Fethullah Gülen'e Yapılan İsnatların Ana Özelliği
2. Kelime Ve Kavramların Anlamlarını Bilememe
Yazar, İslâmî terminolojide geçen bazı kelime ve kavramların manâlarını ise hiç bilmiyor. Buna rağmen, kendine göre manâlandırmaya devam ediyor. Meselâ:
I. Feyiz kelimesi, tasavvuf dilinde Allah'tan kulun kalbine akan manevî vergi, ferahlık; tarikatlarda biraz daha bir maâ ile, mürşidin müridi manen ve rûhen faydalandırması anlamındadır. Halka ise, zikir esnasında müridlerin oluşturuğu U veya daire şeklindeki toplanma biçimine denir. Bu iki kelime, Fethullah Gülen tarafından, ne yazdıklarında, ne konuşmalarında hiç geçmez ve Fethullah Gülen çevresinin literatüründe de hiç mi hiç yoktur. Buna rağmen Yazar, bir ekonomi muhabirinden naklen (kimse bu muhabir?), Fethullah Gülen'in işadamlarıyla üst düzeyde yaptığı toplantılara 'feyiz toplantıları', yine aynı grupların oluşturdukları toplantılara 'halka' dendiğini yazıyor. Yani hem feyiz, hem halka. Cehalet ve çarpıtmanın böylesi, ancak Yazar'a ait 'akademik bir çalışma'da (!) bulunabilir!
II. Hak, Allah'ın isimlerinden bir isimdir; kelime anlamı itibariyle 'gerçek, çıkarılamayacak, sökülemeyecek derecede yerleşmiş' demektir. Bu kelimenin, hukukun tekili olarak, bir kimsenin bir başkası üzerindeki maddî-manevî alacağı anlamı da vardır. Dilimizde 'hakkın hatırı yücedir' demek, gerçekler herhangi bir şeye feda edilemez manâsındadır. Fethullah Gülen, hakkın hatırını âlî (yüksek) tutma derken, Yazar'a göre 'İslâmcı yolu' kastediyor. Bilmenin bu derecesi de, yine Yazar'a ait akademik çalışmalara (!) yakışıyor!
III. Fethullah Gülen Beklenen Gençlik yazısında, 'Onların yaşadığı zaman diliminde söz pazarları bulaşıklardan temizlenir; azgınların ağızlarına gem vurulur, bütün başıboşların ipleri çekilir. Söz, söz sultanlarıyla buluşur, tanışır ve âlem onların soluklarıyla dolar taşar' (Zamanın Altın Dilimi, s.126) diyor. Burada kastedilen, yorum gerektirmeyecek kadar açıktır. Gülen, hayalinde tasarladığı gençliğin yaşadığı zaman diliminde, 'sözün ayağa düşmeyeceğini, gerçek söz sahiplerinin konuşacağını, bugün olduğu gibi, yalan, yanlış, iftira ve çarpıtmalarla veya gerçek dışı bilgi ve propagandalarla beyin yıkayanların daha fazla etkili olamayacağını ifade ediyor ve 'bütün başıboşların ipleri çekilir' diyor. Sayın Gülen burada, dil bilenlerin gayet iyi anlayacağı güzel bir teşbih ve telmih yapıyor ve 'başıboş, âvâre dolaşan (serseri) güruhun etrafa zarar vermeleri önlenmiş olur ' demek istiyor. Fakat Yazar'a göre bu, `başıboşların idam edilmesi' demek. Bu kadar Türkçe bilgisi de, yine ancak Yazar'a ait akademik bir çalışmada (!) bulunabilir!
IV. Reşahat, reşha'nın çoğulu olup, sızıntılar demektir. Ama, 'Arapça' bilen (!) Yazar'a göre, 'çevreye dağılıp yayılma' manâsında (s. 171).
Tarihte azınlıkta kalan meşrep, mezhep veya ideolojik gruplarda diyalektik ve demagoji, dolayısıyla çarpıtma kabiliyeti çok gelişmiştir. Bunun en tipik örneğini İranlı Şiîlerde görürüz. Şiî tarihinin belki en büyük polemikçisi olan ve Şiî-Sünnî anlaşmazlık noktaları konusunda 11 ciltlik eser vermiş bulunan Iraklı Emînî'nin söz konusu kitabında yer alan bir çarpıtma, Yazarın kitabındaki çarpıtmalara tam bir örnek teşkil etmektedir.
