Bir Ah Yüceliği

Şiir değerlendirmesinde objektif kriterler bulmak bir hayli zor olsa gerek. Kur'an-ı Kerim'de, şairlerin dolaştığı çeşitli vadilere benzetilen şiir akımları, şâirin karakterleri, kendine has duygu dantelası veya yumağı, şiirini yazdığı andaki hâleti rûhiyesi, kelimelere yüklediği kendine has manalar ve edebî sanatlara kattığı televvün, evet bütün bunlar ve daha başka faktörler, objektif kriterler çerçevesinde şiir yorumunu gerçekten zor hale getirmektedir.

Şiirin bir dış yüzü vardır, bir de iç yüzü. Onun dış yüzünde daha ziyade kelimeler, cümleler, ölçü söyleyiş tarzı, san'atlar ve şekil hakimdir. İç yüzüne gelince, orada ruh, kendi dünyasında mayaladığı düşünceleri, renklendirdiği duyguları, heyecan ve ızdıraplarını, ümit ve inkisarlarını, öfke ve sevinçlerini ifade için zaman olur, çiçeklerin çehresi ve kelebek kanatları gibi en süslü ve zarif ifadeler arar; zaman olur, kıvılcımlar gibi düştüğü yerde yangın çıkaracak kelimelerin, yine zaman olur, neyin feryatlarına denk iniltiler meydana getirecek sözcüklerin peşine düşer. Ruhun bu, adeta âfakla enfüsü bir noktada cem eden mâverâ yolculuğunda ona eşlik etmek gerekir ki, kullandığı kelimelerin, ifadelere yüklediği manaların ve edebî san'atlar ve tercih ettiği şekillerdeki televvünâtın derûnuna nüfûz edebilelim. Bu sebeple, şiir yorumcusunun yaptığı rûhun hedefe varmış olan yolculuğunu sadece satıhta takip edip, bu yolculukta uğradığı menzilleri ve bu menzillerdeki âh u vâhlarını, sürûr neşidelerini, hasret ve hicranlarını, ümit ve inkisarlarını yakalamaya çalışmaktan ibarettir. Ancak, burada yol gösterecek iki projektör vardır ki, bunlar tam yerinde kullanılabilirse, şiirin dış yüzünden iç yüzüne belli ölçüde nüfûz etmek mümkün olabilir. Çünkü, çok defa şiire, düşünce ile duyuşun birbirleriyle kaynaşıp bütünleşmesinden hasıl olan bir ton hakimdir. İnsan bünyesindeki hipofiz bezi gibi, düşünce ve duygunun arkasında da, onlara hükmeden ve her noktada kendilerini hissettiren iki unsur vardır. İşte bu iki unsur, sözünü ettiğimiz iki projektör olarak, niyet ve nazardır. Niyet ve nazar, şiirin bütün unsurlarına birer renk olarak akseder. Şiirin bütün edâ keyfiyeti bu iki unsur etrafında döner. Bunlar, fikrin ayağının kaydığı yerlerde, onun elinden tutar ve hissin önünde sihirli bir lamba gibi, hep yollara ışık saçarlar.

Bir Âh Yüceliği, yukarıda zikrettiğimiz zorlukların yanı sıra, tamamen sembolik karakteriyle de, kendisini anlamaya daha da zorlaştırıyor. İlk bakışta, allı yeşilli, sarılı mavili, beyazlı siyahlı bir bir zemin üzerine âdeta rast gele savrulmuş ve bir anafor halinde esen rüzgârın ritmine göre savrulmaya devam eden rengârenk yaprakları andıran kelimeler ve ifadelerden müteşekkil mısra, kıt'alar içinde yolculuk yapmak tanımadığımız bir rûhun kıvrımları arasında yol almak kadar zor. Bereket versin ki, şâir, seyrek de olsa rûhunun kıvrımlarını ele veriyor ve yolculuğumuzda bize projektör vazifesi yapacak olan niyet ve nazarı yakalamamıza imkân tanıyor. Meselâ:

"Göz kırpar mı her sevdâya çiçekler
 Yürek atışı mı çile delice ayrılığın
 Kendi basamaklarıma takıldım nice yıllar
 Tevbemde yenilenmiş olarak...
 Gölgeler filizlenir körfezlerinde
 Umudumun teraslarında gezdim
 Utancın yok ettiği sevdâlar bilirim
 Anılarda ve aynalarda
 Rüzgarların devşirdiği gözyaşlarında
 Yankılanan bir çığlık misali
 Tapınaklarda eşitlenir sessizlik
 Eski yazgılarda...
 Titreyerek dokunduğum zaman
 Isırganlı patikalarında yaşamak
 Kırılgan düşlerini paylaşmak
 Ve hicretini tadamamak umudun."

Şair, bu kıt'anın bulunduğu şiire "Kader" adını vermiş. Gerçekten bu şiir, adıyla ve adına uygun ifadeleriyle, hem şâiri, hem de Kader, insan hayatının nokta nokta, kare kare üzerinde cereyan ettiği bir ön plan, bir proje, hendese olması hesabiyle, şiirini tanıma, şiirde şâiri görebilme adına çok gerekli iki unsuru, nazar ve niyeti bize takdim ediyor.

