Kur'ân'da şahsiyet karakterleri
Önceki bölümlerde, Kur'ân'ın karakterler üzerinde yaptığı umumî tahliller üzerinde durmuş, gerek şahsiyet ve gerekse cemiyet, kavim ve millet karakterlerine kuşbakışı bir göz atmıştık. Yukarıda arz edildiği üzere Kur'ân, bir kısım şahsiyet ve kavimlerin tarihî serencamelerini verirken, satır aralarında da onların karakterlerini deşifre edecek hususlara işaret etmektedir. İşte bu ve bundan sonraki bölümlerde mevzu bütünlüğünü bozmadan, Kur'ân'ın resmettiği bazı şahsiyet ve karakterler üzerinde duracağız.
Önce, Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesinde mütevekkil, halim selim, bağrı yanık ve sabırlı insan olarak da yer alan Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) hususî karakterini Kur'ân'ın nasıl ele aldığını görelim.
Kur'ân, Hz. İbrahim'e çok yer ayırmıştır. Zira o, bir dönem itibarıyla nebilerin babasıdır. Evet o, bir yönüyle Hz. İshak'la bütün Benî İsrail peygamberlerinin, bir yönüyle de Hz. İsmail tarafından İnsanlığın İftihar Tablosu Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) babası sayılmaktadır.
Evet, Kur'ân'da uzun bahislere konu olur Hz. İbrahim.. tabiî dünya kadar yerde de satır aralarında. Hz. İbrahim'in çocukluğu, Nemrutların, mütegallip ve mütekebbirlerin şerlerinden korunması için mağarada geçer. Aslında bir ölçüde bütün peygamberler için de aynı şeyler söz konusudur. Hz. Hud, dünyaya geldiği zaman herhâlde emniyet altında değildi.. Hz. Salih, Hz. Lut da tabiî
İlâhî hikmet gereği, nasıl Hz. Musa'nın doğumu gizlenmiş; onun gibi Hz. İbrahim de bir mağarada gizliden gizliye neş'et etmişti. Ve bir mağara terbiyesinde yetişen Hz. İbrahim'deki hilim, sabır ve teenni, dillere destan ve arkadan gelenlere de örnek olacak mahiyetteydi. Bu mağara hayatındaki derûnîlik, alır onu melekûtî temâşâya yükseltir ve bir peygamber fetaneti çerçevesinde, başkaları için fitne olmuş semaları doğru okumaya yöneltir. Yıldızlara, aya, güneşe bakar. Evet, kâinatın bir yaratıcısı olması lazım geldiği mülahazasıyla, çevresini irşad etme arayışına girer.
Gözüne evvelâ semanın yıldızları ilişir. Ancak, onların ufûl edip gittiğini görünce (ifadenin hedefi, muhatapları) şöyle der: "Ben, batıp gidenleri sevmem."[1] Yani, böylelerine gönül veremem. Benim gibi batan ve ufûl eden şeyler, benim dertlerime derman olmaz. Ben, sonsuz dertler, nihayetsiz arzu ve iştiyaklar içindeyim. Benim, bütün bunlara çare olabilecek, ebediyete olan susuzluğumu giderebilecek ve gücümü aşan, batmayan, solmayan, hiçbir zaman yok olmayan bir güce ihtiyacım var. Bu yüzden yıldızlar benim Rabbim olamaz.
Hz. İbrahim, o günün umumî efkârına hâkim olan bir küfrü yıkmak için böyle konuşmaktadır.
Sonra aya yönelir Hz. İbrahim. Derken onun da batıp gittiğini görünce: "Rabbim hidayet etmezse ben de diğerleri gibi sapıtırım, dalâlet içinde yüzenlerden olurum. "[2] der.
Ve arkasından, o her gün ayrı bir büyü ile doğan güneşi görür. Ona takıldığı üslûbuyla konuşur. Nihayet yıldızperestlerin bu en parlak saneminin de batıp gittiğini, dolayısıyla da ilâh olamayacağını: "Doğrusu ben, hanîf olarak yüzümü, yeri ve gökleri Yaratan (Allah)'a çevirdim. Ben, asla müşriklerden değilim. "[3] sözleriyle ilan eder.
Evet, artık o, mülâhazayı gökleri ve yeri yaratıp ayı, güneşi nizama koyan ve yıldızları âhenk içinde hareket ettiren Mevlâ-i Müteâl'e getirmiş olma esprisiyle yıkılacakları yıkmış, aya, güneşe ve yıldızlara tapanların seslerini kesmiştir. Hz. İbrahim'in kavmiyle arasında geçenleri anlatan başka âyetlere müracaat ettiğimizde de, onu hep putlara, putperestliğe, küfre ve tağutlara başkaldıran karakteriyle görürüz; görür ve onun yıldızlar, ay ve güneş karşısındaki tavrı ve söyledikleriyle, gök cisimlerine tapan putperest kavmine bir ders vermek istediği neticesine varırız.
