Kur'ân'da toplum tahlilleri
Kur'ân-ı Kerim, belli prensipler dahilinde yer yer toplum tahlilleri de yapar. Yapılan tahliller sonucu, o cemiyetin genel karakteri ayan beyan ortaya çıkar. Genelde isim tasrih edilmeden yapılan bu tahlillerde öyle bir üslûp kullanılır ki, ilgili cemiyet hemen gözler önünde beliriverir. Hem öyle beliriverir ki, bunları tam anlamıyla kavrayabilmek için sosyolog veya psikolog olmaya da gerek kalmaz. Zira Kur'ân'ın ortaya koyduğu her tablo, aksine ihtimal vermeyecek ölçüde nettir.
Nitekim Asr-ı Saadet'te gerek Yahudi, Hristiyan ve gerekse müşrik ve Müslümanlar, içlerinden geçen şeylerin ifşa edileceği endişesiyle tir tir titrerlerdi. Bunlar arasında özellikle Müslümanlar, kalb ve vicdanlarını her zaman vahy-i semavî karşısında derleme, toparlama ihtiyacı duyarlardı. "Biz, Allah Resûlü hayatta iken, içimizden bir şey geçirmeye korkardık. Gerçi isimlerimiz verilmezdi ama kusurlarımızın büyüklüğü, O'nun ukbâdaki mücâzâtı nazara verilirdi ki, biz âdeta kaçacak delik arardık." sözleri, onların duygularının ifadesidir.
Hatta bu noktada denilebilir ki, gönülleri dilhûn eden Nebiler Sultanı'nın vefatı, bir ölçüde onların rahatlamasına vesile olmuştu. Çünkü ilgili mevzuda bir âyetin nazil olması o edeb, vakar ve ciddiyet insanlarını çatlatacak ölçüde bir kısım şoklar yapabiliyordu.
Bu tür âyetlerde en çok dikkati çeken husus, Kur'ân'ın şahısları veya cemiyetleri unvan ve isimleri ile değil de, vasıfları itibarıyla zikretmesiydi. Yani ekranda yansıtılan manzara kâfir değil küfür, münafık değil nifak, dalâlet ve fısk ehli değil, dalâlet ve fıskın kendisiydi. Bugün fert ve toplum ile ilgili bilim adamlarının Kur'ân'ın bu özelliğinden çok büyük dersler çıkarmaları beklenir.
İşte bu çerçevede, Kur'ân'ın ayrı bir özelliği de, fert ve cemiyet tahlillerinde genelleme usûlünün kullanılmış olmasıdır. Öyle ki, Müşrik, Yahudi, Hristiyan, Mecusi, Sâbii, Müslüman vb. bütün insanların genel özelliklerini, her zaman Kur'ân'ın satırlarında veya satır aralarında bulmak mümkündür. Bu, bizler için olabildiğine önemli bir kriterdir. Bizler bu kritere göre, insanlarla ister bire bir, isterse toplu olarak münasebetlerimizi ayarlayabiliriz. Arızaların nasıl giderileceği, neyin insanlara nasıl sunulacağı konusunda yukarıdaki hususlar çok önemlidir.
Kur'ân'ın, fert veya cemiyetleri tahlilinde öne çıkan hususiyetleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Bu tahlillerde mutlaka ferdî ve içtimaî maslahatlar gözetilmiştir.
2. Tahliller, şahıslardan tecrit içinde yapılmış ve fertler isimleriyle değil, özellikleriyle nazara verilmiştir.
Böylece, ilgili vasıfların kötülüğü tescil edilirken, şahıslar toplum içinde, cemiyetler de sair cemiyet ve toplumlar içinde kısmen kamufle edilmiştir. Bu vesile ile de birçok insan ve birçok cemiyet, rencide edilmeden, mükemmel insan, mükemmel toplum olma yolu gösterilmiştir.