Bir Âh Yüceliği, dertte dermanı, tasada sevinci, inkisarda ümidi, bir başka zeminde de, mazîde istikbali, istikbalde bugünü, hâtıralarda gerçeği, gerçekte hâtıraları arayışın sembolik bir destanı gibi. Zaten şiir, kinleri, nefretleri, heyecan ve ızdırapları, ümit ve inkisarlarıyla, içinde çimlenip geliştiği toplumun solukları; şâir de, yerinde bu toplumun dokusundan aldığı malzemeye kendi rûhunun renklerini katar; başka bir ifadeyle, topluma objektif baktığı kadar kendi rûhunun adesesinden de bakar ve temaşâ ettiklerini, kendi imbiklerinde süzerek damlatır. 30 seneden fazla bir zamandır yakından tanıdığım Bir Âh Yüceliği şâiri, değil bir derdin, hatta bir neslin, nesillerin bile paylaşmakla tüketemeyeceği bir tarihî elemi, hâl koridorundan geleceğe, ânı seyyâlesi cennetlere değecek bir sürûr olarak taşımak gibi, dağları ve gökleri çatlatacak bir yükün altına, yüzler, binler, on binlerle birlikte yüreğini koymuş biri olarak, elbette mısralarına, bu kutlu yolculuğun her noktası bir menzil olan safhalarını dökecekti. Bakü'den Çerkeski'ye, Teflis'ten Grozni'ye, Batum'dan Karaçi'ye, Kopenhag'dan Viyana'ya, İstanbul'dan Urfa'ya ve oradan Pensilvanya'ya uzanan bir atlas içinde şâir, ilmik ilmik duygularını, düşüncelerini, tahassür ve visallerini hicran ve ümitlerini dokuyor.

"Sultanım derdime ne söylersin sen
 Sabır dehlizinde ümidim ferce döndü.
 Yakut özelliklerin mıhrabıdır o yürek
 O sonsuz, o gülsüz, hudutsuz yollar
 O sensiz, o sessiz, kimsesiz yollar:"

Bu, bitmeyen, çile, ızdırap, hicran ve retten örülü yolculuğa ekseriya gece çıkılır ve yolculuk, hem enfüste, hem âfakta gece yapılır.

"Canan geceler gördüm
 Vuslatı aradım gönül içinde
 Mavera kanatlı ayrılık buldum
 Vefa ateşini ümit aşkında
 Gördüm ve duruldum...
 Işık gecelerin yedia yüklü
 Ey gönül tan yeri ağdı ağacak
 Safa rüzgârları emre amade
 Bilurlaşacak..."

"Zâd ve râhile"si sabır, sebat ve ümit olan, evet, ekseriya gece çıkılıp, gece yapılan bu yolculukta bir zerre ümit, bazen su gibi rahmet arşı, toprak gibi hayat arşı olur ve yolcuyu fecrin maviliklerine taşır:

"Bir zerre ümidim arşa temasla
 Nehirler kaynadı damarlarımda
 Bir fecir mavilik omuzlarında
 Tüllenir aşkımın binbir emeli
 Ve sonra dur biraz
 Yok görme beni."

Uzak acılarım yakınlaşıyor/Âhlarım süngü müdür aç vicdanlara../ Ey söz, ey kelime ve ey kalem/Bîtap mı düştünüz bu yâd ellerde/Bulsam yeniden sizi/ Tanığım olur musunuz? Diyerek, zaman zaman düştüğü burkuntularına ve inkisar yüklü, tasa buudlu nostaljilerine kaleminden ve kelimelerden medet ümit eden şâir, her şeye rağmen "âkıbet" konusunda ümitlidir. Âkıt için beslenen bu ümit, yer yer gam ve hüzünle tüllenen hâle bile rengini verir ve onu da nevbahar bahçesi haline getirir:

"Gönüller deme geldi
 Çiçeklenir gözlerinde nevbahar
 Tekmil bezmindeyim
 Gülle bestesindeyim."

İmza'da, yol açıcısını ve rehberini büyük bir vefa ile anan şâir, yolunun doğruluğundan emin olduğu gibi, dehrin her türlü hadiseleri karşısında, teslimiyeti de elden bırakmaz:

"Ak güvercin aşka kanar akşamlar
 Pınarlar göz göze akar da durur
 Ölürken umudun önünde gamlar
 Garip bir menekşe kalbime vurur
 Ben bağ bozumuna kurmam sevdamı
 Kor alır dudaklar susuzlaşmaktan
 Sırlarım söyleyin yar Me'vâda mı
 Kader de Hak'tandır kaza da Hak'tan
 Pınarlar göz göze akar da durur."

Evet, gezinilmesi oldukça zor bir şiir dantelasında, çok derin olmayan bir bakışın, derinden sesleri alamayan bir kulağın ilk anda edindiği intibaları daha öte taşımak zor. Zaten takriz de, bir davet demektir. Başta da ifade edildiği gibi, şiiri tanı, şiirde şâiri görmek kolay iş değildir. Hele o şiir, öteleri kurcalama yolunda bir inilti ise; şiirdeki her ses ve nağmen, yaşanılan ruh hâleti ve iç derinliğe göre bazen gürül gürül çıkmakla beraber, çok defa incelerden ince çıkıyorsa, dolayısıyla şiire ait her ses ve söz, ancak dile geldiği anki ruh hâletiyle tam kavranabiliyorsa, bu takdirde, bir davetiyede daha öteleri kurcalamak, belki başka yolcuları yanlışa yönlendirmek veya yolda önlerine engeller koymak, onları tek düze bir yola çağırmak manasına da gelebilir.

O halde, Bir Âh Yüceliği içinde yolculuğa çıkacak her yolcunun önünü açalım.