Öz Güven ve Mehdîlik İddiası
Soru: “Öz güven” tabirinin mü’mincesi nedir; inanan bir insanda öz güvenin keyfiyeti nasıldır? Düz kulluğa talip olmak ile himmeti âlî tutmak cem’ edilebilir mi?
Cevap: “Öz güven”, genellikle, bir kimsenin kendisine inanıp itimat etmesi, şahsî kabiliyetlerine ve imkanlarına bel bağlaması; kendisi ve çevresiyle barışık yaşaması ve umumî halinden memnun olması şeklinde tarif edilmektedir. Hayata müsbet yanlarıyla bakmayı ders verdiği için bazı açılardan doğru ve isabetli sayılsa da, bu söz bizim kaynaklarımıza uygun düşmeyen bir mananın ve muhtevanın beyanıdır. Öz güven tabiri, yabancı kültürlerde kullanılan bazı kelimelerin tercümesi olarak Türkçemize sonradan girmiş bir ifadedir ve Batılı terminolojiye ait bir telakkîdir.
Tabii ki, insanın karakteri ortaya çıkarılmalı, kabiliyet ve istidatlarının gelişmesine gayret gösterilmelidir. Fakat, böyle bir neticeyi elde etmek için ferdi şımartacak ve onu bencillik girdabına düşürecek usullere başvurulmamalıdır. Değişik tabirlerin gölgesinde, şahsın ukalâlaşmasına ve küstahlaşmasına meydan verilmemeli; meseleler onun dar imkânlarına, sınırlı iktidarına ve güçsüz iradesine bina edilmemelidir.
Bir kere, her meseleye kendi kabiliyetleri, güç ve iktidarı açısından yaklaşan ve sürekli “ben” diyen bir insanın, zamanla nefsini merkeze koyması, onu esas kabul etmesi, yaptığı her iş ve elde ettiği her başarıyla enaniyetini biraz daha beslemesi kaçınılmazdır. Nefis yörüngeli ve kendine çok güvenen böyle bir insanın, azıcık sürçüp düştüğü bir yerde bütün bütün ümitsiz kalacağı, tutunacak yer bulamayacağı ve bir daha doğrulamayacağı da âşikardır.
Evet, insanın mahiyetinde güven duyma ihtiyacı ve hissi vardır; fakat, kime güvenmesi lazım geldiğini bilemeyen ve itimad merciini doğru tesbit edemeyen bir kimse, eninde sonunda tam bir egoist kesilecek ve her meseleyi kendisine mal edecektir. Hatta, küfre sürükleyici mülahazalara girecek ve -hafizanallah- bazı mevzularda -hâşâ- “falan yarattı” ya da “ben yarattım” diyecektir. Zamanla o, kendine hayranlık duyan ve her hâlükârda kendini, kendi davranışlarını, eda ve endamını beğenen bir narsist olacaktır; kendisinin ortaya koyduğu düşünce, tedbir ve çözümlerin dışındaki her şeye karşı tenkide hazır hale gelecektir.
Allah’adır Tevekkülümüz, İtimadımız!..
Bu açıdan, muvahhid bir mü’minin nazarında, öz güven tabirinin yerini “iradenin hakkını verip Allah’a tevekkül etme” anlayışı almalıdır. İnsan kendisine irade verilmiş ve özel bir donanımla yaratılmış bir varlıktır. O, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf buyurduğu zahirî ve batınî bütün duyularını ve duygularını (hasselerini ve latifelerini) bir sermaye olarak kullanmakla, sonra da, neticeyi ve mükâfatı Yüce Yaratıcı’dan beklemekle mükelleftir. Bu itibarla, Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet-i Sahiha’da güven duygusu hep Allah’a bağlanmaktadır. Çünkü, her şeyi halkeden ve bütün işleri evirip çeviren Mevlâ-yı Müteâl’dir. İnsan, birer nüve halinde hususi donanımına yerleştirilen istidatları inkişaf ettirir, akabinde onları bir istek ve niyet olarak ortaya koyarsa; Allah Teâlâ da ona o işi yapma gücünü ve imkanını ihsan eder. İster meyelan, ister meyelanda tasarruf, ister şart-ı adi planındaki beşer iradesine Cenâb-ı Hakk’ın doğrudan doğruya teveccühü sayalım, iradenin hakkının verilmesine ne diyeceksek diyelim, insan dileyip meyledince, Hâlık-ı kainat da meşietiyle o kuluna o işi yapmayı mümkün kılar. Dolayısıyla, insan her zaman Zât-ı Uluhiyete itimat etmeli ve O’nun meşietine dayanmalıdır.