Bir başka gün kavmi onu kıra gitmeye davet eder. O ise, hastalık bahanesiyle gitmez. "Yıldızlara bir göz attı: 'Ben hastayım!' dedi."[4] âyetleri, onun yıldızlara bakıp "Hastayım " dediğini; devam eden âyetler de (90-93), kavmi ayrılıp gidince, oradaki büyük put hariç, bütün putları kırıp sonra da kavmine bir ders vermek maksadıyla kenara çekilip beklemeye durduğunu ifade ederler. Kavmi kırdan dönünce, putlara yapılanları görüp dehşete kapılırlar. Öfke ile birbirlerine, "Kim yaptı, hangi zalim putları bu hâle soktu?" diye söylenirken, içlerinden bazıları tarafından Hz. İbrahim suçlu görülerek insanların bulunduğu meydana getirilir. "Bunları sen mi yaptın ey İbrahim?" derler. O ise, bir nebiye yakışır vakar ve ciddiyet içinde: "Belki o yapmıştır.. işte büyük put da şurada, sorun ona, gücü yetiyorsa söylesin! "[5] deyiverir.
Bu kısacık cümle öyle hikmet ve hüccetlerle bezenmiş bir "sehl-i mümteni "dir ki, insan aklı bütün mantık oyunlarını kullanarak, putların mâbud olamayacaklarını ifade için ne söylerse söylesin, yine de bu kısa cümlecikte şu iki beyan kadar veciz olmayacaktır.
Evet, daha başta "İhtimal o yaptı; işte büyük put da şurada! [6] mânâsına بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هٰذَا der ki, bu sözün haddizatında yalana da ihtimali vardır. Ancak nebi ağzından yalanın zuhuru söz konusu değildir. Evet, bir nebiye yalan isnat etmenin vebali ağırdır. Bu yüzden de bu sözü târiz-i kelâm olarak görmek daha uygundur.
Aslında, Hz. İbrahim'e ait üç târiz-i kelâm olduğu öteden beri bilinmektedir. Peygamberlerin ismetini nazara almayan bir kısım müsteşrik mantıklı kimseler, bu târizler hakkında ileri geri söz sarfetmişlerdir ama muhakkikînce, hep arz edeceğim mahmil ve daha başka yorumlar üzerinde durulmuştur.
Şimdi, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) karakter ve ismetini anlatırken, ona isnat edilen bu üç yalandan, daha doğrusu üç târizden bahsetmek uygun olacaktır. Bir peygamberin yalan söylemesi, onun ismetine ve güvenilirliğine zıttır. Evet, "Yalan, bir lafz-ı kâfirdir. " ve imanla meşbû sinelerde de kat'iyen barınamaz.
Bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz: "İbrahim, (bütün hayatı boyunca) üç kezibde bulundu."[7] buyururlar. Buradaki "kezib " yalan anlamına gelebileceği gibi, "târiz " mânâsına hamledilmesi de mümkündür. Gerçi bu mânâyı, lügat açısından söylememiz tekellüflü görülebilir. Ama neticede anlatılmak istenen, mânâ bakımından yerindedir. Zaten mevzuu izah esnasında bu husus açıkça da görülecektir.
İfadeye çok dikkat etmek gerekir. Evet, Hz. İbrahim için "Yalan söyledi" denemeyeceği gibi, "kezib " tabiri de lügat mânâsı kastedilerek söylenemez. Bunlar ilk bakışta hilâf-ı vâki gibi göründüğü hâlde, biraz dikkat edilince vâkıa mutabık sözler olduğu anlaşılacaktır ki, biz bu gibi sözlere "târiz " diyoruz.
Şimdi bu hususu biraz daha açalım: Yalanın cereyan zeminlerinden biri de hiç şüphesiz mizahtır. Efendimiz de mizah yapmıştır ama O'nun kullandığı malzeme hep doğru beyan türünden olmuştur. Meselâ, Hz. Enes'e "Ey iki kulaklı!"[8] demiştir ki, zaten Enes'in (radıyallâhu anh) iki kulağı vardı.
Bir başka defa yanına gelen bir kadına "Ey kocasının gözünde ak bulunan!" deyince, kadın; "Yâ Resûlallah, benim kocamın gözünde ak yok! " karşılığını vermiş, Allah Resûlü de "Her insanın gözünde ak olur."[9] diyerek, latif bir latifede bulunduğunu ortaya koymuştu.