Ebu Hüreyre hazretlerini güya karalamak için Emînî, şöyle bir hadise anlatır: Emevîler döneminde bir ara Medine valiliği veya vali vekilliği yapmış bulunan Hz. Ebû Hüreyre (ra), hutbelerine başlarken, 'Dinini hakim kılan ve Ebû Hüreyre'yi de vali yapan Allah'a hamd olsun' dermiş. Bu hadise bu kadarıyla aktarıldığı zaman, insan ister istemez Hz. Ebû Hüreyre'nin valilik arzusuyla yanıp tutuştuğu ve kendi valiliği için İslâm'ın güçlenip hakim olmasını istediği düşüncesine kapılır. Halbuki, Hz. Ebû Hüreyre'nin bu sözlerinin başlangıcı ve sonu vardır. Ebû Hüreyre, 'Bu din zayıf idi. Ben, bir zaman giyecek bir şey bile bulamaz ve çula bürünürdüm. Şimdi ise, nereden nereye geldik; benim gibi bir insana valilik düştü ve artık giyecek keten bulabiliyorum. Allah'a hamd olsun!' şeklinde, devr-i Saadet'te Sahâbe-i Kiram'ın çektiği yoklukları dile getirmekte ve kendi zamanındaki neticeyi nazara vererek, Allah'a hamd etmektedir. Böyle bir hamd, ancak göz yaşartır. Yazarın çarpıtmaları da, aynen Emînî'nin bu çarpıtması gibi, Fethullah Gülen'in yazdıklarından işine gelen bir kısmı alıyor ve sonra onları, hiç ilgisi olmadığı halde zihnindeki hazır şablona yerleştiriveriyor.
Yazarın Şablonları Ve İsnatları
Yazar, bir kere Fethullah Gülen hakkındaki hükmünü önceden vermiştir. Bu hükümde, Fethullah Gülen'i ve takip ettiği düşünce çizgisini Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre töhmet altına almak niyeti yattığı için, bakış açısı da bu niyete göre şekillenmekte, dolayısıyla, Fethullah Gülen'in en masum ifadelerini ve kullandığı kelimeleri, edebî sanatları da bu niyet ve bakışına göre yorumlamaktadır. Bu açıdan, O'nun peşin hükmünü güya doğrulamak adına takip ettiği yolu üç şekilde ele alabiliriz:
1. Kelime Ve Kavramları Yanlış Anlama Veya Onlara Yanlış Manâ Verme
Her ilmin kendine has bir terminolojisi vardır. Bu terminolojiden bazı kelimeler günlük dilde mecazî kullanım alanı da bulur. Bu ilimde uzman olmayanlar, onun terminolojisini anlamayabilirler. O terminolojinin günlük dilde yüklendiği mecazî manâları da anlamayabilirler. Meselâ, kaporta, debriyaj, vites arabanın belli parçalarıdır ve herkes bunları bilmez. Bu kelimeler günlük dilimizde de, mecazî veya avamî, hattâ argo manâlar kazanmışlardır. Sözgelimi, kaporto giyim-kuşam; vites, herhangi bir hareket veya yürüyüşte kontrol mekanizması manâlarında argo kullanıma da sahiptirler.
Bunun gibi, İslâmî ilimlerin, meselâ, Hadis'in, Fıkh'ın, Tefsir'in, Tasavvuf un... herbirinin kendine has terminolojisi olduğu gibi, her bir yazar, şair veya edebiyatçının da kullandığı bir takım mazmunlar, benzetmeler, mecazlar vardır. Bunların bilinememesi, her zaman için bazı yanlış anlamalara yol açabilir. Örneğin, Divan edebiyatı şiirlerinde kullanılan sakî, mey (şarap), meyhâne gibi pek çok mazmun, aynen Allah aşkını ifade için tekye edebiyatında da kullanılır ve bu kelimeler sırayla mürşid, aşk ve tekye anlamlarına gelirler. Bu gerçeklerden habersiz olan veya niyeti ve Fethullah Gülen hakkında sahip olduğu peşin hüküm gereği habersiz görünen Yazar, sayın Gülen'in kullandığı dile 'kripto İslâmı' diyor ve önüne gelen her kelime mecaz veya mazmuna 'Şeriat, tarikat, İslâm devleti, İslâm düzeni' yakıştırmalarında bulunarak, bunu çözdüğünü iddia ediyor.