Bu itibarla, hâlis bir mü’min her meselede önce Allah Teâlâ’ya güvenip O’nun lütuf buyurduğu kabiliyetleri kullanır; fakat, başarıları kendi nefsine değil, Yüce Yaratıcı’nın inayetine bağlar, onların Allah’tan (celle celâluhû) geldiğini bilip daha sonraki muvaffakiyetlerin de yine O’nun kudret elinde olduğuna can u gönülden inanır. Böyle bir insan acz u fakr hisleriyle dolu bulunduğu aynı anda çok güçlüdür; çünkü, hakiki güç kaynağının “Kudret-i İlâhî” olduğunun farkındadır. O pek zengindir; zira, rahmet hazineleriyle beslendiğinin şuuru içindedir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” gerçeğinin kahramanıdır; dolayısıyla, dünyalara meydan okuyacak cesarettedir. Onun sığındığı kale ve kullandığı kılıç ise, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hakikatıdır.
Evet, hakiki mü’min bir yandan, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği iradeyi en iyi şekilde kullanır; diğer taraftan da, “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma” der ve nefsine değil, Cenâb-ı Hakk’a itimad eder. Nefsini ve nefsânî duygularını en azılı düşman sayar; en güzel vekil, yegâne dost ve yardımcı olarak ise yalnızca Allah’ı bilir. Her hadise karşısında “Hasbunallah ve ni’me’l-vekil – Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmran, 3/173) sözünü terennüm eder; “Ey Yüce Rabbimiz! Yalnız Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız” (Mümtehine, 60/4) hakikatini seslendirir. Her zaman, “Yalnız Allah’a dayanıp güven! Koruyucu olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/3); “Ey Rasûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben yalnız O’na dayanırım. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe, 9/129) beyanlarına bağlı kalır.
Ne var ki, günümüzde “ben, ben” diyerek oturup kalkma ve enaniyet mülahazalarıyla dolup taşma belki her zamankinden daha fazladır. Bugün bencillik o kadar yaygındır ki, çoğu kimseler Mevlâ-yı Müteâl’in lütuflarını bile enaniyetleri hesabına kullanmakta ve onları bencilliği besleyen birer unsur gibi harcamaktadırlar. Mesela; öz güven deyip yola çıkanların ekseriyeti, zamanla kendini beğenme hummasına tutulmakta, bir fâikiyet mülâhazasına kapılmakta ve her fırsatta kendini anlatma hastalığına yakalanmaktadır.
Bundan dolayı, öz güven tabirinin bizim kültürümüzle te’lifi imkansızdır; o bizim için çok iğreti bir kelimedir. Bu da, diğer nesebi gayr-i sahih sözler gibi kendisine yüklenen mana ile dilimize girmiş ve hem kalbleri hem de kafaları karıştırmıştır. Bizim temel değerlerimizde “Tut beni Allahım, tut ki edemem Sensiz!” anlayışı esastır.
Mehdî Taslakları
Hâkiki bir mü’min asla kendini beğenmemeli ve yeterli bulmamalı; Müslümanlığın tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduğunu kabul ederek, sâde kulluğu her türlü payenin üstünde saymalıdır. Hazreti Mevlânâ gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” demeli; Kitap ve Sünnet’in emirlerini kılı kırk yararcasına yerine getirmelidir. Bununla beraber, himmetini her zaman âlî tutmalı, Allah’ın izni ve inayetiyle hep yüksek uçmaya çalışmalı, sürekli tekamül peşinde olmalı; fakat, büyüklük iddialarına kat’iyen kalkışmamalıdır.
Hususiyle adanmış bir ruh, “Nefis cümleden ednâ, vazife her şeyden a’lâ” hakikatine yapışmalıdır. Kendisini acz u fakr içindeki sıradan bir insan olarak görmenin yanı sıra, iman hizmetini dünyevî hiçbir bedelle değiştirilemeyecek yüce bir lütuf kabul etmelidir. Mazhar olduğu en küçük muvaffakiyeti dahi kendisinden bilmemeli; “Ben böyle uçamazdım, bu çıtayı bu kadar yüksek tutamazdım, maratonda bu kadar hızlı koşamazdım, ipi önde göğüsleyemezdim... Bütün bu başarıları lutfeden O!..” diyerek tahdis-i nimette bulunmalı ve bu ihsanların daha sonrakiler için birer referans olduğunu düşünerek hizmet yolunda daha bir şevkle koşmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bir dönemde büyük velilere yaptırdığı önemli işleri bir başka zaman sıradan bazı kimselere de yaptırabileceğine inanmalı; “Ben çok zavallıyım, iman hizmeti ise, pek kıymetli; fakat, Allah dilerse, bana da bu sâlih dairede bir yer nasip eder ve beni de bahtiyarlardan kılar.” mülahazasıyla dolu bulunmalıdır.
