İslâm’ı anlatma
Soru: İslâm’ın tebliğcileri olarak sahabenin Çin’e, Hind’e gittiği gibi dünyanın ücra köşelerine gitmek lazım mıdır? Bunun şartları nelerdir?
Sahabe-i kiramın (radıyallâhu anhüm ecmaîn) Çin ve Hind’e gittikleri gibi günümüz insanlarının da İslâm’ı tebliğ ve irşat düşüncesiyle dünyanın her tarafına gitmeleri bir vazifedir. İnsanımız arasında da –inşâallah– çok müstesna ve mümtaz kimseler yetişecek ve bunlar da bu kutsi hizmeti bayrak hâlinde omuzlarına alacak, dünyanın sair kıtalarına giderek insanlığı irşat edeceklerdir. Ancak bu işin başlangıcındaki sahabe nasıl bir azim ve kararlılıkla yürümüşse, bugün de o beklentisiz kahramanlar aynı azim ve kararlılıkla yürümelidir.
Sahabe-i kiramdan Muaz İbn Cebel, Sa’d İbn Ubâde, Ebû Ubeyde İbn Cerrah (radıyallâhu anhüm)... gibi zatlar, cihanın sair yerlerine gidip neşr-i Hak vazifesini yapıyorlardı. Yakın tarihte de Abdürreşid İbrahim’le Filipinler’e, Japonya’ya kadar gidilmiş ve İslâm tanıtılmıştı. O yüzden hâl-i hazırda devrimizin mürşid ve mübelliğleri, kendilerine Allah’ın (celle celâluhu) lütfettiği imkânları çok iyi değerlendirerek, tebliğ ve irşat vazifesini en ücra yerlere kadar her bucakta yapacaklardır/yapmalıdırlar. Şu anda bu tam yapılamıyorsa da –inşâallah– fırsatlar değerlendirilerek bu niyet bir gün mutlaka hayata geçirilecektir.
Sevgi kahramanları iyi düşünüp taşınmalı ve mutlaka dünyanın her tarafına gitmeli, Hak ve hakikati muhtaç gönüllere ulaştırmalıdırlar. Bu sayede dünyanın değişik yerlerinde, şu anda insanlara ütopya gibi gelebilecek, evrensel insanî değerlere saygıyla dopdolu bir yapıya sahip fert, aile ve toplumlar meydana gelecektir. Bu adanmışlar, Müslüman diliyle İslâm’ı anlatırken, davranışlarıyla da onu yaşamak ve insanlara nümune-i imtisal olmak zorundadırlar. Bunun için de onlar, ubûdiyetlerinde, tefekkürlerinde, anlayışlarında, muamelelerinde, ticaretlerinde ve içtimaî münasebetlerinde, Şark’ı ve Garb’ı; Şarklıyı ve Garplıyı hayran bırakacak bir seviye insanı olmalıdırlar. Ancak bu sayede, insanlara bu hâl ve davranış dili karşısında ütopik gibi gelen bir insanlık anlayışı gösterilebilecektir. Örneklerin kendi içinden verilmesi çok önemlidir. Birbirinden kopuk ve münferit fertlerin söyleyeceği söz ne kadar parlak olursa olsun inandırıcı olmayacaktır. Çünkü insan, لَيْسَ الْخَبَرُ كَالْعِيَانِ “Kulakla işitilen, gözle görülen gibi değildir.”[1] fehvasınca haberden daha ziyade gözle gördüğü şeye itimat eder. O yüzden ağzımız Kur’ân-ı Kerim’i okurken hâl ve tavırlarımızla onu yaşarsak sair dinlerin sâlikleri, küre-i arzın değişik kıtaları grup grup İslâmiyet’e dehalet edecek, “İnsanların kafile kafile Allah’ın dinine girdiklerini gördüğün zaman…” (Nasr sûresi, 110/2) müjdesi de kemal-i ihtişamla zuhur edecektir.
Aslında bu mesele, çoklarınca unutulmuş evrensel insanî değerler adına çağa göre bir ba’sü ba’de’l-mevt hâdisesidir.
[1] es-Suyûtî, el-İtkân 2/346; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/219. Yakın ifadeler için bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/215, 271; İbn Hibbân, es-Sahîh 14/96.
- tarihinde hazırlandı.