Meselâ:
A. Fethullah Gülen'in kendisine cami yapmayı önerenlere 'cemaat yapmak daha iyidir' tavsiyesindeki 'cemaat' kelimesini, bir lider etrafında bir gaye uğruna toplanmış topluluk manâsındaki cemaat olarak alıyor (s.18). Oysa burada cemaatten kasdın, camide namaz kılanlar olduğu gayet açıktır. İçinde namaz kılacak insanlar olmadıktan sonra cami yapmanın bir faydası yoktur. Namaz kılacak insanlar olduktan sonra, onlar namazlarını kılacak yer bulurlar.
B. Fethullah Gülen, Prizma adlı eserinin 1. cildinde (s. 281-285), Bosna-Hersek gibi dünyanın pek çok yerinde Müslümanların acımasızca öldürülmeleri karşısında duyulan ümitsizlik hakkındaki bir soruya verdiği cevapta, Müslümanlar olarak asıl vazifelerinin i'lâ-yı kelimetullah, yani, yukarda arz edildiği gibi, Allah'ın Kelimesini yüceltmek olduğu, bunun da ilim, iman ve disiplin temellerine oturması gerektiğini; kendilerine düşenin vazifelerini yapmak olup, Allah'ın işine karışmama terbiyesi içinde bulunmaları gerektiğini anlatmaktadır. Fethullah Gülen'in eserlerini okuyanlar, 'Allah'ın işine karışıp karışmamaktan kast'ın, ülkeye hizmet adına yapılanlar karşılığında dünyevî bir netice beklememe, hele hele devlet gibi, iktidar gibi şeyleri hiç düşünmeme ve hedef almama demek olduğunu açıkça göreceklerdir.Bu gerçeğe rağmen Yazar, sayın Gülen hakkındaki peşin yargısına binaen tam tersi bir yorumda bulunmakta ve 'Gülen'in gönlünde 'tekke, medrese, kışla çerçevesine oturan ve İ'lay-ı Kelimetullah temelinde' dini bir sistem yattığı konusu su götürmez. Bunun diğer adı şeriat devletidir' diyebilmektedir. (s.19)
C. Fethullah Gülen, II. Murad için 'ehlullah'tan tabirini kullanmaktadır. 'Ehlullah', Allah'ın sevdiği insan, velî demektir ve bunun yolu mutlaka tarikattan geçmez. Tarikatlar İslâm'ın 6. asrında ortaya çıkmış (Dr. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 197), bundan önce geçen 5 asırda binlerce, onbinlerce ehlullah, yani velî yetişmiştir. Ehlullah'ı tarikat mensubu olarak tarif etmek ve buradan sayın Gülen'in tarikatçı olduğu sonucunu çıkarmak (s. 63), Yazar'ın ya bilgi eksikliğinden, ya da peşin yargı ve şablonlarından ileri gelen bir çarpıtma örneğidir.
D. Fethullah Gülen, yaptıkları işin dînî cephesini 'iman ve Kur'an hizmeti' olarak adlandırır ve bu hizmette bulunanlar için bazen 'hizmet insanı', bazen de 'hizmet eri' tabirlerini kullanır. Fakat, hizmet eri'nin Yazar'ın şablonuna veya peşin yargısına uygun düşen tarifi 'tarikat mensubu militan ya da mürit'dir (s.68).
E. İ'lâ-yı Kelimetullah'ın ne manâya geldiğini yukarda anlatmaya çalıştık. Fakat Yazar'a göre bu, 'Allah yasalarının, günümüzdeki moda deyimiyle şeriat hükümlerinin egemen olacağı bir sistem/düzen yaratmaktır' (s.71 ).
F. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla adlı eserinde sağcılık, solculuk ve İslâm'ı anlatırken (c.l, s.190-191), İslâmiyet'in müstakil ve nev'i şahsına münhasır bir sistem olup, biri liberal, diğeri devletçi ekonomiyi ön plana çıkaran ve dolayısıyla iktisadî ayırım ifade eden sağcılığın da solculuğun da İslâm'ın özüyle ilgisinin olmadığını, aynı şekilde, bunların Kur'an'da geçen 'sağ ashâbı' ve 'sol ashâbı' tabirleriyle de alâkasının bulunmadığını söyledikten sonra, Kur'an'daki 'sağ ashâbı' ve 'sol ashâbı'ndan kimlerin kastedildiği izah etmekte ve 'Meselelerimizi Kur'an ve Hadis ölçüsünde alıp değerlendirmeliyiz. Kur'an, 'Müslümanlar' olarak ölmekten başka bir isim veya sıfatla ölmeyin' derken, İslâm adına sağcılık veya solculuk mefhumuna sahip çıkmanın manâsı olmaz. Bugünün sağcıları da solcuları da bir gün gelecek, yıllardır arayıp da bulamadıkları huzuru, Allah'tan başka hiçbir şeye dayanmayan Hz. Muhammed'in sımsıcak ikliminde bulacaklardır.' diyerek, sözlerini noktalamaktadır. Yazar, Fethullah Gülen'in bu ne manâya geldiği apaçık sözleri içinde önce 'İslâm müstakil ... bir sistemdir' cümlesini almakta ve bunu 12-13 satır sonra gelen cümlelerle birleştirip, sistemden kastın devlet, Hz. Muhammed'in sıcak ikliminden kastın da şeriat düzeni olduğu manâsını çıkarıvermektedir.
G. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla 1, s. 121'de gerçek dava adamının davaya vefalı olması gerektiğini ifade ettikten sonra, bir benzetmede bulunarak, günümüzde kupa maçları yapıldığını, İslâm davası bağlılarının ise, bir kulpunu Allah'ın tuttuğu kupa için yarıştıklarını söylemekte ve 'böyle bir kupaya canlar feda edilse değer' demektedir. Kur'an-ı Kerim'de, 'Allah, Cennet karşılığında mü'minlerden mallarını ve canlarını satın aldı' buyurulur ve böyle bir alışverişin çok kazançlı bir alışveriş olduğu müjdesi verilir. Şu anda Türkiye diye bir vatanımız varsa, bu da böyle bir alışveriş için mallarını ve canlarını asırlarca feda eden şehitlerimizden dolayıdır.
H. Yahya Kemal, Itrî şiirinde 'Eski mûsikimizi anlamayan bir şey anlamaz bizden' der. Fethullah Gülen de, tekyelerin kapatılması neticesinde Tasavvuf müziğinden mahrum kalan Türk müziğinin yurtsuz ve garip olduğunu, toplumumuzun ise ruhumuza üfleyecek musiki istediğini; tabandan gelen bu talebin görmezden gelinemeyeceğini anlattıktan sonra, 'Toplumun gözle görülecek kadar hızlanan kendi özüne dönüşü de bunun böyle olmasını gerektirmektedir' demektedir.
'Öze dönüş', hemen her İslâm ülkesinde ve dolayısıyla Türkiye'de de tartışılmış bir meseledir. Bu konuda sosyologlar çok şey yazıp söylemişler, medeniyetlerin aynen istihale edemeyeceğini, yani birbirine dönüşemeyeceğini, medeniyetler arasında alışverişler olsa da, bir medeniyetin aynen diğeri olamayacağını, her milletin onu o millet yapan kendine has bir kültür ve medeniyeti olduğunu ifade etmişlerdir. Türk milletini kendi yapan unsurların başında da İslâm'ın geldiği kimsenin inkâr edemeyeceği tarihî bir vakıadır. Onun her şeyi gibi mûsikîsi de İslâm'dan etkilenmiştir. Dolayısıyla, bugün AB kapısında da yüzümüze söylendiği ve açıkça ortaya çıktığı üzere, Türk milletinin her bakımdan bir Avrupa milleti olması mümkün değildir. Bu, sosyolojinin kurallarına da aykırıdır. Öze dönmek demek, bir milletin kendine has değerlerini yeniden keşfetmesi, taklidi bırakıp, kendisi olması demektir.