3. Tahlillerde, cemiyette kabul gören meşru edep ve muaşeret kaidelerine, disiplinlere riayet edilmiştir.
4. Tahlillerde yıkıcı tenkitten ziyade, yapıcı bir üslûp kullanılmıştır.
5. Âzamî tasarruf prensibine riayet edilerek, mesele kısa ve özlü ifadelerle, gayet veciz bir biçimde ortaya konmuştur.
1. Kur'ân'da Ehl-i Kitap Resimleri
Kur'ân-ı Kerim'de fertlerin yanı sıra toplumların da çeşitli açılardan tahlillerinin yapıldığını ve tahlillerde öne çıkan hususları veya takip edilen esasları ifade ettik. Şimdi, Kur'ân'da tahlili yapılan Ehl-i Kitap'tan bazı resimlerle o hususu da biraz açmaya çalışalım:
Kur'ân-ı Kerim'de en çok tahlili yapılan milletlerden biri İsrailoğulları'dır. Sadece Bakara sûresine bu açıdan bakıldığında, bu konuyla alâkalı pek çok malzemenin var olduğu anlaşılır. Acaba Kur'ân, bu millet üzerinde neden bu kadar çok durmuştur? İsrafın her çeşidi Allah nezdinde ve Allah Kelâmı'nda söz konusu olmadığına göre bundaki hikmet ya da hikmetler nelerdir?
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Kur'ân'ın bahsini ettiği bazı kitlelerle günümüzdeki müsamahasız ve saldırgan yığınlar arasında ne zihniyet ne de karakter açısından hiçbir fark yoktur. Bu açıdan projektörünüzü Kur'ân'a tuttuğunuzda bugünkü mütegallipleri; günümüz mütegalliplerine tuttuğunuzda da Kur'ân'daki fanatikleri rahatlıkla bulabilirsiniz. Öyleyse Kur'ân'ın bazıları hakkında on dört asır önce söylediği şeyler hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Evet, insanlık tarihi boyunca meydana gelen içtimaî, idarî, siyasî, askerî, kültürel hatta dinî fesatların temelinde bazı fanatik düşünce ve bağnaz zihniyetler vardır. Bütün dünyayı emperyalizm hesabına bir pazar hâline getiren kapitalizm, anarşinin yeryüzüne yayılmasına vesile olan komünizm, milletleri birbirine düşman hâline getiren ırkçılık, dahası şehvetin putlaştırılması evet, bunların hepsi bahsi geçen zıvanasız mantık ve düşüncenin ürünüdür. Bilhassa şu son asırlarda ortaya çıkmış pek çokları, Durkheim, Freud, Marks, Sartre, Engels ve sahalarında ün yapmış, şöhrete ulaşmış daha niceleri hep bu endazesiz düşüncenin çocuklarıdır.
Bu insanların düşüncelerinin ürünü olan kapitalizm, komünizm, faşizm ve Nazizm başta olmak üzere birçok sistem, değişik dönemlerde hep içtimaî dengeleri bozmuş, milletleri kendi iç bünyelerinde inkıraza sürüklemiş ve onları başka milletler nezdinde de düşman hâline getirmiştir. Neticede dünya bir kan gölü olmuştur ki, en son 1. ve 2. Dünya Savaşları bunun apaçık göstergesidir.
Bu açıdan Kur'ân, günde yüz defa çeşitli hile ve desiselerle insanlığı iğfale çalışan, sürekli fitneyi körükleyen, maddî çıkarları uğrunda her şeyi mubah gören bazı toplum ve insanlara karşı sairlerinin dikkatli olması için birçok âyetle tahkimat yapmakta ve onları teyakkuza sevk etmektedir.
Bu noktada hiç kimse, Allah, bir kısım anarşistleri nazara vermede itnab yapıyor (uzun uzadıya açıklamalarda bulunuyor) diye şüphe ve tereddüde düşmemelidir. Zira Allah (celle celâluhu), böylelerini sırat-ı müstakîme davet etmek için başta ülü'l-azm peygamberler olmak üzere birçok mürşit, muslih göndermiştir. Ama onlar kendilerine gönderilen peygamberlerin öğretilerine kulak asmamış, hatta onlardan bazılarını akıl almaz işkencelerle öldürmüşlerdir.
