edilir?’ diye kafa yoruyor. Fatih Bey’e de kapılarını sonuna kadar açmışlar, “Burası sizin ikinci eviniz, istediğiniz zaman gelebilirsiniz.” diyorlar.

Raymond’daki değişimin yakın tanıklarından biri Kemaliye Hanım. Çünkü kendisini ikna etmek için en çok dil dökenlerden biri. Ona göre, önyargıları kırılan sadece Raymond değil, birçok insanın fikri değişiyor. Dolayısıyla bugün olimpiyat zemininde barışı, kardeşliği yaşayan nesiller yarın dünya barışını inşa edebilir. Bunun için sarf edilen bunca emeğin boşa gitmeyeceğine inanıyor: “Dünyaya barışı getirecek olan medeniyettir, dildir, kültürdür. Olimpiyatlar bunun bir zeminini oluşturuyor. Politikayla, savaşla, kan dökmekle istediğimiz ortamı sağlayamayız. Senelerdir savaşlar sürüyor, insanlar ölüyor; daha nereye kadar savaşacağız? Gençleri bu şekilde birbiriyle, güzellikleriyle tanıştırarak evrensel barışın adımları atılmış oluyor.” Olimpiyatların Kemaliye Hanım’ın kişisel hayatında da farklı bir anlamı var. İki yıl önce kanser hastalığından kaybettiği eşinin acısı bir nebze de olsa öğrencilerle ilgilenirken dinmiş. “Bu iş olmasaydı yalnızlıktan kurtulamazdım.” diyor.

Olimpiyattan sonra Türkçe

Markus Shannon iddialı ve rekabeti seven bir öğrenci, 7. sınıfa gidiyor. Hatta geçen yıl olimpiyatlara bir iddia sonucu gelmiş. Sahnede şarkı söyleyemeyeceğini iddia eden arkadaşından 20 kron kazanmış. Yeni iddiası Türkçe öğrenmek. Halen Çince seçmeli ders veren okula devam ediyor. İngilizce ve Almancayı zaten biliyor. Peki, neden bir de Türkçe? Olimpiyatlardaki atmosferden, Türkiye'den etkilenmiş. Döndükten sonra konuşmak istediği Türk esnaflar çok sempatik yaklaşmış. Ayrıca bu yaz tenis kampı için Antalya'ya gelecek. Tabii kısa vadeli değil Türkçe ile ilgili planları. Babası, ileride üst düzey diplomat olabileceğini, mesela Türkiye'nin de içinde bulunduğu NATO'da çalışabileceğini düşünüyor veya tercümanlık, çevirmenlik yapabileceğini...

Iris Poparic (Ülke birincisi, 8. Sınıf): Türk arkadaşlarımla konuşmak istiyorum

Olimpiyatları arkadaşlarımdan duydum. Sonra internetten inceledim ve çok beğendim. Fatih Hoca ile irtibata geçtik. Şarkı dalında katılmak istediğimi söyledim, kabul ettiler. Birçok şarkı vardı ama annemle birlikte Candan Erçetin'in 'Elbette' şarkısını çok beğendik. Türk arkadaşlarım var; ama onlarla Türkçe konuşamıyorum. Olimpiyat sayesinde öğrenip geliştirebilirim. Türkiye'ye gitmeyi çok istiyorum, orada da başarılı olacağıma inanıyorum.

Sofia Akkaş (Ülke üçüncüsü, 4. Sınıf): Gidersem dünyanın en mutlu insanı olurum

Babam biraz Türkçe biliyor, küçükken bizi Türkiye'ye götürmüştü. Ama aklımda bir şey kalmadı. O yüzden tekrar Türkiye'ye gitmek ve dilini öğrenmek istiyorum. İnternetten olimpiyat programlarını seyrettim, çok güzeldi. Bir de Emel Sayın'ın 'Kız sen İstanbul'un neresindensin?' şarkısını izledim. Çünkü ben de o şarkı ile yarışacağım. Türkiye'ye gelmeye hak kazanırsam ve orada da başarılı olursam kendimi dünyanın en mutlu insanı sayarım.