Yine yaşlı bir kadının: "Yâ Resûlallah! Dua et Cennet'e gireyim. " isteğine karşılık, Allah Resûlü, latîfe üslûbuyla "Yaşlılar Cennet'e giremez!" buyurur. Kadıncağız, bu sözdeki espriyi anlayamaz ve üzülür.. tam ayrılacağı sırada Efendimiz, sözündeki nükteyi izah ederek, bu defa da onu sevindirir: "Yaşlılar, Cennet'e yaşlı olarak girmeyecek, genç olarak girecekler."[10]
Evet, peygamberler, espri yaparken dahi kullandığı malzemeye çok dikkat ederler. Zira onlar bulundukları makamın, şaka dahi olsa yalana tahammülü olmadığının farkındadırlar. Evet, onlar, insanların önünde ve bütün hareketleriyle örnek olma mevkiindedirler. Onların söylediği şaka dahi olsa, onun içinde "hilâf-ı vâki " bir söz, diğer insanlara yalanın ciddîsini söylemeye cesaret verir ki, bir peygamber için, böyle kötü örnek olmak asla söz konusu değildir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), doğuştan hanîf ve put düşmanıdır. Henüz peygamber olarak vazifelendirilmediği devrede bile o, hep putlarla ve putçulukla mücadele etmişti.. ve işte bir gün, bu duygu ve bu düşünce ile idi ki kendi kendine bütün putları kırıp geçirmeye karar vermişti. Ardından da düşündüklerini yapmaya koyulmuştu.
O günün inanç ve âdetlerinden biri de, hâdiseleri değerlendirmek için yıldızlara bakıp onların değişik münasebetlerinden değişik hükümler çıkarmaktı. Zira o günün telakkisine göre ilâhlar, gökte ve yıldızlar arasındaydı. Kâinatta hâkim güçler de, onların düşüncesine göre yine yıldızlardı.
İşte bir keresinde Hz. İbrahim (aleyhisselâm) da, devrin telakkisine göre yıldızlara baktı.. tabiî bu bakış sadece, oradakileri iknaya mâtuftu ve esas düşüncesini tahakkuk ettirebilmek içindi. Yoksa Hz. İbrahim, asla kavim ve kabilesi gibi düşünüyor değildi. Yıldızlara baktıktan sonra "Ben hastayım!"[11] mânâsına إِنِّي سَقِيمٌ dedi. Bu, onun birinci târizidir. Nasıl ve niçinini ileride izah edeceğiz.
Onun ikinci târizi de, putları kırma ile alâkalı cereyan etmişti ki, bir baltayla putları kırdı ve sonra baltayı en büyük putun boynuna astı. Kendisine "İlâhlarımıza bu işi kim yaptı?" diye sorulunca da, büyük putu gösterip, "Belki o yapmıştır! Büyükleri o, ona sorun!" dedi.[12]
Üçüncü târize gelince, o bizzat Kur'ân'da zikredilmez. Bir münasebetle hanımına: "Sana kim olduğun sorulunca, benim kızkardeşim olduğunu söyle."[13] buyurmuştu.
Evet, işte Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) söylediği üç târiz bunlardan ibarettir. Şimdi bu hâdiseleri biraz daha açarak o zatın ismetini bir de hâdiselerin gerçek çehresinde görelim:
Birinci hâdise Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"İbrahim de şüphesiz onun (Nuh'un) yolunda olanlardandı. Nitekim Rabbi'ne selim bir kalb ile geldi. Babasına ve milletine şöyle dedi: 'Allah'ı bırakıp, uydurma tanrılar mı ediniyorsunuz? Âlemlerin Rabbi hakkındaki zannınız bu mu?' Yıldızlara bir göz attı ve 'Ben rahatsızım!' dedi. Onu bırakıp gittiler."[14]
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), bu "Ben hastayım! " cümlesiyle esas rahatsız olduğu husus ne ise onu kastediyordu. O, doğduğu andan itibaren hep putlardan rahatsızdı. Onları ortadan kaldırmadıkça da onun bu rahatsızlığı geçecek gibi değildi. Fakat diğerleri onu bedenen hasta zannederek çekip gittiler. Yoksa ısrarla onu da dinî törenlerine götürmek istiyorlardı. Zaten onlar gider gitmez de hemen putların hakkından gelmekle hakikî rahatsızlığının neden ibaret olduğunu ortaya koymuştu.