Evet, düz kulluğa talip olma ile himmeti âlî tutma cem’ edilmelidir. Bizim, sâde kulluğa razı olmamız ama O’nun inayetiyle çok büyük işlerin altından kalkabileceğimize de inanmamız lazımdır. Kendi acz ü fakrımıza rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarının başımızdan aşağı yağmasını O’nun keremine vermemiz gerekmektedir. Şimdiye kadar kimsenin muvaffak olamadığı başarılara ulaşsak, yine de bunu büyüklüğümüzün bir delili saymamamız; belki, çok küçük vesilelerle çok büyük işler yapan Allah Teâlâ’nın bizim gibi sıradan insanlara da iman hizmeti gibi pek büyük bir vazifenin bir ucundan tutturmuş olabileceğini düşünmemiz icap etmektedir.
Aksi halde, hizmet erleri arasından bile düz müslümanlığa razı olmayan, bulunduğu yerde gölge iken kendisini asıl görmeye başlayan ve mazhariyetlerini belli payelere bağlayarak büyük iddialara kalkışan kimseler çıkabilir. İman hizmetindeki mazhariyetleri ölçü kabul ederek ya da şahs-ı manevîye lutfedilen ihsanlardan kendi payına düşenleri nazar-ı itibara alarak, Hak karşısındaki konumunu bunlara göre belirlemeye çalışan ve dolayısıyla -hafizanallah- Kutup, Gavs, Mehdî ya da Mesih olduğunu iddia eden bir sürü halaskâr taslağı zuhur edebilir.
Maalesef, günümüzde bu türlü iddialarla ortaya atılanların sayısı her zamankinden çok daha fazladır. Genelde insanlar doğru mülahazalarla yola çıkmış olsalar da, bugünkü nesillere iyi bir ruh terbiyesi verilmediğinden, temel disiplinler kendilerine öğretilmediğinden ve bilhassa rehbersizlikten dolayı çokları yolculuk esnasında yollarını şaşırmakta ve kaybolup gitmektedirler. Demek ki, sadece sırat-ı müstakime girmiş olmak yetmemektedir; asıl önemli olan, yolda kalmadan ve istikameti şaşırmadan Cennet, Cemalullah ve Rıdvan hedefine varabilmektir.
Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah günde en az kırk defa okuduğumuz Fatiha suresinde, sırat-ı müstakime hidayet eylemesi için dua etmemizin yanı sıra, bizi “dâllîn” ve “mağdûbîn” güruhundan uzak tutması için de niyazda bulunmamızı talim buyurmaktadır. Binaenaleyh, her gün defalarca, “Allah’ım bizi Sırât-ı Müstakîm’e; Kendi kitabına, Rasûlü’nün sünnetine ve Ashâb’ın yoluna hidayet et, Kur’ân’ındaki makâsıdı anlamaya muvaffık kıl!” diyor; “Dünyevî ve uhrevî, cismanî ve rûhânî, vehbî ve kesbî bütün nimetleri başlarından yağdırdığın ve kendilerinden hoşnut bulunduğun sâlih zümrenin yoluna bizleri de hidayet eyle Allah’ım” diye yakarıyoruz. Fakat, evliyânın, asfiyânın ve mukarrabînin yürüdüğü bir yolda ilerlerken bile insanın sapıtabileceği mülahazasıyla, bizi “dâllîn” ve “mağdûbîn”den kılmaması için de O’na yalvarıyoruz; “Bizi nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” diyoruz. Bu sözümüzle, dalâlete düşmüş ve Hazreti Kahhâr’ın gazabına uğramış ne kadar zavallı varsa hepsini kasdetmiş ve onların akıbetlerine uğramamak için Allah’ın rahmetine ve hidayetine sığınmış oluyoruz.
