Hatıralar İkliminde Küçük Bir Seyahat
Acı olanı da var hatıraların bal-kaymak gibi tatlı olanı da. Acı hatıralar çok defa mürûr-u zamanla birer zevkli hikâyeye dönüşür ve her hatırlanışında insana çok keyifli anlar yaşatır. Tatlı olanları ise, bizi o eski nur-zulmet münâvebesi içinde görüp tattığımız zamanlarda, ikamet ettiğimiz farklı ikametgâhlarda, koşup durduğumuz değişik güzergâhlarda ve kadîm dost, sadık yol arkadaşlarıyla paylaştığımız gün ve gecelerde dolaştırır durur.
Şimdilerde geriye dönüp bakıyor; yer yer durgun sular gibi hayatımın sükûtî demlerini, gaye ile bütünleşmemiş mefkûresiz günlerini, sabâvete kurban edilmiş alacakaranlık gecelerini tahayyül ediyor ve o günkü dimağıma takatinin üstünde sorumluluklar yükleme hülyalarına giriyorum; bazı şeyler karşısında âhesterevlik ettiğimi düşünüyor, hızımı gözden geçiriyor; bazen zamanı geriye işletiyor, aykırılıklara yeni bir şekil vermeye çalışıyor; bazen realiteleri hayalin güdümüne veriyor; bembeyaz ve pırıl pırıl dakikalar arkasından koşuyor ve onları bugünkü mülâhazaların şivesiyle başkalaştırmaya çalışıyorum.
Bugünkü gibi hatırlıyorum doğup büyüdüğüm köyü-kenti, sokağı-mahalleyi; koyun-kuzu meleyişlerini, kuş cıvıltılarını, çoluk-çocuk çığlıklarını; yıllarca gelip-gidip eşiğini aşındırdığım mütevazi mektebi, öğretmenlerimi ve onların ince tavırlarını. Hiç unutmadım bir cami harîminde geçirdiğim yılları, tarihleşmiş bir mâbedin bağrında tünediğim sıkıntılı günleri; çok uzak kentlere hesapta olmayan seyahatlerimi; sonra hesaba giren ve bir vazifeye dönüşen Murad-ı Sânî beldesindeki imameti; cami penceresiyle mihrap arasındaki gel-git nefasetini; acemiliğime bağlı bir darlık içinde, hata-savap atbaşı, dinim, diyanetim adına mutlaka bir şeyler yapabilme heyecanımı; beni aşan kaderin sırlı plânları çerçevesinde bir "vakt-i merhûn"a bağlı sevkleri, insiyakları -buna kendi iradem açısından boşu boşuna çırpınma da diyebilirim- vazife deyip irşad adına ulaşabildiğim her yere ulaşma azm ü gayretini; evet, bütün bunların düşünce dünyamda bıraktıkları derin izler vardı ve unutamazdım hiçbirini...
Unutamazdım bir dehşetli ihtilalle herkes gibi benim de şok yaşadığımı, mesnetsiz tehditleri, sağduyunun sahâbetini, yeniden derlenip toparlanma mevsimini.. sonra gelip kapıma dayanan içinde yeni ihtilal teşebbüslerinin, hastalıkların ve hava değişimlerinin de bulunduğu oldukça maceralı vatanî vazifemi; tebdîl-i hava vesilesiyle maskat-ı re'sim olan beldeye, anneme, babama kavuşup onlarla geçirdiğim nefis Ramazan günlerini, Erzurum camilerindeki vaaz u nasihatleri; haddimin fevkinde gösterilen alâkayı ve bunların içimde oluşturduğu -tabiî idrak ufkuma göre- tahdîs-i nimet mülâhazalarını.. acı-tatlı ve iç içe bu hatıraları unutmam mümkün değildi.
Unutmam mümkün değildi sürpriz terhisi, Erzurum'da biraz hasret giderdikten sonra ilk gözağrım sayılan suyun ötesindeki beldeye yeni azimeti ve orada yaşadığım acı-tatlı günleri; ardından bir başka beldeye tayini, oradan da İzmir'e cebrî tavzîfi ve bu beldenin hizmete açık zaman, mekân ve insanını.. cami penceresine bedel senelerce bir tahta kulübede, cihan saltanatına değişmeyeceğim ızdıraplı fakat aydınlık günleri...
Evet, icmâlen de olsa bunların hepsini dün yaşanmış gibi hatırlıyor, dönüp arkada bıraktığım -bana ait yanlarıyla boş olsa da- o dopdolu günleri, hizmet irtibatıyla içinde bulunduğum yerleri hayalen temâşâ ediyor, o zamanlarda dolaşıyor, dostlarla selâmlaşıyor, bir kere daha aynı şeyleri paylaşıyor ve dünü bugünle beraber yaşıyorum.