Evet, Hz. İbrahim, kavmi ayrılınca, onların putlarını kırmak suretiyle, putlara duyduğu rahatsızlığını ifade etmiş oluyordu. Ne var ki târiz yapıp onların başka türlü anlayacakları bir malzeme kullanarak onları başından savmasını bilmişti. Ancak onun sözlerinde kullandığı bu malzeme asla yalan değildi. Sadece İbrahim'in gayesinden habersiz olanlardı ki, onu yanlış anlamışlardı. Zaten anlayışları bu derece kıt olmasaydı, hakka kulak verir, onu da anlarlardı. Evet, onlar bir ömür boyu direttiler; direttiler de bir gün olsun hak ve hakikati dinlemeye yanaşmadılar. Bu mantalite ile onu nasıl anlayacaklardı ki..?
Hz. İbrahim'in ifadesi bir târizdi ve kat'iyen yalan değildi. Ne var ki yaptığı bu târiz, onu, vicdanen mahşerde bile rahatsız edecek ve orada kendisine gelip şefaat için müracaat edenlere, bu târizi kendi ufkundan "yalan " olarak niteleyip şefaate ehil olmadığını söyleyecektir.[15]
Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm), hayatında bir kere söylediği "Ben rahatsızım! " şeklindeki târizi günümüzün hizmet erlerinin, (başkalarını söylemeye gerek yok) günde birkaç defa, kendilerini mecbur bilerek veya bilmeyerek yaptıkları nazara alınacak olursa, Hz. İbrahim'in târizinde ne derece masum olduğu daha iyi anlaşılır. Hâlbuki bugün, yalanla doğru arasında gidip gelmeler çok kolaylaştığından, târize dahi (yalana değil) cevaz verirken çok iyi düşünmek gerekir. Çünkü devrimizde yalanla doğru aynı dükkânda satılır olmuş ve âdeta iç içe girmiş gibidir.
İstidradî olarak arz edeyim; durum böyle olunca, Efendimiz'in yalana cevaz verdiği üç yer mevzuunda dahi, dikkatli olmamız gerekmektedir.[16] Zira Asr-ı Saadet'te yalanla doğru arasında büyük uçurumlar vardı. Sahabe efendilerimiz doğruyu, Müseyleme ve adamları da yalanı temsil ediyorlardı.. evet, doğru ile yalan arasındaki mesafe bu kadar genişti. Şimdi ise durum oldukça farklı.
Onun için bugün hakkı temsil eden insanlar, ister içtimaî hayatlarında ister ferdî yaşantılarında kat'iyen yalana yer vermemelidirler. Her şeyden evvel böyle bir davranış, emniyet insanı olmanın ilk şartıdır. Evet, yalan bizden, biz de ondan olabildiğince uzak bulunmalıyız. Eğer biz, yalan konusunda bu kadar hassasiyet gösterme mevkiinde isek, doğruyu kendilerinden öğrendiğimiz nebilerin o mevzuda ne denli hassasiyet göstereceklerini düşünmek icap eder.! Hele o nebi, doğrular doğrusu Hz. Muhammed'in (aleyhisselâm) ceddi Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ise...
İkincisi: "Belki o yaptı!
Bu hâdise Kur'ân-ı Kerim'de şöyle anlatılır:
"Andolsun ki, daha önce İbrahim'e akla, vicdana uygun olanı (düşte) göstermiştik. Biz onu biliyorduk. İbrahim, babasına ve milletine: 'Bu tapınıp durduğunuz heykeller nedir?' dedi. Onlar da, 'Babalarımızı onlara tapar bulduk.' diye cevap verdiler. İbrahim, 'Andolsun, siz de babalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz!' deyince, 'Sen bize bir gerçek mi getirdin (ciddî misin) yoksa şaka mı ediyorsun?' dediler.
O da şöyle dedi: 'Hayır, Rabbiniz, yerin ve göğün de Rabbidir. Onları O yaratmıştır. Ben de buna şahitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınızın hakkından geleceğim.' Sonra hepsini paramparça edip, içlerinden büyüğünü ona başvursunlar diye sağlam bıraktı.
Milleti: 'Tanrılarımıza bunu kim yaptı? Doğrusu (bunu yapan) zalimlerden biridir.' deyiverdiler. Bazıları: 'İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.' deyince, 'O hâlde bunların şahitlik edebilmeleri için onu halkın gözü önüne getirin.' dediler. İbrahim gelince ona: 'Ey İbrahim! Bunları tanrılarımıza sen mi yaptın?' deyince İbrahim: 'Belki o yapmıştır, işte büyükleri, konuşabiliyorsa sorun (bakalım) onlara...' demişti. "[17]
O, müşriklerin putlarını teker teker kırdıktan sonra, baltayı en büyük olanın boynuna asmak ve müşriklerin dikkatlerini onun üzerine çekmekle, şüphesiz onlarla olan mücadelesinde ve bilhassa daha sonra söyleyeceği şeyler adına ciddî bir fetanet örneği sergilemişti.