Evet, bugün kazanma kuşağında kaybeden bir sürü insan var; çünkü, onlar düz kulluğa razı olmuyor ve daha büyük payeler arıyorlar. Kullukta derinleşme yerine değişik ad ve unvanlarla anılma peşine düşüyorlar. Tabii, bu hatalı ve hatarlı yolda olmadık yanlışlıklar yapıyorlar. Eskiden, medrese mollaları kendi aralarında konuşurlarken “cim karnında bir nokta” derlerdi. Malum “cim” harfinin kocaman bir karnı vardır; oraya konan bir nokta o koca karındaki boşluğu doldurmamaktadır; daha ilk bakışta o büyük boşluk hemen göze çarpmaktadır. İşte, bugün cime benzeyen öyle boş adamlar var ki, kendilerini aliyyülâlâ, mükemmel ve aşkın görüyorlar; beklenen kurtarıcı olduklarını iddia ediyorlar. Bunların kimisi deccaliyeti Marks’a bağlamış, onu yıkınca kendi mehdiyetini ispat etmiş olacağına inanıyor; kimisi Engels’i Deccal saymış, onun düşüncesini mağlup ederek Mehdî olduğunu kanıtlayacağını düşünüyor; kimisi de âlem-i İslam’ın başına musallat olan tiranlardan birini devirirse, bir halaskâr olarak gönderildiğini herkese gösterebileceğini ve halkı etrafında toplayacağını umuyor. Bu türlü vehimlere ve kuruntulara kendisini kaptırmış onlarca mecnun, ya üç-beş rüya veya yakazayla, ya şeytan mı yoksa melek mi olduğunu tefrik edemediği birkaç suretle, ya parapsikolojik bir yolla, ya bir çeşit meditasyonla ya da tasavvufun özünden kopuk mistisizm ile yanlış bir koridora giriyor ve hem sapıtıyor hem de başkalarını saptırıyorlar.
İlan Bakımından Nübüvvet ve Mehdiyetin Farkı
Halbuki, bir insan Mehdî olsa da, onun bu mazhariyetini ilan etme gibi bir vazifesi yoktur. Dahası, hakiki Mehdî olduğuna dair elinde kesin bir delili de yoktur; duyuş ve sezişlerinde yanılmış, asıl ile gölgeyi karıştırmış olabileceği her zaman muhtemeldir. Mehdî’nin şahıs mı yoksa şahs-ı manevî mi olduğu da şüphelidir. Dolayısıyla, mehdiyet, arkasına düşülüp aranılacak, bulununca da herkese ilan edilecek bir paye değildir. Heyhat ki, bugün en ciddi insanlar bile o meseleye kafalarını takmışlar. Onu bunu Mehdî ilan etmekle insanlığın meselelerinin hallolacağını zannediyorlar. Falanı filanı getirip o tahta oturtmakla İslam âleminin problemlerinin çözüleceğine inanıyorlar.
Hayır, meselelerin halli başka taraftadır; bugün insanlık iman zaafı veya küfür problemi yaşamaktadır. En büyük dert budur ve illa bir şey yapılacaksa, bu problemin herkese duyurulması ve ona karşı çarelerin ortaya konulması adına bir ilan yapılmalıdır. Mutlaka ilan edilmesi gereken meseleler de vardır, ilan edilmeyecek meseleler de. İnsana rüyada veya yakazada bin defa “Sen şahs-ı manevî hesabına mehdîliği temsil ediyorsun, sen Mehdîsin!” deseler ve o kendisinin Mehdî olduğuna kat’i kanaat getirse bile, onun bu kanaatini ilan etmek gibi bir vazife ve sorumluluğu yoktur. Şayet, insanın bir kıymeti varsa, o, öbür tarafta belli olacaktır ve mükafatını Allah verecektir. Onun burada kendi kendine makamlar ve mükâfatlar takdir etmesi manasızdır. Özünde derin olmayan ve düz kulluğa rıza göstermeyen insan, kendisini hangi makama yakıştırırsa yakıştırsın ya da nasıl takdim ederse etsin faydasızdır.
Söz gelmişken bir farklılığa dikkat çekmek istiyorum: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in risâletini ilan etmesi onun vazifesi cümlesindendir. Farz-ı muhal, o kelime-i Tevhidi söylese ama “Muhammedün Rasûlullah” demeseydi, vazifesini yapmamış olurdu. Nitekim, Rehber-i Ekmel Efendimiz bir münasebetle “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki, Musa (aleyhisselam) çıka gelseydi, siz de ona ittiba edip beni bıraksaydınız, doğru yoldan sapıtmış olurdunuz. Eğer Musa (aleyhisselam) hayatta olsaydı ve benim nübüvvetime yetişseydi, muhakkak ki, o da bana tâbi olurdu!” buyurmuştur. Bu söz hem bir tahdis-i nimettir hem de Peygamber Efendimiz’in tebliğ misyonunun edasıdır.