İşte Kur'ân'ın yaptığı şey, bütün bunlara rağmen, istikamete girmeyen bu ifrit ve muzır kimselere karşı, insanları uyarmaktan ibarettir. Zaten bugün dünyada siyasî, idarî, askerî ve iktisadî alanda cereyan eden hâdiseler de Kur'ân'ı doğrulamakta ve yapageldiği tenbihat ve tahşidatın ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir.
Öteden beri her şeyi kendi çıkar ve menfaatleri etrafında ele alan bu kabîl insanlar, her şeyi maddeye irca etmiş ve her şeyi maddede aramış "akılları gözlerinde" öyle körlerdir ki, maddeden başka hiçbir şey görmezler. Bu özellikleri itibarıyla da dünyanın her yerinde sömürünün temsilcileri olmuşlardır.
Evet, bunlar maddeciliği o kadar ileri götürmüş ve maddeci zihniyetle öylesine bütünleşmişlerdir ki, mânevî şeyleri bile madde ile izaha ya da anlamaya kalkmışlardır ki, bu mânevî şeyler arasında, bizzat Allah (celle celâluhu) da vardır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim gibi, mukaddes kitaplarda da ifade edildiği gibi bir gün böyle bir mantık, hem de küstah bir tavırla peygamberinin karşısına dikilip "Ey Nebi, Biz, Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız!" (Bakara sûresi, 2/55) der. Aslında bu, karakteristik bir iddia ve istektir.
Aynı zamanda bu, materyalizm, kapitalizm, ateizm, pozitivizm vb. fikrî ve idarî düşünce ekollerinin de temel esprisini oluşturmaktadır. Bu çerçevede siz, bir nebiye (aleyhisselâm) söylenen bu sözle, yirminci asırda aya çıkan Gagarin'in söylediği söz arasında bir farkın olmadığını görürsünüz. Gagarin de öyle diyordu: "Ben dünyanın etrafını dolaştım. Ay'a çıktım ama Allah'a rastlamadım." İşte aklı gözüne inmiş, materyalist zihniyeti temsil eden sefil ruh ve işte Peygambere: "Allah'ı bize göster!" diyen Allah ve peygamber bilmez küstah!
Bu zihniyetin etkilerini günümüz Türkiye'sinde de görmemiz mümkündür. Ne acıdır ki bu zihniyet, ilim yuvaları olan bazı mekânlarda bile bütün ağırlığı ile kendini hissettirmektedir. Evet, hoca ve talebeleriyle, dün olduğu gibi bugün de, "Allah'ı görmüyoruz ki, O'na inanalım?" diyen insan sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.
Kur'ân'ın bu mevzuda yaptığı tahlilleri tam anlamıyla kavrayabilmek, Kur'ân'ın onların niyet, düşünce ve tasavvurlarını lif lif çözmesini, lime lime parçalamasını tam anlayabilmek ve onların içlerindeki fesat, hastalık ve kirleri tam görebilmek için, onların içlerinde bulunmak, hatta onlar gibi olmak lazımdır. Bu açıdan, onlar gibi veya onlardan biri olmadan, ilgili âyetlerin künhüne tam mânâsıyla vâkıf olunabileceğini zannetmiyorum.
Yaptığımız ön açıklamalardan sonra geçmiş peygamberler ile onların peygamber olarak gönderildiği milletler arasında geçen bazı olayları nazara vererek, onların karakterleri hakkında ancak ilme'l-yakîn seviyede olabilecek daha başka tahlil ve değerlendirmelere ihtiyaç var.