Bu upuzun sergüzeştim içinde ciddî bir şey yaptığımı söyleyemem; kaynağı tamamen vifak ve ittifak onca şeyi görmezlikten gelerek de hiçbir şey olmadı diyemem. Tavsiye ve teşviklere "Evet!" diyen bir hayli hizmet eri hatırlıyorum, hatırlıyor ve hayırla yâd ediyorum. Yakından tanıdığım ve tanımadığım, hatıralarımın başköşesini tutmuş bu aydınlık simaları, kadınıyla-erkeğiyle bu adanmış ruhları hep çağın kudsîleri diye yâd ettim ve edeceğim. O müsait zemin ve bu vefa âbidelerini hedeflerine tam yönlendirmek mümkün oldu mu olmadı mı; net bir şey söyleyemeyeceğim, söylemem de mümkün değil; ne var ki şahsî yetersizliğimi, bazı dost kılığındaki kimselerin vefasızlığını ve her zaman hasmâne bir tavır alanların da tahribatını hesaba katınca daha farklı bir tablo da imkânsız gibi görünüyor.
İmkânsız gibi görünüyor ama ben hemen her gün kendimle yüzleşiyor, kendime göre üslûp hataları icat ediyor ve "keşke"den "keşke"ye sıçrayıp duruyorum. Baş edemediğim bir sürü şeye maruz kaldığım, âleme malum.. ben onları şimdilerde birer tatlı hikâyeye çevirip şeker-şerbet gibi yudumlasam da, her yeni handikapla o günlerdeki vefasızlıkları, ardı arkası kesilmeyen zulüm ve cefaları derinlemesine bir kere daha ruhumda hissediyor ve sinemden bir zıpkın yemiş gibi inliyorum.
Aslında, bir mânâda o gün bugün o ızdıraplar hiç mi hiç dinmedi. Hatta bazı çevrelerin kinleri, nefretleri, yapılan güzel işlerle mebsûten mütenasip (doğru orantılı) şişti, büyüdü, azgınlaştı ve kan kokan, kan düşünen bir hâl aldı. Allah'ın lütufları arttıkça ve artıp bütün dünyayı sardıkça, dine, diyanete ve şanlı geçmişimize düşman ruhların gayzı da âdeta magmalar gibi köpürüp her yanda yangınlar çıkarmaya başladı. Unutmadım, unutamıyorum o Haziran fırtınalarını, bant furyalarını, karalama kampanyalarını; hukukun hiçe sayıldığını, vicdan hürriyetinin ayaklar altına alındığını; sun'î cepheler oluşturulduğunu; küfür ve küfran temsilcilerinin tuğyanları yanında bir kısım müteşeyyihînin "haseden min ındi enfüsihim" komplolarını.. keşke bütün bunları unutabilseydim; unutabilseydim de "kelâm-ı nefsî" ile dahi olsa onlara karşı infial ruh haletine girmeseydim!
Ne var ki, onca tecavüz, komplo ve bunlara bağlı baskılar, inanan insanları asla sindiremedi; her inkıtadan sonra onlar bir kere daha "vira bismillâh" deyip daha bir ciddî dinlerine, diyanetlerine hizmete koyuldu ve duraksamadan yürüdüler Allah rızasına doğru. Hiç hatırlamıyorum kinin, nefretin dindiğini, şiddetin ve baskının hız kestiğini; buna mukabil gurbet hissi ve gariplik duygusuyla inandıkları değerler uğrunda heyecan kaybetmeden koşturanların tevakkufa geçtiklerini. Boşa gitmedi bütün bu gayretler; gün geldi sağanak sağanak Hak inayetiyle her taraf nevbahara döndü ve bize de sevgi ve şefkat hislerimizi ifade etme imkânı doğdu.
Yıllardan beri birbirine küs yaşayan farklılaştırılmış ve düşman kutuplar hâline getirilmiş pek çok kimse bu yeni sevgi atmosferine koşmaya başladı. Bu, onların kendilerine yönelmeleri, kendilerini bir kere daha keşfetmeleri demekti. Çok iyi hatırlıyorum, birbirinin elini ürkek ürkek sıkan kimselerin, biraz beraber bulunduktan sonra "Meğer hep aynı düşünüyormuşuz" ve "Meğer birbirimize ne kadar da yakınmışız!" dediklerini. Bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın değerlendirmemize sunduğu fırsatlardı; ama bilmem ki bu fırsatları tam değerlendirebildik mi.! Keşke değerlendirebilseydik! Evet, bir dönemde şöyle-böyle ayrıştırılmış, sun'î gerginliklere çekilmiş ve yıkmaya kilitlenmiş değişik kesimlerin birbiriyle kucaklaşmaya ve sarmaş-dolaş olmaya başladığı ve kendi kendimize reva gördüğümüz gurbet yıllarını arkada bıraktığımız o günler çok verimli günlerdi; ama acıdır, yapılan onca olumlu işin görülmemesi, takdir edilmemesi bir yana, o istikametteki aktiviteler birer cinayet gibi gösterilmek istendi; istendi ve bir mânâda dinamitlendi.