Fakat, meselenin nizaya ve münakaşaya bâdî olması karşısında, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) kendisinin, önceki peygamberlerden üstün görülmesine ve onların -hâşâ- hafife alınmalarına aslâ izin vermemiştir. Hatta bir defasında bir sahâbinin Hazreti Musa’nın kadr ü kıymetine uygun düşmeyen bir söz söylediğini duyunca, hemen ona müdahale etmiş ve “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin. Zira, ben onu Mahşer Günü’nde Arş’ın kavâimine tutunmuş olarak göreceğim” demiş ve orada meseleyi tadil etmiştir. Oysa, Hazreti Musa da Kainatın Medar-ı Fahri’ne hayrandır. Nitekim, Allah Teâlâ onları miraçta karşılaştırmış, yan yana getirmiş ve konuşup görüşmelerine izin vermiştir. Miraç hadîsinde imâ edildiği üzere, Hazreti Musa, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in kendi önünden gelip geçmesini ve defalarca huzur-u ilahiye çıkmasını görünce, tatlı bir gıpta ile “Şuna bak! Benden sonra geldi ama nasıl da böyle reftare yürüyor!..” manasına gelebilecek bir edayla takdirini ifade etmiştir. Buna rağmen, Rehber-i Ekmel, “Beni Musa b. İmrân’a tercih etmeyin.” demiştir.
Yine Allah Rasûlü (aleyhissalâtu vesselâm), kendisine has o engin tevazuu ve kadirşinaslığı ile Hazreti İsa’yı nazara vermiş, “Ademoğlu arasında doğduğu vakit şeytanın dürtüp de ağlatmadığı kimse yoktur. Bundan sadece Meryem oğlu İsa hariçtir.” buyurmuş; bir başka defa, “Ben, dünyada da ahirette de Meryem’in oğluna insanların en yakınıyım. Benimle onun arasında başka bir peygamber yok. Peyamberler anneleri ayrı, babaları bir kardeştirler, dinleri de birdir.” demiştir. Fakat, risalet vazifesi söz konusu olunca, “Hazreti İsa gelecek, ümmetimden olacak; benim dinimle amel edecektir.” ihbarında bulunmuştur.
İşte, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bu iki hali, durduğu yer itibarıyla konumunu değerlendirme adına bize çok önemli mesajlar ve ipuçları vermektedir. Nerede nasıl tavır alınması lazım geldiğini ve neyin ne ölçüde duyurulması gerektiğini göstermektedir. Ben onların kritiğini yapacak durumda değilim; bu mevzuda kullanacağım kelimelerin maksadı aşan tabirler olmasından ve saygısızlık yapmaktan korkarım. Fakat, bu iki misalin dahi ehl-i basirete çok büyük manalar ifade edeceğini zannediyor ve daha rahat söz söyleyebileceğim bir alana geçiyorum:
İddiasız Büyükler
Seyyidina Hazreti Ebu Bekir yüz tane mehdînin yaptığı işi yapmıştır. Fakat, hiçbir zaman herhangi bir büyüklük iddiasında bulunmamıştır. Bilakis, akıbetinden hep korkmuş, sürekli kendini sorgulamış ve devamlı nefsiyle yaka paça olmuştur. Mesela; Sâdık u Masduk Efendimiz’in “Eteklerin yerde sürünmesi kibirdir!” dediğini duyunca ürpermiş ve hemen “Ya Rasûlallah, yoksa ben de mi mütekebbirlerdenim?” deyip, Allah Rasûlü’nden öyle olmadığının teminatını alana kadar endişeyle beklemiştir. Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz’in onca takdirine, iltifatına ve müjdesine mazhar olduğu halde, iddiadan uzak durmuş, düz kulluğu talep etmiş ve kendisini hep mü’minlerin en gerisindeki biri gibi görmüştür.