Bilindiği gibi bir toplum, yıllarca Firavun'un zulmü altında inim inim inlemiş ve ezilmişti. Zulmüyle etrafa dehşet saçan Firavun, elinin altındaki yığınları en ağır işlerde çalıştırıyor, çok defa erkekleri öldürtüp, kadınları da zillet içinde bırakıyordu... Ancak Allah (celle celâluhu), peygamberleri vasıtasıyla onları bu zulüm ve zilletten kurtarıp, rahat edecekleri bir muhit ve hür yaşayacakları bir ortama çıkardı. Öyle ki, Tîh sahrasında yaşarken bile –ki bu biraz da cezaydı– en medenî ve en zengin milletlerin dahi rahat elde edemeyecekleri "اَلْمَنُّ" ve "اَلسَّلْوٰى" yani bıldırcın eti ve kudret helvası onların sofralarını süslüyordu.
Lâhut âleminden nebi ufkuna akıp akıp gelen bu ve benzeri nimetler, onların günlük hayatlarının tabiî bir parçası olmuştu. Bir mânâda huzur ve saadetle dolu bir hayat içindeydiler. Ancak bilhassa bunların içlerinde bulunan ve hürriyetin kadrini idrak edemeyip, köleliğin ve emir kulları olmanın ruhlarında yer ettiği bayağı tipler, önlerindeki peygambere, dolayısıyla da Allah'a başkaldırarak, Firavun'un zulmü altında yaşadıkları günlerdeki hayata özlem duyuyor ve peygamberlerinden sebze, soğan, sarımsak, hıyar, mercimek vb. şeyler istiyorlardı. İhtimal, bunların ötesinde başka gıda maddelerini de bilmiyorlardı.
İşte bu insanlar, ruhlarında yer etmiş köleliğin tezahürü ve nankörlüklerinin göstergesi olarak, bıldırcın eti ve kudret helvası yerine, eskiden bildikleri sebze, soğan, sarımsak vb. şeyler peşindeydiler. Kur'ân, bu toplum içindeki nankörlüğü ele veren bir hususu bize şöyle bildirir: "Hani siz (verilen nimetlere karşılık): 'Ey Musa! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden; bakliyatından, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından da bize çıkarsın' demiştiniz." (Bakara sûresi, 2/61)
Bu tarihî vâkıada karakter tahlili adına şunları söyleyebiliriz:
Bazen insan, hemen çarçabuk ülfet ve ünsiyetin öldürücü güç ve atmosferine yenik düşebilir. Bu yanı itibarıyla o, ne kadar olağanüstü nimetlerle perverde edilirse edilsin, biraz da temadinin tesir kırıcılığıyla, daha başka şeyler arzu edebilir. Hatta çok defa bu arzunun doğru veya yanlış olduğunu da düşünmeyebilir. Nitekim yukarıdaki örnekte bazı kişiler, Firavun'un zulmünden kurtulup rahata, rahmete kavuşmuş olmalarına rağmen, şükür gerektiren böyle bir hâli hiç de nazar-ı dikkate almadan, eskiden yiyip içtikleri gıda maddelerini istemişlerdi. Hâlbuki bu, apaçık bir nankörlüktü. Ama yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bazen insan böyle bir durumda yaptığı şeyin ne kadar doğru veya yanlış olduğunu düşünemeyebilir. Kaldı ki, onların bu hâle düşmesinde, yani yıllarca Tîh sahrasında dolaşmaya mecbur bırakılmalarında, Hz. Musa'nın kat'iyen herhangi bir dahli yoktu. Ne var ki, peygambere karşı nasıl davranılacağını bilmeyen bir kısım kimseler, sanki suçlu Hz. Musa imiş gibi bir de ona karşı tavır takınmışlardı. Aksine, "Ey Musa! Rabbine dua et " sözlerini başka nasıl izah edebiliriz ki? Evet, onca nimet-i ilâhînin kendilerine gelmesine vesile olan Hz. Musa'ya karşı böyle davranmamalıydılar...