Müşrikler geri döndüklerinde, putların perişan hâlini görür, merak ve biraz da öfkeyle; "Ey İbrahim! Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın? " diye sorarlar. Hz. İbrahim de; "Belki o yaptı! " der ve sözün burasında biraz duraksar. Zaten Kur'ân-ı Kerim'de de بَلْ فَعَلَهُ "Belki o yaptı! "[18] sözünün üzerinde vakıf vardır. Yani, okurken sözün burasında durulacak demektir.
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) onlarla konuşurken "o " zamiriyle, esasen kendisini kastediyor, belki de o anda kendisine işarette bulunuyordu. Fakat öyle bir söz ustalığı ve sanatı sergiliyordu ki, onların dikkatlerini doğrudan büyük puta çekiyordu. İki ayrı cümle söylemiş, fakat telaffuzda onları tek cümle hâlinde ifade etmişti. Böylece muhataplar, kelâm içindeki gizli inceliği kavrayamamışlardı.
Evet, "Belki o yaptı " cümlesi iki şekilde anlaşılabilecek hususiyetteydi. Evvelâ müşrikler, baltayı büyük putun boynunda görmüş ve Hz. İbrahim'e kimin yaptığını sormuşlardı. Hz. İbrahim de, "Belki o yaptı, işte büyükleri! " deyince, ifade etmeye çalıştığımız "târiz-i kelâm " sanatı ile cevap vermiş oluyordu. Birinci, yani "Belki o yaptı! " cümlesiyle kendisine işaret ediyordu. "İşte büyükleri! " cümlesiyle de büyük putu gösteriyordu. Yani yaptığı, bir târiz-i kelâmdan ibaretti.
Ayrıca burada, küfür ve putçulukla bir istihza da vardı. Evet, "Büyükleri şu! " derken Hz. İbrahim (aleyhisselâm), onların bu basit anlayışlarıyla istihza etmişti. Ancak, onlar kafalarını putçuluğa öyle takmışlardı ki, bu istihzayı anlayacak durumda değillerdi. O, onların putlarına "Büyük " dedi ya, artık ne kastettiği umurlarında mıydı? Veya anladıysalar bile, bu târiz-i kelâm sanatı ve mücadelede düştükleri mağlubiyetten ötürü diyecek ya da savunacak bir şeyleri kalmamıştı.
İşte bu mahcubiyetle, Hz. İbrahim'e karşı mücadelelerini başka sahaya çekmek mecburiyeti duydular. Davalarını sözle savunamayınca, Hz. İbrahim'in vücudunu ortadan kaldırmaya karar verdiler. Aşağı yukarı bütün peygamberlerin hayat mücadeleleri hep bu nevi münakaşalarla geçmiştir. Müşrikler usta ve mahir olduklarını iddia ettikleri söz düellosu ve diyalektiklerinde dahi mağlup olduklarında, daima hakkın temsilcilerine ve mübelliğlerine karşı hep aynı taktiği kullanagelmişlerdir İşte dünküler, işte bugünküler!
Hâsılı, aradan geçen bunca zamana rağmen değişen bir şey olmamış demekti. Evet, putperestlik, sadece belli nüanslar arz ederek taassup yüklü beyinler tarafından günümüze kadar sürdürülegelmiştir. Veyl olsun putperestliğe! Veyl dumûra uğramış beyinlere ve inanca, sevgiye kapalı sinelere!..
Üçüncüsü: Hz. İbrahim'le alâkalı diğer bir mesele de, onun hanımı için "kardeşim" tabirini kullanmasıdır. Böyle bir tabir öteden beri bazı densizlerin yanlış yorumuna sebep olagelmiştir. Evet, bunlar, imanlarının tehlikeye düşebileceğini dahi akıllarına getirmeden bir peygamber için "Yalan söylemiştir." diyebilecek kadar densizlik sergileyebilmişlerdir. Evet, bir kısım inançsızlar, tarih boyunca Kur'ân'da zikredilen bu nevi sözlere, inceliklerini kavrayamadıkları için hücum edegelmişlerdir; inançsızların bu densizliklerini anlamak kolay, ancak inançlı olduklarını iddia edenlerin bu nevi sözleri mesnet göstererek yalan isnadına yeltenmelerini anlamak mümkün değildir.
