Vahdet-i vücud bir “hâl”dir
Soru: Tasavvufta vahdet-i vücud inanışı hakkında bilgi verir misiniz? Yani vahdet-i vücud inanışı dinimize uygun mudur? Yoksa bazılarının dedikleri gibi Hint Vedaları’nın devamı mıdır?
Hint yogilerinde ve Avrupa mistiklerinde tasavvufa benzer bazı hâllerin mevcut olduğu söylenebilir. Zira bunların hepsinde bir metafizik mülâhaza, bir iç müşâhede, kendini murâkabe, kontrol ve ruh ufkuna dayanma söz konusudur. İşte bu yönüyle birbirine benzeyebilirler. Şöyle ki, bu yolla kim ruhunu terbiye ederse bir kısım harikulâde şeylere mazhar olabilir. Bunun Rahmanî veya nefsanî olmasını Allah (celle celâluhu) bilir. Bir Rus veya Amerikalı az yese, az içse, hayrete varsa, bir çeşit fâni olsa, gönül gidip sahibine teveccüh etse, kendisine gayb ve ledün âlemine bir kısım menfezler, pencereler açılabilir ve o insan bizim görmediğimiz şeyleri görebilir, bizim muttali olamadığımız buudlardan eşyayı müşâhede edebilir. Bu mevzuda tecrübe sahibi pek çok insan vardır. Ne var ki bu konuda mühim olan, rıza-i ilâhidir. Allah’ın rızası istikametinde yol alan insan, şeytanî olmayan fevkalâde müşâhede ve mükâşefeye mazhar olur ki bu, aldatıcı değildir ve diğerlerine benzemez. Biz ümmet-i Muhammed olarak her zaman harikulâdelikler yerine rıza-i ilâhiyi tahsil peşinde olmalıyız.
Ümmet-i Muhammed içinde de bazı kimselerin, seyr u sülûk-i ruhanisiyle seyahat ederken belli konaklara uğraması, vücud, şuhud, fark ve cem gibi bazı mertebelerden geçmesi her zaman söz konusu olsa da burada yol da başkadır, hedef de. Mevzuu bir misalle müşahhaslaştıralım: Bir paşa veya padişahın huzuruna çıkmak isteyen kimse, daha ilk kapıdan içeriye girmekle bir kısım merasime tâbi olur. Mesela kışlanın ilk girişinde onu bir nöbetçi görür. Daha ileriye gittiğinde orada bir çavuş, başçavuş veya üst rütbeli bir subayla karşılaşır. Daha sonra paşanın derecesine göre yakınında bulunan bir odada yaverini görmesi gerekir ve ondan sonra ancak o zatın huzuruna çıkar. Aynı zamanda bu menzillerden her birinde daha evvelki menzilden geçmiştir diye o kimsenin göğsüne bir nişan takılır ve onun hangi makamda olduğu göğsüne takılan bu nişanla bilinir ve tanınır. Aynen bunun gibi, seyr-i ruhanî ve seyr u sülûkta mertebeler kat eden bir insan da bu türlü menzillere uğrar. O insanın seyr fillâha kadar tamamladığı bu seyahatte uğradığı makamların her birisinin muamelesi ve tezahürü başkadır. Kapının önündeki asker sadece bir selâm çakar. Onun iltifatı bu kadardır. İleriye gittiği zaman kumandanlık seviyesinde bir yere uğrarsa kendisine çay ikram edilir. Şayet paşaya kadar çıkabilir veya onun yaveriyle muhatap olabilir ve o huzur ve makamın âdâb u erkânına riayet ederse kendisine baklava ısmarlanır. Bu durumda o makama –biraz da latîfe ile ifade edecek olursak– “makamu’l-baklava”, diğerine “makamu’ş-şây”, öbürüne ise “makamu’s-selâm” denebilir.
Aynen bunun gibi Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, vahdet-i vücud mektebinin temsilcisidir. Bu, Batılıların Panteizmine benzer ama asla Panteizm değildir. Vâkıa bu meseleyi onlar nazarî olarak ele alırlar. Bu, Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerinde ise bir hâldir. İmam Rabbânî, Muhyiddin İbn Arabî’nin makamına uğradığını, orasının zevkli fakat vahdet-i şuhuda nazaran daha aşağıda bir makam olduğundan orayı geçtiğini ifade eder. Ahir ömründe Hazreti Ebû Bekir’in mesleğine uğradığı zaman İmam Rabbânî Hazretlerinin gözü bir daha açılır ve bu defa o, en güzel mertebeleri kat etmenin farzları, vacipleri ve sünnetleri ikame etme olduğuna inanarak, Hazreti Muhammed’e Hazreti Ebû Bekir adesesiyle bakmaya başlar.
Hâsılı, Muhyiddin İbn Arabî’de vahdet-i vücud mertebesi bir hâldir. Durumuna göre kendisine inkişaf etmiştir. Dolayısıyla bunun Hint Vedaları’nın devamıyla bir ilgisi yoktur. Batı’da ise vahdet-i vücuda mukabil tuttukları Panteizm düşüncesi bir nazariyeden ibarettir. Hâlbuki vahdet-i vücud tamamen bir hâl ifadesidir ki bu hâli yaşamayan ve tatmayan bilemez.
- tarihinde hazırlandı.