Hazreti Sıddık’ın “Cud bi lutfike ya İlahî men lehu zâdün kalîl / Müflisün bissıdkı ye’tî inde babike yâ Celîl!..” mısraıyla başlayan münacaatı, onun ruh haletini ortaya koyması açısından çok ibretâmizdir: “Allahım, azıcık bir zahîresi kalmış şu kuluna lütf u kereminden bol bol nimet ver; iflas etmiş olsa da, yine sadâkatle kapına gelmiş bulunmasına merhameten büyüklüğünü göster! Evet o, günahı pek büyük, zavallı bir kuldur, fakat, Senden başka kimsesi olmayan bir gariptir; Sen o büyük günahların hepsini yarlığa ve bu bîçâreyi sevindir. Onunki isyan üstüne isyan, hata üstüne hata; Senden ise sürekli fazl u ihsan ve pek çok atâ; artık ne desin, kapında şöyle nasıl inlemesin: Rabbim, günahlarım kum taneleri gibi sayılamayacak kadar çoktur; o güzel müsamahanla muamele eyle ve beni bağışla, bütün günahlarımı affet ne olur!”
Evet, bu yakıcı nağmelerle tazarru ve niyazda bulunan Hazreti Ebu Bekir, açıkça görülüyor ki, insanlık semasının en büyük yıldızlarından birisi olduğu halde, hiçbir paye iddiasında değil, fevkalâde bir mahviyet içerisindedir; ilahî inayet olmazsa, Nebi’nin şefaat eli uzanmazsa Cennet’e dahi girememe endişesindedir. O, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra dava-yı nübüvvetin ilk ve en büyük temsilcisidir; ama halaskârlık, mehdîlik, müceddidlik iddialarından fersah fersah uzak birisidir. İşte, onun halidir iki esası cem’etme: Yüksek bir himmetle hep zirvelerde gezinme; fakat, bütün mazhariyetlere rağmen kendini düz bir kul bilme.
Hulefa-yı Raşîdin ve Ashab-ı Güzîn efendilerimizin hepsi aynı mahviyet ve tevazunun mümessilleridir. Mesela, bu hususta Hazreti Ömer, Sıddık-ı Ekber’den geri değildir. O, “Ömer aslında bizim hayallerimizde ve ideallerimizde canlandırdığımız prototiptir!” diyen Karl Marks’ın dahi takdirini almıştır. Evet, Rasûlullah’ın İkinci Halifesi, sadece beşerî yanları, insanî meziyetleri ve ahlakî derinlikleri itibarıyla bile, Allah’ı kabul etmeyen, peygamber tanımayan ve dine saygı duymayan kimseler tarafından da dünyada eşinin gösterilemeyeceği ve insanların daima ibret alabilecekleri bir hüsn-ü misal ve muhteşem bir tablo olarak takdim edilen bir şahsiyettir.
Ne var ki, Allah Rasûlü’ne yakınlığı, İslam’a hizmetleri, âdilâne hilafeti, zamanının iki güçlü devletini yerle bir edişi ve üstün ahlakı ile alâkalı misalleri anlatmaya, büyüklüğünü vasfetmeye sözün yetmeyeceği Hazreti Ömer, çok zaman, başını secdeye koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacaat ve tazarruda bulunurdu. Dua ederken hıçkırıklarla inler, kalbi hızlı hızlı çarpar ve tir tir titrerdi. Ahirete irtihalinden az evvel, bir kuraklık esnasında yine duaya durmuş, şöyle ağlıyordu: “Allahım! Ümmet-i Muhammed’i benim günahlarımdan dolayı mahvetme. İhtimal yağmursuzluk benim mâsiyetim sebebiyledir; ne olur Rabbim, Ashab-ı Rasûlullah’ı benim yüzümden cezalandırma!” Evet, Hazreti Ömer’in kendisine bakışı böyleydi. Onlarca mehdînin ya da yüzlerce müceddidin ancak altından kalkabileceği işleri yapmış olsa da, onda iddia yoktu, yüksek mertebelere dilbeste olma yoktu, kendisine makamlar tayin etme yoktu. O âlî himmetlilik ile mahviyetin birleşme noktasına taht kurmuştu.