Bunun tarihten, inançtan, coğrafyadan gelen unsurları olduğu gibi, şüphesiz bu unsurların içinde şekilleneceği her çağın kendine has şartları da vardır. Fakat bunları görmek için, ideolojik körlükten, bağnazlıktan ve peşin yargılardan kurtulmak gerekir. Dolayısıyla 'öze dönmek'ten kasıt, Yazar'ın iddia ettiği gibi (s.73), İslâmî düzen kurmak demek değildir. Böyle bir anlayış, ancak Müslümanları ümmetçilikle de suçlarken, temelde enternasyonelci olan sosyalizme ve Marksizme bağlılıklarını açıklamaktan ve karşılarında düşman olarak gördükleri Müslümanları suçlu gösterebilmek için ise peşin yargılarına göre çarpıtma yapmaktan çekinmeyenlere has olabilir. i. Yazar, bugünkü Türkiye'yi tarif ederken, 'fikir ve güven bunalımı, kısır iktidar çekişmesi, işsizlik, Kürt yoğun illerde yaklaşık 750 bin ailenin aç kalışı, 5 milyon insanın göç edişi, 3000 köyün yakılışı; sosyal devlet ilkesinden vazgeçtikten sonra ortada kalan emekliler, öğrenciler, memurlar, özelleştirme furyası, 13 yıllık savaşın bitmeyişi, sistemin çöküşü, hükümet ve rejim krizi, çete skandalları, eroine bağımlı ekonomi, vs' (s. 16); bir diğer yerde, '70 yıllık paradigması bozulmuş, toplum olmayı başaramayıp gittikçe cemaatleşen, Alevî-Sünnî, Kürt-Türk, Müslüman-gâvur, laik-şeriatçı gibi alt kimliklere bölünmüş bir Türkiye aynasıdır bu.
Mafyası devletleşmiş; devleti mafya ve çete halini almış; ekonomisinin can damarlarına eroin karışmış; anayasanın temel ilkesi olan hukuk devletinden umudunu kesen yığınların sokaklarda 'ihkak-ı hak' yoluna gittikleri, fail-i meçhullerden bizar olanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurduğu; Tarikatçıların devlet kademelerini doldurduğu, siyasetçilere el etek öptürüp yönlendirip irşad ettikleri, buna rağmen laiklik mücadelesinin verildiği bir ülkenin toplumsal/siyasal fenomeniyle karşı karşıyayız' (s. 22-23) ifadelerini kullanmaktadır.
Bu ifadelerden anlaşılan, Yazar'ın Türkiye'den hiç memnun olmadığıdır. Bütün bu olumsuzluklarda, bu ülkenin İslâm'ın şuurunda olan fertlerinin hiçbir suçu yoktur. Devlet kademeleri tarikatçılarla da dolu değildir. Yazarın resmettiği Türkiye'de, bu şartları düzeltmek için nasıl Yazar, geçerli yasalara rağmen, sosyalist, hattâ Marksist çizgiyi benimsiyorsa, bir başkasının da İslâm Ahlakını dışta bırakmayan çareler teklif etmesi tabîdir ve hakkıdır. Kaldı ki, sosyalist ve Marksist çizginin, değil Türkiye'ye, hiçbir topluma mutluluk getirmeyeceği ve toplumlarının meselelerini halledemeyeceği bilfiil ispat edilmiş, buna karşılık Fethullah Gülen'in düşüncelerinin ne kadar olumlu olduğu da ortaya çıkmıştır.
Fethullah Gülen, adliyesi, mülkiyesi ve maarifi (eğitim sistemi) kökten düzelmiş nezih bir toplumun yolunun da politikadan geçmediğini belirtmektedir. (Fasıldan Fasıla, 2.232) Fethullah Gülen'in bu görüşlerini aktaran Yazar, buradan sayın Gülen'in İslâm devrimi istediğini ve özlenen nezih toplumdan kastının da şeriat toplumu olduğu sonucunu çıkarıvermekte ve insanların nezih (temiz) toplum özlemlerini de kursaklarında bırakmaya çalışmaktadır.
Yazarın Fethullah Gülen'in kullandığı kelimeleri çarpıtması ve kafasındaki şablonlara ve peşin yargısına göre manâlandırması bunlarla da sınırlı değil. Meselâ, Allah'ı bilmekten gelen vicdan kültürü, manevi kültür manâsına gelen irfan'ı dinsel öğreti (s.75); Türk tarih ve geleneğinde başbuğ, hakan gibi lider veya devlet başkanı manâsındaki baş yüce'yi halife (s.78); bir işi başarmada insanların göstereceği azim, kararlılık ve bunun için içte duyulan rûhi manevî iştiyak manâsına gelen metafizik gerilim'i tarikatçılık (s.80); uzun vadeli dünyevî gayeler peşinde olma manâsındaki tûl-i emel'i uzun erimli hedefin boyutları (s.103); Tefsir, Fıkıh, Hadis için kullanılan Şer'î ilimler tabirini Şeriat bilgileri (s. 1244) olarak, her birini kafasındaki şablonlarına ve peşin yargılarına göre tanımlayabiliyor.
- tarihinde hazırlandı.