Şimdilerde o fevkalâde büyülü ve ümitle tüllenen günleri, saatleri ne zaman düşünsem, "Keşke o sevgi ve diyalog çağlayanının önü hiç kesilmeseydi.! Keşke o ışıktan zamanın bağrına kurşun sıkılmasaydı!" deyip iki büklüm oluyorum. Ne kadar arzu ederdim, o nazlı nazlı bir araya gelişlerin, o yürekten birbirini selâmlayışların ve o sımsıcak akşamların devam etmesini! Hâlâ hatırlayabiliyorum, o samimî hislerin, o gönüllerden kopup gelen seslerin, o temel değerlerimize saygı çerçevesinde ortaya konan düşüncelerin iç dünyamızda uyardığı heyecanı, millî birlik ve beraberliğimiz adına hâsıl ettiği imanı ve ümidi. Eğer bir gün şeytan gelip aramıza girmeseydi ve fena huylara açık tabiatlardaki düşmanlık duygularını hortlatmasaydı, mızrabını yemiş bamtelinden yükselen sesler gibi her yörede duyulan o heyecanlı nağmeler, o birbirine ulaşan eller ve birbirinin meziyetini mırıldanan diller hep aynı şeyleri söylemeye devam edecek ve o mütekabil saygı, hürmet teâtîleri hep sürüp gidecekti.
O günlerle alâkalı görüp duyduklarım, elemiyle-lezzetiyle bütün yaşadıklarım, bizimle aynı duyguları paylaşmayan dar alanlı hafızalardan silinip gitse ve sönük, renksiz, neşvesiz bir geçmişe inkılâp etse de, onlar benim için çağrıştırdıkları ve gelecek adına vaad ettikleriyle hâlâ hayal dünyamın en renkli resimlerini ihtiva etmekte ve bana lezzetine doyulmayan dakikalar, saatler yaşatmaktadırlar. Hâdiselere hep aynı zâviyeden baktığım, onları aynı şekilde hecelediğim sürece de o canlı resimlerin hülyalarımı her zaman süsleyeceğinde hiç şüphem yok. Bu açıdan, ihtimal ne zaman bir kısım handikapla karşılaşacak olsam ya da şöyle-böyle bir muhalif rüzgâra maruz kalsam, hemen bir sessizlik murakabesine dalacak, sükûtun nağmeleri içinde hep o günleri dinleyecek ve o rengârenk resimlerle, o değişik fotoğraf kareleriyle teselli olmaya çalışacağım, çalışıyorum da; çalışıyor ve kendimi yığın yığın insanın en içten bir cûşişle sergiledikleri o sevgi ve alâka çağlayanı içinde hissediyorum. Her bir araya gelişte ilk görüşüp tanıştığımız o tertemiz yüzleri görüyor gibi oluyor ve ruhumu saran kasvetlerden bir bir sıyrılıyorum.
Yakın bir geçmişe kadar devam edegelen hep ümitle tüllenmiş o ahenkli, hatta biraz da âlâyişli toplanmalar-dağılmaların farklı bir çizgide de olsa hâlâ devam ettiğini düşünüyorum. Şartların, konjonktürün gerektirdiği farklılık mahfuz; aynı üslûp, aynı eda, aynı düşünce ve aynı mülâhazaların binlerce, yüz binlerce sevgiyle çarpan sine tarafından temsil edildiğinde tereddüdüm yok; ama ben o günlerle öylesine dolu ve yapılan işlere öylesine kurulu idim ki, o zamanlar icra edilen aktivitelerin içinden geçerek kendimi dünyaları aşan, gidip ta Hak rızasına ve onun gaye ölçüsündeki vesilesi sayılan "Nam-ı Celîl-i İlâhî"yi ilana dayanan bir cereyan-ı mütemâdî mecrasındaki kudsîlerin yedeğinde görüyordum. Bu mülâhaza ile kim bilir kaç defa kendi kendimi "ve kelbühüm bâsitun zirâayhi bi'l-vasîd" mazhariyetiyle payelendirmiş ve "Bu kadarını olsun herhalde lütfederler." demiş müteselli olmuşumdur.
Yaşadığım o süreçte, diyaloğa açık ve sevgiyle çarpan sinelerin heyecanı ruhuma öyle işlemiş, her gün şahit olduğum o güzel tablolar hafızama öyle hakkedilmiş ve gönlümde öyle derin izler bırakmıştı ki, aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ onları bütün canlılığıyla iç dünyamda duyabiliyor; o günlerde duyup işittiğim sesleri, sözleri bütün tazeliğiyle ruhumda hissediyor ve yer yer nükseden hasret ve hicran duygularımı onlarla bastırmaya çalışıyorum.