Aslında Kur'ân'ın beyanına göre, Hz. Musa'ya bu türlü çıkışta bulunanlar bir kısım nankör fıtratlı kimselerdi. Aynı nankör tipteki insanlar, İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed'e de (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelmiş ve "Sana yüklerimizle, ailelerimizle geldik. Seninle falan kabile gibi savaşmadık." [1] deyip sadaka istemişlerdi.
Kur'ân, Hz. Muhammed'i minnet altında bırakmak isteyen bu insanların karakterlerini de şu âyetiyle ortaya koyar: "Onlar, İslâm'a girdikleri için seni minnet altına almak istiyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayınız. Eğer doğru kimseler iseniz bilmelisiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur. (Bundan dolayı edecekse O size minnet eder.)" (Hucurât sûresi, 49/17) Demek ki bu tür insanlar, sadece Hz. Musa cemaatine münhasır da değiller.
Hz. Musa'dan soğan, sarımsak vb. şeyler isteyen insanların ifadelerinden hareketle, genelleme planında şöyle bir yorum yapmak da mümkündür:
Hemen her insan yaşadığı hayat şartlarına belli bir müddet sonra alışıverir ve ülfet, ünsiyet içine girer; ardından da daha değişik şeylerin peşine düşer. Meselâ, yeknesak, tekdüze şehir hayatı yaşayan insan, "keşke bağım, bahçem, tarlam olsa; eksem, biçsem, sulasam" vs. der. Bu imkânlara kavuştuktan belli bir müddet sonra da kalkar başka şeyler ister ve bu istekler ilânihaye devam eder gider. İşte bu duygu, insan fıtratında tekdüzeliğe karşı var olan tepkinin açığa vurulmuş hâlidir.
Yukarıdaki âyete tekrar dönecek olursak, böylesine isteklerle huzuruna gelen insanlara Hz. Musa (aleyhisselâm): "Daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin. Zira istekleriniz sizin için orada var." şeklinde mukabelede bulunur. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın cezası bundan daha ağırdır ki, aynı âyetin devamında: "İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu." (Bakara sûresi, 2/61) ifadeleri gelir.
Evet, Kur'ân bir hâdiseyi nazara verip, projektörlerini oraya tutarak, insanlığa gerçek insan veya insanlığın yollarını göstermek suretiyle insan olmanın vazgeçilmez vasıflarına doğrudan veya dolaylı olarak sık sık temas eder. Bütün mesele, Kur'ân'a bu zaviyeden bakabilmek, gerekli dersi alabilmek ve hepsinden öte de bunu hayata taşıyabilmektir.
2. Refah ve Zenginliğin Azdırdığı Hislere ve Şımarık Ruhlara Kur'ân'ın Bakışı ve İrşadı
İnsan fıtratında köpürüp duran his ve heyecanlar, onun yaşantısıyla orantılı olarak sürekli yatak değiştirirler. Pratik hayatın getirdiği sıkıntıların, sürur ve sevinçlerin, ızdırap ve çilelerin hisler üzerinde oldukça derin tesirleri vardır. Tabiî rahat ve rehavet içinde geçen bir hayat da hususî bir kısım hisler hâsıl eder. Hatta bu durum bazen gurur ve kibre sebebiyet verdiği için de insanın felâketine yol açabilir.
İnsan bazen nimetler içerisinde yüzer, hayatını lezzetlerle geçirir; seyahatler, seyr ü seferler ile zevk ve lezzet arayışı içinde olur. Evet, transatlantiklerle suları yara yara uzak diyarlara seyahatlerde bulunma, tabiî, maddî güzellik ve zenginlikleri müşâhede etme, insanın ruhuna, his ve duygularına haz ve lezzet adına neler ve neler kazandırır. Şayet bu insan, bir de tefekkür ufku ile gördüğü güzellikleri tahlil ve terkip yapabiliyorsa, artık o seyahatin tadına doyum olmaz. Kâinat meşherinde müşâhede edilen güzellikler, onların insanda meydana getirdiği intibalar, insanın tefekkür ufkuna zevk olur akar. Böyle bir tefekkür ciddî bir vahdet içinde, sanat ile sanatkâr arasında tefekkür koridorları açar.
