Dünyevîleşme Girdabı
Milletimiz, cahiliye devrinde olduğu gibi canicesine boğuşmalara girmemesine rağmen maddiyat ve refah açısından oldukça çok imkânlara sahip oldu/oluyor ve olacak. Bu his ile Asr-ı Saadet sonrası hâdiselerin meydana gelmesi söz konusu mudur? İnsanlar elde ettiklerini kaybetmeme uğruna birbirlerine girerler mi?
Evvelâ, bu türlü meseleler hakkında bir şey söylemek, keramet, sezme ve keşfe vâbestedir. Bu hususlar ise, Cenâb-ı Hakk'ın hususî lütuflarına mazhar kimselere mahsustur ve bizim boyumuzu aşan meselelerdendir. Dolayısıyla da o vadide söz söylemeyi hem Hakk'a, hem de size karşı saygısızlık sayarım.
İkinci mesele, dünyada en sevmediğim insanlar; kâhinler, cinden-periden bahsedenler ve "Cinlerim haber verdi..." diyen medyumlardır. Nasıl severim ki onları! İnsanlığın İftihar Tablosu, "İsabetli bile olsa birisi gaybten haber verse -hafizanallah- küfre girer. Bir diğeri de onu tasdik etse o da küfre girer." buyurmaktadır. Bu sebeple böyle bir meseleye karşı onlara ne alâka duymamız, ne tasdik etmemiz, ne taraftar olmamız, ne de o işin yanında bulunmamız söz konusudur. Biz, Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanındayız. Rabbimiz, bir kısım yanlış tavır ve hareketlerimizden ötürü O'nu bize kaybettirmesin.
Bu açıdan söylenecek şeyleri kâhinler gibi söylemem de mümkün değildir. Zira ben, yukarıda da ifade ettiğim gibi kehanetten, cinlerden haber vermekten, medyumluktan fersah fersah uzağım. Her ne kadar onlar, başımı aşan mevzular olsa da ben Hz. Muhammed Mustafa'ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) intisabım itibarıyla onlara asla tenezzül etmem. Farzımuhal bana ekstradan perde-i gayb açılsa ve oradan bazı hakikatlere muttali olsam, yine de oradan gelen bilgiler için, Efendimiz'in ortaya koyduğu kriterlere saygımın gereği rahatlıkla "Yerin dibine batsın." diyebilirim.
Bir diğer mesele de, içtimaînin (sosyolojinin) kendisine göre bir kısım prensiplerinin bulunduğu ve tarihî tekerrürler devr-i daimisinin varlığıdır. Siz bugün bazı hâdiselerin çehresine bakarak onların çehresinde gelecek adına da tahminler yürütebilirsiniz. Efendimiz'in bazen tarihî tekerrürler devr-i daimi çizgisinde, bazen de mucizevî olarak verdiği haberler vardır. Şüphesiz ki, O'nun verdiği haberler kehanetten münezzeh ve müberradır. Ama bahsettiğim şu iki şey sadece O'nun için söz konusudur. Aynı zamanda önemli bir sosyolog diyebileceğimiz Hz. Bediüzzaman'ın da, Allah'ın ikramı olarak söylediği bazı hakikatler vardır. Ayrıca bazı içtimaî prensipler tıpkı fiziğin kanunları gibidir; bunlarla da bir kısım sonuçlara gidilebilir. Yani "Şartlar şöyle olursa, şu şartlar içinde, tahminî, istatistikî şöyle netice elde edilebilir." denebilir. Marks'ın mutlak cebrî determinizması çerçevesinde bazı yaklaşımlar doğru kabul edilmese de, o çizgide dar çerçeveli bir kısım neticeler elde etmek mümkündür...
Günümüzdeki genel temayüller de bu istikamettedir. Yani şimdilerde Karl Marks'tan ziyade bir İbn Halduncu tarih felsefesi daha çok hüsnü kabul görmekte ve daha fazla alâka uyarmaktadır. Bu açıdan bu türlü içtimaî prensiplere ve özellikle geçmişte yaşanan hâdiselerin mantığına dayanarak bazı şeyler söylenebilir. Şahsen ben de bu türlü hususlarda fikir beyan ederken, sesim, soluğum pürüzsüz çıkar ve tereddüt etmeden konuşurum. Çünkü Allah Resûlü'nün sözlerine dayanıyorum. O'nun terbiye ettiği cemaat, dünya kendilerine güldüğünde, makam ve mansıptan ötürü birbirlerine düşmüşlerse; korku onların bir kesiminde tesirini icra etmiş, şöhret duygusu, içtihat mülâhazası ve "Ben daha iyi idare ederim." düşüncesi, onların bazılarının gönlünde yer bulmuşsa -bütün bu saydıklarım eğer birer günahsa, elbette ki bizim günahlarımız gibi değildir- öyle olmayan ve hiçbir zaman öyle olacak insanın bulunmayacağı dönemlerde evleviyetle o türlü hususların yaşanacağına her zaman ihtimal verilebilir.