Asr-ı Saadet’ten günümüze kadar hakiki Hak dostlarının mülahazaları hep aynı oldu; onlar iddiada bulunmaktan ve kendilerine mertebeler takdir etmekten hep uzak durdular. Mesela; İbrahim Edhem malı-mülkü, tâcı-tahtı, nâm u nişanı terkedip zühd yoluna sülûk etmişti. Dünyaya sırtını dönüp yüzünü ukbâya çevirince Cenâb-ı Allah da onu gönüller tahtına oturtmuş ve kalb saraylarının sultanı haline getirmişti. Fakat, pek yüce mertebelere ulaşmış olmasına rağmen, o hep “İlâhî! Asî kulun yine kapına geldi; dağlar cesametindeki günahlarını itiraf edip, ellerini Sana açıyor ve Senden af dileniyor. Şâyet Sen mağfiret edersen, hiç şüphesiz o Senin şânındandır; fakat, dergahından kovarsan, Senden başka kim ona merhamet eder ve günahlarının ağırlığından onu kim kurtarabilir?!.” diye yalvarıyordu. Dahası, bütün hayr ü hasenâtını, topyekün ibadet ü taatini unutmuşçasına şu sözleri söylüyordu: “Allah’ım, Senin şefkatine nâil olmayı umarak kapına gelen şu bîçâreyi affet; ne olur onun günahlarını bağışla. Her ne kadar amel defteri isyanla dolu olsa da, ey Müheymin, kulun Sen’den başkasına secde etmemiştir!..” Görüyor musunuz bu kutlu Zâtın kendisini nereye koyduğunu? Cenâb-ı Hakk’ın kapısına, O’ndan başkasına secde etmeme mülahazasına sığınarak teveccüh ediyor; ulaştığı mertebelere ya da sâlih amellerine hiç dönüp bakmıyor ve kendisini bir günah küpü gibi addediyor.
Oysa, İbrahim Edhem, Şâh-ı Geylânî, Fudayl b. İyaz, Tavus b. Keysân ve Bişr-i Hafî gibi zatlar, başı Nübüvvet’in kademine değen yüce kâmetlerdendi; bir hadîse binaen diyebiliriz ki, şayet Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’den sonra nübüvvet mukadder olsaydı, bunların herbiri İsrail peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi. Eğer karanlık dönemlerde zuhur etselerdi, Mehdî-i Râsul gibi görüleceklerdi. Ne var ki, onlardan hiçbiri mehdîlik ya da müceddidlik iddiasında bulunmamış ve mahviyetten kat’iyen ayrılmamışlardı. Bunların hepsi, Gazze’de son anlarını yaşayan İmam-ı Şafiî hazretlerinin “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama, onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” sözleriyle tercüman olduğu tevazu hissiyle ve mahviyet duygusuyla düz kulluğu talep ufkunda yaşamış; o mülahazayla da ötelere yürümüşlerdi.
Bu mevzuda, o altın halkanın zamanımıza yakın temsilcilerinden olan Hazreti Üstad’ın, hususiyle On Yedinci Lema’nın On İkinci Notasındaki ifadelerini de mutlaka hatırlamalısınız. Siz ona hangi payeyi verirseniz verin ve onu nerede görürseniz görün; o Zâtı bir de, kendisine bakışı zaviyesinden değerlendirmelisiniz. Üstad Hazretlerini gerçekten tanımak istiyorsanız, onu kendisini koyduğu yer açısından yakalamaya çalışmalısınız.
Evet, Nur Müellifi, irşat maksadıyla konuştuğu zaman tabii olarak o andaki makamının gerektirdiği vakar ve ciddiyet içerisinde bulunuyor; fakat, yalnız kaldığı ve Rabb-i Rahim’e yakardığı anlarda kendisiyle alâkalı asıl duygu ve düşüncelerini açığa vuruyor: “Ey Hâlık-ı Kerîmim ve ey Rabb-i Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlûkun ve masnuun ve abdin, hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelîl, hem müsi', hem müsin, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip Senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatalarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle müptelâ olmuş, Sana tazarru ve niyaz ediyor. Eğer kemâl-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen, zaten o Senin şânındır. Çünkü Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, Senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak mâbud yoktur ki ona iltica edilsin.” diyor.
Büyük Pâyelerle Anma Değil, Sâdık Olma Esastır!..
Madem ki, maneviyat âleminin sultanları olan bu Hak dostları dahi, kendilerini sıradan bir mü’min kabul ediyor, Allah tarafından tutulmazlarsa ayakta kalamayacaklarına gönülden inanıyor, iddia sayılabilecek beyanlardan olabildiğine kaçıyor ve en küçük kusurlarını bile gözlerinde büyütebildikleri kadar büyütüp sürekli hacâletle gözyaşı döküyorlar; öyleyse, bize yakışan da evleviyetle azamî tevazu, mahviyet ve hacâlettir.