Oysa Hz. İbrahim'in bu sözünde –hâşâ– yalanın zerresi dahi yoktur. Hatta buna târiz bile denmez. Olduğu gibi doğru.. hem de apaçık bir doğru Eğer o ülkenin kralı veya adamları Sârâ Validemiz'le Hz. İbrahim arasındaki münasebeti Sârâ Validemiz'e sorarlarsa o, "Ben onun kardeşiyim. " diyecekti; Hz. İbrahim'e (aleyhisselâm) sorarlarsa, bu defa o, Sârâ için "Kardeşim " tabirini kullanacaktı. Zira, Hz. İbrahim, onun zevcesi olduğunu söylese, Sârâ Validemiz'e kötülük yapmaları muhtemeldi.. muhtemeldi ve bu her ikisini de zor durumda bırakacaktı.. hatta Hz. İbrahim, Hz. Sârâ'yı terk etmeye mecbur edilecekti. Ancak, her iki takdim şeklinde de söylenecek olan, doğruya mutabıktı. Zira Cenâb-ı Hak, mü'minleri bütünüyle kardeş saymaktadır.[19]
İnanan insanların ilk birleşme noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan-babadan dahi gelseler yine de kardeş sayılmazlar. Oysaki zaman ve mekân ayrılıkları bile iman kardeşliğine mâni değildir. İnananlar, bütünüyle birbirlerinin kardeşleridirler ve bu mevzuda kadın-erkek ayrımı da yoktur. Diğer bütün yakınlıklar ise bu kardeşlikten sonra gelir. İnsan karısını boşarsa, karı-kocalık bağı ve yakınlığı ortadan kalkar, ama iman kardeşliği yine devam eder.
İşte Hz. İbrahim (aleyhisselâm), esas olan bu yakınlığa dikkat çekmiş ve Sârâ Validemiz'e "Kardeşim " demiştir. Bu söz, doğrunun ta kendisidir ve târiz dahi değildir. Ancak, gözüne perde inmiş olanlar ve kulakları bu türlü inceliklere kapalı bulunanlar, bunu hiçbir zaman anlamayacaklardır.
Şimdi konunun bize vermek istediği mesaja gelelim:
1. Hz. İbrahim (aleyhisselâm), asla yalan söylememiştir.
2. Nebilerin yolunu tutup giden hizmet erleri de hep yalana kapalı kalmalıdırlar. Aslında, hakikî mü'min, gözüne isabet eden bir haram veya dudaklarından dökülen bir yalan karşısında bütün bir ömür boyu ızdırap çeker ve gözyaşı döker. Bu itibarla da, ne seviyede olursa olsun iman yolundaki bütün rehberlere, hayatlarını ruhanîler gibi geçirmek düşer.
2. Kur'ân'ın İfade Bütünlüğü İçinde Hz. İbrahim
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) oğlunu, kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif'in bulunduğu yere getirdiği an ne kadar mütevekkildir! Evet, bu sabır ve itminan insanı, Mekke'ye oldukça yakın bir yer olan ve asırlar sonra Nebiler Serveri'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ensarla el sıkışıp biat alacağı "Akabe " mevkiinde oğlunu kurban etmek için yatırırken, sorumluluğunu yerine getirme konusunda ciddî ve kararlıydı. Tabiî oğlu da tam bir peygamber oğluna yakışan teslimiyet içinde: "Ey babacığım, sana emrolunanı yerine getir! "[20] demekteydi. Zaten, Kur'ân'da Hz. İbrahim'in karakterini takip ettiğimiz hemen her yerde bu engin teslimiyet ve tevekkülünü görürüz. Öyle ki, onda ne sabırsız bir tavır ne de hesabı ve muhasebesi yapılmamış bir davranış söz konusudur.
İşte böylesi bir iman ve teslimiyetle dopdolu bu âbide insan ve büyük Nebi'nin, aynı karakteri, ama farklı bir hâdise ile yine Kur'ân'da karşımıza çıkar: Allah (celle celâluhu) ondan, henüz çocuğunu yeni dünyaya getirmiş hanımını götürüp ıssız çöllerde bir vadiye bırakmasını ister.
Böyle tahammülfersâ bir teklife rağmen o, sonsuz bir tevekkül, teslimiyet ve itminan içinde: "Ey bizim Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mâbedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim. Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım. "[21] dediğine şahit oluruz. Ve sonra da zürriyetinin namaz kılmasını, Allah yolunda bulunmasını, kalbleriyle Kâbe'ye teveccüh etmelerini, insanların orayı iskân etmelerini Mevlâ'dan diler ve arkasına bakmadan çekip gider. Hanımı arkasından bağırır, "Yâ İbrahim! " Hz. İbrahim, bu ürperten çığlığa dönüp bakmaz. Hanımı tekrarlar, yine iltifat etmez.. etmez; Mevlâ'ya karşı olan teslim ve tevekkülüne halel geleceğinden korkar...