Görüldüğü gibi, böyle bir seferin insanın maddî ve mânevî hayatına katkısı sayılamayacak kadar çoktur. Kaldı ki, insan bedeninin ve iç dünyasının zaman zaman bu tür seyahatlere ihtiyacının olduğu da açıktır.
Böylesi seyahatlere çıkanlar arasında tefekkür ufkunu zorlamayan, eşya ile Hâlık'ı arasındaki münasebeti göremeyen ve kavrayamayan, dolayısıyla sadece dünyevî ve cismanî zevkler arayanlar da vardır. Bu insanlar, yapacakları seyahatlerde, seyahat vasıtalarının en rahat ve ferah olanını tercih ederler. Son model arabalar varken eski model bir arabaya iltifat etmezler. Bir mânâda bu beden insanları, cismanî zevk ve lezzeti doruk noktada tadabilmek için, her türlü masrafa girerek ellerinden geldiğince hayattan kâm almaya çalışırlar.
Hâlbuki bu âlemde her zevk, bir elemle neticelenir. Sadece zevk ve lezzet mülâhazası ile girilen her iş, akıbetinde çok defa bir elem ve keder getirir. Bundan kurtulmanın bir tek yolu vardır; o da bu seyahatler esnasında tefekkür ufkunu zorlama, masnûdan Sâni'e ulaşma, böylece cismanî zevklerin yanında fikrî ve ruhî hayatımıza ve dolayısıyla da uhrevî hayatımıza zenginlik katmadır. Buna bir de İslâm'ın iki esası olan sabır ve şükrü ilave edersek, konu bütün bütün kazanç kaynağı hâline gelir. Yani tattığımız her zevk ve lezzete şükürle mukabelede bulunur, başımıza gelen belâ ve musibetlere de sabırla göğüs gerersek, dünyevî ve uhrevî haybet ve hüsrandan kurtulacağımız gibi, zevk ve lezzet verici sair şeyler de kendi kendine hâsıl olur.
Burada, fikrî ve tasavvurî bir tablo ile kendi içimize girme ve onda derinleşme adına bir hususu daha arz etme lüzumunu duyuyorum. Şöyle ki, çok verimli bir bağ ve tarlanız olduğunu düşünün. Tarlanızda pamuklarınız mükemmel şekilde büyümekte ve bağınızda da üzümleriniz yüzünüzü güldürecek keyfiyette bereket içinde gelişmektedir. Bu arada sizin yarınlara ait de bir kısım düşleriniz vardır. Meselâ siz bu ürünlerden elde edeceğiniz kazançlarınız ile sürekli girişeceğiniz yatırımları düşlüyorsunuzdur.
Bu yüzden durmadan bağınız ve tarlanız arasında, şevk insanlarına has bir tavır ve endamla, belki bazen gururla mekik dokuyup durursunuz. Öyle ki hep o kuru üzüm çubuğunun ucundaki şerbeti onun içine sanki siz doldurmuş, güneşten gelen radyasyonlarla onun çıkardığı hava arasındaki münasebeti siz kurmuş ve bu şeker sentezini sanki siz yapmışsınız gibi bir ruh hâleti içinde olursunuz. Hâlbuki sizin ürüne yaptığınız muamelelerle bunlar gerçekleşmez. Bunları lütuf ve ihsan eden Allah'tır (celle celâluhu). Sizin yaptığınız, sadece O'nun size ihsan ettiği bağ ve tarlaya yanlış veya doğru müdahaleden başka bir şey değildir.