Zira, hiçbirimiz öyle derince bir maneviyatımızın olduğunu söyleyemeyiz. Mesela, “Siz hiç Azrail Aleyhisselam’ın azametli heykelini gördünüz mü? Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ile yakazaten görüştünüz mü? Hiç Hazreti Cebrail’i görme şerefine mazhar oldunuz mu? Hakikat-i Kur’an’ı hiç duydunuz mu? Kur’an bir şahs-ı manevî olarak gelip sizin kulağınıza bazı şeyler fısıldadı mı? Şayet, o büyük insanlar nezdinde size bu sorular sorulsaydı ve sizden “evet” cevabı alınamasaydı; o âli heyet önünde hakkınızda verilecek hüküm “Siz bomboş insanlarmışsınız!” şeklinde olurdu. Kaldı ki, insan bu mazhariyetlere erse bile, şayet bunların hepsini şekerleme türünden iltifatlar olarak kabul etmiyorsa ve kulluğunu onlara bağlıyorsa, yine kurbetteki sırrı anlayamamış ve sadâkat ufkuna ulaşamamış demektir.
İtiraf etmeliyiz ki, biz ulvî alemler hesabına hemen hemen hiçbir hakikate âşinâ değiliz; selef-i salihînle kıyaslanamayacak kadar küçük insanlarız, birer sıfırız. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bazılarımıza büyük hizmetler gördürüyor olabilir. Allah Teâlâ’nın bazılarımızı dinine hizmet yolunda istihdam etmesi, O’nun lütf u keremindendir; bize ait bir fâikiyetten dolayı değildir. Bu itibarla, bize düşen: Alvarlı Efe Hazretleri gibi, “Allah beni insan eyleye!” demek, irademizin hakkını vermek, karşımıza çıkan hizmetleri birer ihsan-ı ilahî kabul ederek onların gereklerini yerine getirmek; sonra da “Mevlâ-yı Müteâl böyle hiç oğlu hiçlere bile neler yaptırıyor!” diyerek tahdis-i nimette bulunmak ve her zaman O’na şükretmektir.
Aslında, bu konunun üzerinde ne kadar durulsa sezâdır. Fakat, daha önce bu mevzuyu genişçe ele almaya çalıştığım için (Bakınız: Mesih Nerede, Mehdî Kim? Ümit Burcu, 33-39) bu hatırlatmalarla iktifa edeceğim. Şu kadar var ki, sadece bir paragrafla olsa da, çok önemli bir hususa daha temas etmeden sözlerimi bitiremeyeceğim:
Ne olur, dostlarınıza fevkalâde makamlar verip onları şişireceğinize, mübalağalarla onların boyunlarını kıracağınıza ve başkalarını da kıskançlığa sevkedeceğinize, onlara karşı fevkalâde sadâkat gösterip kardeşliğin hakkını verin. Unutmayın ki; kat’î bilgisi olmadığı halde mübalağalara girip falancaya “mehdî” diyenler, filancayı “müceddid” ilan edenler, genellikle bu abartmalarının cezası olarak, gün gelip de ona “deccal” demeden, öbürünü “fâsık” görmeden, diğerinin nifak üzere olduğunu söylemeden ölmezler.
Sözün özü; mü’min nefsine değil Allah’a güvenmeli, O’nun inayetine sığınıp himmetini hep âlî tutmalı, O’nun yardımıyla en zor işlerin dahi altından kalkabileceğine inanmalı, iradesine terettüp eden vazifeleri hakkıyla yapmalı ve sonra da neticeyi Yüce Yaratıcı’nın lütf u ihsanına bağlamalıdır. Elde ettiği başarıları ve kendisine bahşedilen bütün mazhariyetleri Mevlâ’nın nimeti bilmeli ve şayet O inayetini keserse her şeyin sönüp gideceğini bir an aklından dûr etmemelidir. Zira, ancak böyle bir denge, insanı iddiadan, bencillikten, benlikten ve âidiyet mülahazasından uzaklaştırır; onu Allah’ın rızasına ulaştırır. Hâlis bir mü’min, kendisinin bir Mehdî, bir halaskâr, bir Heraklit ve bir Mesih olabileceği düşüncesini rüyasına bile misafir etmemeli; haddini bilip düz kulluğa rıza göstermelidir. “Kullardan bir kul” olarak Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktan başka maksatların ve hele fâikiyet (üstünlük) mülahazasının karşısında yer almalıdır. Ayrıca, yüksek payeler vermek suretiyle dostlarını tehlike zeminine sürükleyeceğine ve onları bazı hâsid kimselerin hedef tahtası haline getireceğine, dostluğunu ve muhabbetini onlara karşı fevkalâde sadâkatle ortaya koymalıdır.
- tarihinde hazırlandı.