Allah Resûlü bir hadislerinde, "Evlerinizin arasına fitnelerin yağdığını görüyorum." buyururlar; bence bu, şu demektir: "Şunu katledecek, bunu öldüreceksiniz. Her iki cephenin de davası hak olduğu hâlde birbirinize gireceksiniz. Kan gövdeyi götürecek ve birbirinize düşeceksiniz." Sosyoloji ilminin kurallarına göre; menfaat, makam-mansıp hissi insanları birbirine düşüren marazlardır. İslâm ümmeti arasında tâbiîn dönemine girilirken işte böyle bir fasıl yaşanmıştır. Hatta sahabenin çile çekmemiş olanları da bu kabîl hâdiselere belli ölçüde katılmışlardır.
Onlar, Allah'ın özel teveccühüne mazhar olduklarından, doğrunun peşindedirler ve içtihatlarına göre davranmışlardır. İçtihat hatasında sevap da olduğundan onlar aynı zamanda sevap işlemiş sayılırlar. Bundan dolayı da onlar muaheze edilmemeli; zira hepsi Cennetliktir. Bu itibarla da biz buna ne karışabilir, ne de onları kritiğe tâbi tutabiliriz. Ancak şöyle düşünmek mahzursuz olsa gerek: Onların bu davranışları kendilerine göre ve kendilerince değildi. Çünkü onlar mukarrabîndi. Sahabenin kendine göre hatası vardı, ama bu hatalar bizim sevaplarımız türündendi. Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lâzım ve konuya "Hasenâtü'l-ebrar seyyiâtü'l-mukarrabîn" fehvâsınca yaklaşmak gerekir.
Asıl konuya dönelim: O zaman bazı olumsuz şeyler olduysa, bundan sonra da aynı şartlar söz konusu olduğunda -hafizanallah- yine aynı neticeler doğabilir. İşte biz de meseleye bu açıdan bakıyoruz.
Bir başka açıdan, Allah Resûlü'nün sözlerine binaen, bir şey daha eklemek istiyorum: Sahabe, dünya zimamını ele geçirmiş ve bütün dünyaya hükmediyordu. O günün dünyasındaki Bizans ve Sasaniler gibi iki büyük süper gücü dize getirmiş, yeryüzünün üç büyük kıtasında at oynatıyorlardı. O dönemde değişik devletler kurulmaya başlanmış, Afrika fethedilmiş, Anadolu içlerine kadar girilmiş, Amuderya'ya ulaşılmış, Çin Seddi'ne gidilmiş.. hâsılı çok şey elde edilmiş, ancak bunların yanında önemli bir şey de kaybedilmişti; o da vahdet-i ruhiye idi. İşte bunu düşündükçe onlar geçmişi hatırlayıp kendi kendilerine, "Hey gidi günler! " diyorlardı. Ne günlerdi, keşke o günler bir daha olsa!.. Yani Mekke günleri ; o günler giyecek elbise, yiyecek bir şey bulamadığımız, çarmıha gerilip aç-susuz bırakıldığımız günlerdi.. o günlerde duygular ne saf, düşünceler ne duru, büyüme, çoğalma ve hep yükselme şeridinde daima Hakk'ın rızasını araştırarak hayrı takip etme mülâhazası ne güzeldi!. Hey gidi günler!..
İşte o günler, onlara göre daha hayırlıydı. Vâkıa, yukarıda da ifade edildiği gibi bir dönemde dünya fethedilmişti, İslâm artık hâkim bir güçtü ve devletler muvazenesi adına yerini almıştı ama Allah indinde hora geçen önemli bir husus vardı ki, o hususta belli ölçüde, sahabe-i kirama göre bir kayıp yaşandığı söylenebilirdi. Tekrar ediyorum; çünkü onlar mukarrabîn di.
İşte bu mülâhazadan hareketle günümüze gelerek, burada kıtmirane mülâhazalarımı arz etmek istiyorum: Bir gün gelecek biz de "Hey gidi günler! " diyeceğiz. Ne günlerdi o dupduru günler!. Herkeste sadece hizmet duygu ve düşüncesi vardı.. kimsede şöhret hissi, makam arzusu yoktu.. korkunun sözü edilmez.. câh sevdası akla gelmez.. menfaat ve çıkar mülâhazası da asla düşünülmezdi.. sadece milleti i'lâ mülâhazası vardı.. hedefte insanımıza insanlık adına âdâb u erkân öğretme düşüncesi vardı...
Evet, biz de bir gün işte bunları düşünerek ellerimizi dizlerimize vuracak, tıpkı Sıffin, Cemel, Nehrevan, Kerbela ve daha sonra aynı durumda olan insanlar gibi "Hey gidi günler!" diyeceğiz. Ben şimdilerde bir yandan, "Allah o günleri bana göstermesin." diyor, diğer yandan da Allah Resûlü gibi tenbihte bulunuyor ve "Aman hazırlıklı olun, dünyaya meyl ü muhabbette bulunmayın!" deyip inliyorum.