Siz bu duygu ve düşünceler içinde iken birden havada yağmur bulutları belirse, şimşekler çaksa, yıldırımlar gürlese, gelmesi muhtemel felâket karşısında içinizde müthiş bir ürperti hâsıl olur. Havada çakan her şimşek içinizde bin bir fırtına koparır. Bütün bütün rahatınız kaçar. Geceleri uyuyamaz hâle gelirsiniz. Nihayet bir havaya, bir de bağ ve tarlanıza bakar durursunuz; durursunuz da, yağacak şiddetli bir dolunun hayallerinizi nasıl altüst edeceğini düşünmeye başlarsınız. Zira dolu neticesi pamuğunuzun ve üzümünüzün en azından kalitesi düşecektir. Belki de toptan helâk olacaktır. Bu arada ticarî piyasa da dalgalanabilir. Karaborsacılık başını alır gider. Bunu rüşvet, yolsuzluk vb. şeyler takip edebilir ve gayrimeşru ilişkiler artar. Derken ticarî alandaki bu istikrarsızlık, uzunluğu veya kısalığına göre siyasî, idarî, ahlâkî hemen her alana sirayet eder ve etkileri de uzun yıllar sürebilir. Hatta öyle ki, toplum yıkılmanın eşiğine bile gelebilir.
Şimdi refah, rahat ve rehavetin azdırdığı hisler üzerine yaptığımız bu tahlil denemesinin açılımını bir de Kur'ân'da takip edelim. İlgili âyet, Yunus sûresinde yer almaktadır. Âyet, bu olayla alâkalı tabloyu şöyle resmeder:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَۤاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللّٰهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا مِنْ هٰذِه۪ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
"Sizi karada olsun, denizde olsun gezdirip dolaştıran O'dur. Gemide olduğunuz zamanı düşünün: Gemiler, tatlı bir rüzgârla içindeki yolcuları alıp götürdüğü ve yolcular da bundan ötürü keyiflendikleri bir sırada birden gemiye şiddetli bir fırtına gelir, dalgalar her taraftan onları sarar ve artık kendilerinin tamamen kuşatılıp bir daha kurtulamayacaklarını zannedince, bütün niyaz ve ibadetlerini yalnız Allah'a tahsis edip gönülden O'na yalvarırlar: 'Ahdimiz olsun ki, eğer bizi bu felâketten kurtarırsan, mutlaka şükreden kullarından olacağız!' derler." (Yûnus sûresi, 10/22)
İsterseniz bu toplu mealden sonra, âyetin mevzumuzu ilgilendiren yanlarını ön plana çıkartarak, bir de –eskilerin ifadesiyle– "lazım-ı mânâ" veya açıklamalı meali üzerinde duralım:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ Yani sizin karada, denizde, havada, otobüs, gemi, uçak vb. vasıtalarla yolculuk yapmanıza imkân sağlayan sadece ve sadece O'dur.
حَتّٰى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ... Düşünün ki, siz gemi ile yolculuk yapıyorsunuz. Deniz mutedil, tatlı bir rüzgâr var ve siz de ferih-fahur bir hâldesiniz. Daha doğrusu öyle bir hâlet-i ruhiye içindesiniz ki, sanki suyun kaldırma kuvvetini ve yüzme/yüzdürme kanununu siz vaz'etmişsiniz.. hatta etrafta seyrettiğiniz ve seyredip kendinizden geçtiğiniz o fevkalâde güzellikleri de siz yaratmışsınız gibi bir gaflet içindesiniz ve sanki bu türlü zevk ve safa içinde ebedî kalacakmış gibi bir hâliniz var.. hâlbuki dünyada her şey bir imtihan olduğu gibi, bu da bir imtihandır. Nitekim o imtihan da gelip çatacaktır:
جَۤاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ... Ortalığı kasıp kavuran şiddetli bir fırtına ve her taraftan hücum eden korkunç dalgalar, birden gemiyi sarıp sarmalayıverir. İşte o an ikbal idbara döner. Gülmeler, ağlamalarla yer değiştirir. Herkesi bir endişe ve bir telaş alır ve ne yapacaklarını bilmez hâle gelirler.
وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ... Ve onlar, geç de olsa çepeçevre kuşatıldıklarını sanırlar. Bütün sebeplerin sukut ettiği böyle bir anda yapılacak tek şey, Müsebbibü'l-esbâb olan (sebepleri yaratan) Allah'a sığınmaktır. Bu, insan tabiatının da gereğidir. Zaten onlar da öyle yaparlar; yaparlar ama teveccühlerinde bir noksanlık vardır.
لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا "Bizi bu musibetten kurtarırsan " diyerek böyle bir atmosferde dahi, Allah'a karşı şart koşma saygısızlığında bulunurlar. Ne var ki, musibetten sıyrılınca o şartı da görmez olurlar. Nedir o şartlar?
لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ "Mutlaka Sana şükredenlerden olacağız."
Heyhât! Onlar bu duygu ve düşüncelerinde asla samimî değillerdir. Gerçekten samimî olsalardı, musibet başlarına gelmezden önceki hâlleri öyle olmazdı. Dolayısıyla yaptıkları bu dua da içlerinin sesi değildir.
Şimdi bu âyet, –aradan bunca asır geçmiş olmasına rağmen günümüz insanlarını da muhatap alarak– rahat ve rehavetin şımarttığı insanların ruh hâllerini tahlil etmekte ve sıkışık anlarda onların söyledikleri sözlerin samimiyetsiz mırıltılar olduğunu açığa vurmakta, satır aralarında da gayet net olarak anlaşılan bir üslûp ile onları ikaz ve irşad buyurmaktadır.
Aynı çizgide bir başka âyet de bizlere, dünya hayatının gerçek veçhesini göstererek gaflet, cehalet, hırs, tamah vb. hasletlerle kazanılan ya da kaybedilen dünyevî şeylerin çok önemli olmadığını, aksine, esas olan ebedî hayata teveccühün önemli olduğunu vurgular. İşte böyle bir resmin kuşbakışı özeti:
"Bu fâni dünya hayatı bilir misiniz neye benzer? Tıpkı şuna benzer: Biz gökten bir yağmur indiririz, derken o yağmur vasıtasıyla, insanların ve hayvanların yiyerek beslendikleri bitkileri bol bol yetiştiririz ki, her taraf yemyeşil bir hâl alır. Yeryüzü renk renk, çeşit çeşit meyve ve mahsullerle süslenir; bahçe sahipleri de tam, bütün o ürünleri devşirmeye giriştikleri sırada, geceleyin veya gündüzün aniden verdiğimiz emirle bir afet olur, her şeyi biçer götürür. Sanki daha dün, o şen manzara, orada hiç olmamış gibi bir hâl alır... İşte Biz düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri, delilleri böyle ayrıntılı olarak açıklarız." (Yûnus sûresi, 10/24)
Evet, gençlik, servet, makam, ihtişam vb. şeylerin tam kıvamını bulduğu anda birdenbire yok oluvermesi, tıpkı hasat mevsimi geldiği zaman, şiddetli bir yağmurla ekinlerin hazana uğraması veya maddî, bedenî ve cismanî zevkleri doruk noktada yaşarken, hastalıkların başa gelip çatması gibidir ve bunların hepsi bu çizgide ikazlardır. Aslında bunlar, insanları ahirete hazırlamakta ve nihaî olarak dünyanın, dünyada elde edilen şeylerin gerçek veçhesini göstermektedir ki, kişi dünyevî zevklerle ruhen ölmesin, her zaman bâki, ebedî şeyler arayışı içinde olsun.
İşte bu arayışa karşılık, "Allah, insanları esenlik ve mutluluk ülkesine davet eder ve dilediği kimseleri doğru yola iletir." (Yûnus sûresi, 10/25) âyeti, insana gerçekten rehber olur. Böylece törpülenmiş hisler, rencide olmuş ruhlar, gurur ve kibirleri kırılmış insanlar, bu ümit-bahş âyetle yeniden hakikî hayata dönerler.
[1] Bkz.: Abdurrezzak, Tefsîru's-San'ânî 3/235; et-Taberî, Câmiu'l-beyân 26/142, 145.
- tarihinde hazırlandı.