Görüldüğü gibi, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmek üzere yere yatırdığı andaki hâlini aynen burada da müşâhede etmek mümkündür. Evet, hanımı üçüncü kez bağırır: "Ey İbrahim! Bunu sana Rabbin emrettiyse çek git. Ben buna katlanırım. " Hz. İbrahim de: "Evet, Rabbim emretti. " cevabını verir [22] Evet, burada da Hz. İbrahim'in aynı karakter, aynı teslimiyet ve tevekkülünü görmek mümkündür.
Bir başka âyette bu sabır ve hilim insanını, babasına nasihat ederken müşâhede ederiz ki, oldukça önemlidir: "Babacığım, neden o duymayan, işitmeyen ve sana hiçbir fayda getirmeyen şeylere ibadet ediyorsun? "[23]
O, içi yanan bir evlâdın istek ve temennisiyle, babasının hidayete erme beklentisi içinde şefkat edalı bir üslûpla inler. İnsan azıcık tasavvurunu zorlasa, nasıl buruk bir dudak, mütekallis bir çehre, ızdıraptan buruşmuş bir sima ve fakat bunun altında rıza ile tüllenen bir yüzle karşı karşıya olduğunu hemen fark eder.
Evet, dikkatli bakan birinin nazarında Cenâb-ı Hakk'a inanmanın vakar ve ciddiyetini üzerinde taşıyan, teslimiyet ve tevekkül kahramanı bir insan siması canlanıverir..
Hz. İbrahim'in babası için yaptığı samimî duası, bazı densizlerce ta'n ü teşnie sebep olmakta ve onun adına bir zelle sayılmaktadır. Onun için bu mesele üzerinde biraz daha durmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Acaba, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) dalâlette olan babası için, neden Cenâb-ı Hak'tan mağfiret talebinde bulunmuştu? Onun gibi bir peygamber, getirdiği mesajları kabul edenlerle iktifa etmesi gerekmez miydi? Niçin inanmayan bir babanın arkasına bu kadar düştü ve ardından da onun affedilmesi için Cenâb-ı Hakk'a onca dua ve niyazda bulundu? Estağfirullah, bu bir hata mıydı? Hata ise, –tekrar hâşâ– bu şanı yüce bir nebiyle nasıl telif edilebilirdi? Bu böyle olunca, onların başka hususlarda da hata edeceklerine ihtimal verenler çıkmaz mı? Öyle ise nasıl gönül itminanıyla onların arkalarından gideceğiz? İşte dünkü mülhitlerin, bugünkü modern münkir ve şüphecilerin dile doladıkları istifhamın esası!
Hz. İbrahim (aleyhisselâm) duasında: "Babamı da bağışla. Şüphesiz o, sapıklardandır. "[24] demişti. Hz. İbrahim'i bu duaya sevk eden âmili de Kur'ân-ı Kerim şöyle anlatmaktadır: "İbrahim'in babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca da ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim, çok içli (halim selim) ve yumuşak huylu idi. "[25]
Hz. İbrahim (aleyhisselâm), babasına ne sözü vermişti? Kur'ân buna da temas eder: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, size güzel bir örnek vardır: Hani onlar hemşehrilerine şöyle demişlerdi: Artık bizim ne sizinle ne de Allah'tan başka ibadet ettiğiniz şeriklerinizle hiçbir ilişiğimiz kalmamıştır. Siz Allah'ın tek ilâh olduğuna inanmadıkça, biz sizi reddediyor, bizimle sizin aranızda ebedî olarak düşmanlık ve nefret meydana geldiğini ilan ediyoruz. Ne var ki, İbrahim'in babasına: 'Senin için Rabbimden af dileyeceğim. Bununla beraber, Allah'ın senin hakkında dilediği hiçbir şeyi önlemem de mümkün değildir.' demesi başka. "[26]
Bu âyette, imanla küfür arasındaki düşmanlığın ebedî oluşuna, küfrün ruhunda imana karşı nefretin bulunduğuna ve bunun küfrün tabiatı olduğuna işaret edilir. Bu itibarla da kâfirin, Müslüman'ı bir türlü sevemeyeceğini işaretlemektedir.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. İbrahim'in babasının dalâlette olduğunu gösteriyor. Evvelâ, babasının böyle olması, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) için bir nakise ve kusur değildir. Efendimiz'in cedleri içinde de tam tevhide ulaşamayanların olduğu söylenebilir. Abdulmuttalip, Haşim ve daha başkaları nasıl bir tevhid anlayışına sahiplerdi bilemeyeceğim. Ne var ki, fetret devri insanları gibi muamele göreceklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bununla beraber onlarda olması muhtemel kusurların, Efendimiz'in risalet vazifesiyle gönderilmesine mâni olması da kat'iyen söz konusu olamaz.