İki Cihan Güneşi, bir gün Hz. Hasan Efendimiz'i kucağına alarak minbere çıkarıp halka işaret eder ve: "Benim şu yavrum, efendiler efendisidir. Allah bununla birbirine düşmüş iki İslâm cemaatinin arasını bulacak ve önemli bir sulh gerçekleştirecektir." demek suretiyle belli bir dönemde sulhün ne kadar önem arz ettiğini gösterir. Ve o zat -elhak- "Hz. Muaviye ile savaşa gir!" denilince, Müslüman kanı dökülmesin diye hilâfetten feragat edip "Varsın o olsun." diyerek Müslüman kanının dökülmesine meydan vermez. Evet, günü gelince Hz. Hasan, elinin tersiyle makam ı, mansıb ı, pâyeyi itmiş ve pek çok mü'min kanının dökülmesine meydan vermemiştir. Allah Resûlü daha o günlerde gelecek bu tehlikeli günler adına, "Aman birbirinize düşmeyin, birbirinize girmeyin, kılıcınızı kırın, sadece dine sahip çıkın, hakkın yanında olun ve hakkın hatırını âli tutun." diyerek hep tahşidat yapmıştır.
Bize düşen şey de, insanları bu istikamette hazırlamaktır. Ben hâlihazırda Türkiye'de ve dünyanın değişik yerlerinde hizmet eden kimselerin en büyük avantajı olarak milletimize olan güveni görüyorum. Asırlar boyu geçmişinde de hep böyle olmuştur ve böyle kalacağını ümit ediyorum. Dünyanın muhtelif yerlerinde makam a, mansıba, menfaate bağlı hareketlerin sürdürüldüğü bir dönemde, mü'min kardeşlerine karşı, tâbiiyyeti metbûiyyete tercih ederek onlara: "Mademki ehl-i haksınız, varın siz yürüyün!" diyecek ve kat'iyen rekabete, sürtüşmeye girmeyeceklerdir. Bu durum bütün Müslümanlar adına bana çok önemli geliyor ve önemsenmelidir de. Bunlar benim genel mülâhazalarım. Bu mülâhazalar mutlaka korunmalıdır. Bu mülâhazaları değiştirmek bana göre orucu bozmak kadar büyük bir cinayettir. Vefatımız bizim iftar zamanımızdır. İftar zamanımızı idrak edeceğimiz âna kadar Allah, kulluğumuz adına bize bu mülâhazaları bozdurmasın!
Arkadan gelenler va'de vefada o kadar sadık olabilirler mi? Ahd ü peymâna bu denli sadık kalabilirler mi? Onu da bilemeyeceğim. Allah Resûlü bir yerde "Hz. Mesih gibi derim." dediği gibi ben de öyle diyeyim: "Hep söylemeye çalıştım. Aman dünyaya meyl etmeyin.. bu türlü şeylerden dolayı birbirinize düşmeyin .. mü'minlerin aleyhinde olmayın.. onları karalamaya kalkmayın... Ne bileyim Allah'ım! O günleri bize gösterme ve o günlere kadar bizi yaşatma.. ama biz çekip gittikten sonra, çıkarlar, menfaatler Müslümanların safvetini bozacak, makam sevdası, mansıp düşüncesi Kur'ân hadimlerinin duruluğunu, sadeliğini bulandıracak ise, Sen onların da Rabbisin, onlar da Senin kulların. İster affeder, istersen azap edersin..." Gerçi haddimi aşarak bir mülâhazaya temasta bulundum ama, her zaman gelecek adına aşamayıp takıldığım oldukça ciddî endişelerim var.
Demokrasi günümüzde gerçek mânâsıyla yumuşak bir hava oluşturacak, tansiyonları aşağıya çekecek bir sistemdir. Keşke iman, İslâm ve Kur'ân düşmanları da ona sadık olsa, onu yaşasalardı. Bence insanlar, demokrasilerden öte demokrat davranarak gelecekte mukadder bir kısım gaileleri aşabilirler. Herkesi kabul ederek, her kabiliyet ve istidada saygılı olarak, her hizmeti alkışlayarak, faydalı herkese destek vererek, bu ülke ve bu millet yararına olduktan sonra, herkesle iyi geçinmeye kararlı olarak, herkese sinesini açarak bu işten yararlanabilir ve kavgaya giden yolları kapayıp huzura giden yollar açabilirler. Fakat bunun yolu da yine insan olmaktan, kendini aşmaktan, kâmil insan olmaya kilitlenmekten, dövene elsiz, sövene dilsiz ve küfredenlere bile kırılmadan, gönül koymadan yaşamaktan geçer. Bu bizim genel mülâhazamızdır. Allah inayet edince niye olmasın ki!
"Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder.
Halk eder esbabını bir lahzada ihsan eder."
Bugün bunun emareleri var, Allah'ın inayeti de var, temsil eden bazı insanlar da var, katedilen mesafeler de var; ancak hâlâ yürünecek o kadar çok yol var ki... Bu yollardan herhangi birinin durağı, konağı veya menzilinde dünya kadar şeytanlar, onların insanları idlal etmesi, baştan çıkarması da var. Yiğit olmak gerekiyor ki, bu handikaplar ve terslikler aşılabilsin. Ben şahsen endişelerimin vârid olmamasını dilerim.
- tarihinde hazırlandı.