Kim bilir belki de şu anda, o elemleri, acıları gitmiş ve her şeyiyle lezzete inkılâp etmiş hatıralar yumağı içindeki canlı, renkli, ümitle tüllenen geçmişe ait hatıra karelerini, içimde yaşatmak ve arkadan geleceklere emanet etmek için, defter-i mesâvîm gibi simsiyah ve perişan satırlarımla farkına varmadan karartıyor da olabilirim...
O günlere ait, her yanda tüten ruh ve mânânın, tasavvur ve heyecanın o dar zaman diliminde kalmasına, sevgi söyleyen, hoşgörü mırıldanan ağızların susmasına, birbirine kavuşan sinelerde tütmeye başlamış aşk u alâkanın sönmesine, şefkatle açılıp kapanmaya başlamış gözlerin ebediyen kapanıp gitmesine, diyaloğa açık ruhların mevsimsiz bir hazanla savrulup devrilmesine gönlüm razı olmadı; dayanamazdım, meltemlerin yerini şimal rüzgârlarının almasına; iyiliğe, güzelliğe ve sevgiye açık atmosferimizin kinle, nefretle delinmesine; baharı hazanın vurmasına, millet ruhunun muhalif fırtınalarla sararıp solmasına ve "ba'sü ba'del mevt"imize yeniden kefen biçilmesine.. doğru durulmalı, doğru konuşulmalı, ortaya konan güzellikler müştak bütün gönüllere duyurulmalı ve bu dirilişin önünün alınmasına meydan verilmemeliydi.!
Birkaç düzine gönüllü ve Hakk'a adanmış ruh, insanlığı gerçek insaniyete uyarma azm ü niyetiyle -bunu Allah'ın gerçekleştireceğine inançları tamdı- yollara dökülürken, ellerinde kendi dünyalarından sönmez meşaleler dört bir yana açılırken "millet-i ebed müddet" mülâhazasıyla açılmışlardı. İnsanlığa diyecekleri pek çok şey vardı ve onu mutlaka demeliydiler.. işte bu mülâhazayla idi ki, hepsinin sinesi de yüce mefkûreye, yüceler yücesi Allah'a yürüme heyecanıyla çarpıyordu. Bütünü olmasa da büyük çoğunluğu itibarıyla toplum bu heyecanla coşkun ve tam bir metafizik gerilim içindeydi. Bu hâl umumî sulh, sükûn ve evrensel insanî değerler adına mutlaka daha da ilerilere götürülmeli ve emanette emin haleflere emanet edilmeliydi.. milletinin kaderiyle alâkadar ruhların derin bir ittifak ve ittihat sürecine girdiği, inanan sinelerin bu heyecanla coştuğu, her yanda diyalog sevdalılarının seslerinin duyulduğu, birkaç asırlık hülyalarımızın gidip hakikat ufkuyla kutuplaştığı o kutlu günlere ait aktiviteler bence hiç durmamalı; milletine hizmete adanmış ruhlar asla heyecan yorgunluğuna düşmemeli; dünyevî mutluluk, refah ve saadet onların uhrevîlik mülâhazalarının önüne geçmemeli; her zaman ışıkla parlayan bu simaların nurları hiç sönmemeli; "Hak rızası hedef, i'lâ-yı kelimetullah gaye ölçüsünde vesile." deyip yollara düşenlerin birliği kat'iyen bozulmamalı; gittikçe büyüyen, genişleyen, derinleşen bu gönüllüler hareketi, her diriliş dönemindeki ilklere has safvetini, samimiyetini, sadakatini korumalı ve Seyyid Nigârî gibi:
"Cânân dileyen dağdağa-yı câna düşer mi,
Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi;
Girdik reh-i sevdaya cünûnuz...
Bize namus lâzım değil,
Ey dil ki bu iş şâne düşer mi!.."
deyip arkalarına bakmadan hep insanlığı kucaklamaya doğru yürümelidirler.
Ben şimdilerde hâlâ hafızamda dipdiri tutmaya çalıştığım, o günlerdeki faaliyetlerin ve o mütemâdî koşturmaların, bugün de şartlar ve konjonktürün gereği aynı çizgide olmasa bile mücâvir bir kulvarda devam ettiği ümit ve hülyalarıyla oturup kalkıyorum. Hâlâ, o zevk u şevk akşamlarının yaşandığını düşünüyor, sevgi soluklayıp duranların nefeslerini duyar gibi oluyor ve ruhumun kubbesinde yankılanan o aks-i sadâlarla müteselli oluyorum. Ömrüm oldukça da hep bu hülyalarla yaşayacağım.
Sızıntı, Şubat 2006, Cilt 28, Sayı 325
- tarihinde hazırlandı.