İslâm ve Diğer Dinlerin Zekât Anlayışı Arasındaki Farklar
Buraya kadarki tarihî malumat içerisinde, İslâm’dan önceki dinlerde de zekâtın mevcudiyetinden bahsettik. Şunu unutmamak gerektir ki bugün bilinebildiği kadarıyla diğer dinlerdeki zekât anlayışı ile İslâm’daki zekât farizasının arasında bazı farklar vardır. Bu farkları şu şekilde özetlememiz mümkündür:
1. İslâm’da zekât, hiç bir zaman mücerret bir iyilik veya hayır değildir. Aksine o, İslâm’ın ana rükünlerinden bir rükün, en büyük prensiplerinden bir prensip ve temel dört ibadetten birisidir. Bu sebepledir ki, onu yerine getirmeyen kişi fasık olarak nitelendirilir; farz olduğunu inkâr edenin küfrüne hükmedilir.
2. İslâm’a göre zekât, fakirlerin, zenginlerin malları üzerindeki hakkıdır. Bu hakkı, mülkün gerçek sahibi olan Allah (celle celâluhu) tayin etmiştir. O hakkı ödemeyi, mülküne emanetçi kıldığı, bekçiliğini kendilerine verdiği zenginler üzerine farz kılmıştır. Bu sebeple de zenginin vermiş olduğu zekâtı fakirin başına kakması veya ona karşı üstünlük taslaması asla söz konusu olamaz/olmamalıdır. Çünkü malın gerçek sahibinin emriyle verdikten sonra, kasa başındaki adamın, para verdiği kişilere karşı minnet etmeye hakkı yoktur. Yoktur zira o sadece bir tevziat (dağıtım) memurudur.
3. Zekât belirli bir haktır. İslâmiyet, müntesiplerinin vazifelerini bilmeleri ve kendilerine düşen mükellefiyeti yerine getirmeleri için, zekâtın nisabını, miktarını, sınırını, şartlarını, verilme şeklini ve zamanını bizzat kendisi tayin etmiştir.
4. Bu hak sadece vicdanlara bırakılmış değildir. Bilakis devlet, onu adaletle toplama ve hakkaniyetle dağıtma sorumluluğu ile yükümlüdür. Bu da zekât görevlileri vasıtasıyla gerçekleşmektedir. O, –tabir caizse– kudsi bir vergidir. Bunun için Kur’ân, mü’minlere zekât vermelerini emreden âyetlerinin yanında, خُذْ مِنْ أمْوَالِهِمْ صَدَقَةً “Mallarından bir sadaka (zekât) al!”[1] âyetiyle, nübüvvetiyle beraber devlet başkanı konumundaki Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitap etmiş, Efendimiz de hadislerinde, إِنَّ اللهَ افْتَرَضَ عَلَيْهمْهم صَدَقَةً تُؤْخَذُ ِمنْ أغْ ِنيَ ِائِهمِهم وَتُرَدُّ عَلَى فُقَرَ ِائِهمْهم
“Allah onların üzerine, bir sadaka vermeyi farz kılmıştır. Zenginlerinden alınır, fakirlerine verilir.”[2] buyurmak suretiyle devletin uygulamadaki rolüne dikkat çekmiştir.
5. Devlet, bu farizayı yerine getirmekten kaçınanları, uygun göreceği cezalarla tedip etmeye yetkilidir. Bu ceza ve tedip, mal sahibinin malının yarısını almaya kadar varabilir. Nitekim bu husus, hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: مَنْ أعْطَاهَا مُؤْتَجِرًا فَلَهُ أِجْرُهَا وَمَنِ مَنِعَهَا فَإِنَّا آخِذُوهَا وَشَطْرَ مَالِهِ عَزْمَةً منْ عَزَمَات رَبِّنَا عَزَّ وَجَلَّ
“Kim, zekâtını, sevabını dileyerek verirse karşılığını mutlaka alır. Kim de vermezse onu ve malının yarısını, Rabbimizin haklarından bir hak olarak alırız.”[3]
6. Zekâtın toplanmasında devlet gevşek veya kayıtsız davranırsa, yahut toplum bu görevi ihmal ederse, her fert, bu büyük farizayı şahsi olarak yerine getirmekle mükelleftir. Çünkü her şeyden önce zekât, İslâm’ın temel rükünlerinden bir rükündür ve Müslümanın, kendisiyle Allah’a (celle celâluhu) yaklaştığı, malını ve nefsini temizlediği bir ibadettir. Devlet onu sorumlu tutmazsa, iman ve Kur’ân mesul tutar.
7. Zekât gelirleri, sadece din adamlarının tasarruflarına terk edilmediği gibi, yöneticilerin isteklerine de, alıcı durumunda olanların arzularına da bırakılmış değildir. Zekâtın, kimlerden alınıp nerelere dağıtılacağını bizzat tespit eden Kitap ve Sünnet’tir. Zekâtın toplanması kadar dağıtılması da önemlidir. Bunun içindir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), zekâtın, bir beldedeki zenginlerden alınacağını ve o beldedeki fakirlere dağıtılacağını bildirmiş, böylelikle insanlar, kendilerinden çıkan zekâtın yine kendilerine döneceği inancıyla ayrı bir güven duymuşlardır.
8. İslâm’da zekât, çoğu zaman fakirin acil bir ihtiyacını giderip yoksulluğu biraz hafifledikten sonra onu tekrar fakr u zaruretiyle başbaşa bırakan mücerret bir yardımdan ibaret değildir. Aksine onun hedefi, fakirin elinden tutup onu fakr u zaruretin pençesinden kurtarmak ve hatta bir müddet sonra onu da zekât verebilecek bir konuma getirmektir.
9. Kur’ân ve Sünnet’in farz kılıp ahkâmını vaz’ ettiği zekâtın, sarf yerleri itibarıyla ruhî, ahlâkî, sosyal ve siyasal bir takım hedeflerin gerçekleşmesinde büyük bir rolü vardır. Zekât, fakirlerin yanında, kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenlere, kölelikten kurtulmak isteyen kölelere, borç altında kalıp ezilen borçlulara ve Allah (celle celâluhu) yoluna... harcanmaktadır.
İşte sarf alanları ve hedefleri gibi hususiyetleri açısından İslam’da zekât, diğer dinlerdeki benzeri uygulamalardan çok daha geniş alanlıdır.
[1] Tevbe sûresi, 9/103.
[2] Buhârî, zekât 1, 63, megâzî 60; Müslim, imân 29.
[3] Ebû Dâvûd, zekât 5; Nesai, zekât 4, 7.
- tarihinde hazırlandı.