Evet, evvelâ bilinmelidir ki, eğer Âzer, Hz. İbrahim'in babası ise ve Hz. İbrahim de onun için "Dalâlette idi. "[27] diyorsa, bunun Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) peygamberliğine hiçbir zararı yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, Âzerlerden İbrahim (aleyhisselâm), bazen de Hz. Nuh (aleyhisselâm) gibi nezih ruhlardan Kenanlar yaratır. Evet, bazen, şeytan gibi insanlar, melekler için kuluçkaya yatarlar, bazen de melek gibiler şeytanlara kuluçkalık ederler. Allah (celle celâluhu) ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarır. O'nun kudreti her şeye yettiği gibi, kimse O'na hesap da soramaz. Evet O, Âzer gibi bir ölüden, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi, insanlara hayat üfleyen bir diriyi de yaratabilir.. yaratır ve onu iki altın silsilenin mebdei yapabilir. Nitekim Hz. İbrahim'in iki oğlu da peygamberdir.
İkincisi: Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) babasına dua etmesi, tamamen fıtrî ve insanî bir harekettir. Nitekim Efendimiz de, amcası Ebû Talib'i yana yakıla tevhide davet etmiş; ardından da, "Eğer men olunmazsam, senin için hep istiğfar edeceğim. "[28] demiştir. Ebû Talib ki, Efendimiz'i tam kırk yıl bağrına basmış ve her zaman onun yanında olmuştur. Onun bütün sıkıntılarını paylaşmış, hatta Kureyş'in ilan ettiği boykotta bile onu yalnız bırakmamıştır.
Allah Resûlü'nün, kendisine bir hayat boyu bu kadar hizmet eden ve onu hep himayeye çalışan amcasına, ısrarla dini telkin etmesi ve onun Müslüman olmasını istemesi ne derece makul ve fıtrî ise, Hz. İbrahim'in (aleyhisselâm) yaptığı dua da o derece tabiîdir. Çünkü babası, onun maddî vücudunun sebebidir. Belli bir devreye kadar onu büyütüp yetiştirmiş biridir. Ayrıca, düşünceleri ne olursa olsun din, onlara (yani ana-babaya) "üf " demeyi bile yasaklamıştır.[29]
Üçüncüsü: Tebliğ, peygamberlerin varlık gayesidir. Hidayete erdirmek ise onların elinde değildir. Onların vazifesi hak ve hakikati sürekli anlatmak ve bu mevzuda meşru olan her vesileyi kullanmaktır. İşte Hz. İbrahim de (aleyhisselâm) bu mânâda babasını yumuşatıp, onun gönlünü hidayete hazırlama gayretini gözetmiştir. Ona vaadettiği dua da bu cümleden olsa gerek...
Dördüncüsü: Bir peygamber olarak Hz. İbrahim'in bütün insanlarla münasebetlerinde müsavi davranması söz konusu idi. Yani o, tebliğ açısından uzak-yakın herkese vazifesi icabı davasını samimî ve içten anlatma mevkiinde bulunuyordu. Kaldı ki, dua da hidayet vesilelerinden biridir. Bu hususta ümitsizliğe düşmemek gerekmektedir. Gerçi Bakara sûresinin "İnkâra saplananları ise, ister uyar ister uyarma, onlar için birdir, imana gelmezler. "[30] âyeti, sarahaten bazı kâfirlerin hidayete ermeyeceğini ifade etmektedir; etmektedir ama, buna rağmen Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ebû Cehil, Ebû Leheb, İbn Ebî Muayt gibi kâfirlerin yanına sık sık gitmiş ve sürekli onları doğru yola davet etmiştir. Hidayet Allah'ın (celle celâluhu) elindedir ve tabiî insanların kalbleri de... Buradaki "bir olma " yani uyarıp uyarmamanın aynı olması, hidayete kapalı insanlar içindir; yoksa onlar da dahil, bütün insanlara tebliğle vazifeli olanlar için değildir.
İşte Hz. İbrahim de bunu bildiği ve buna inandığı içindir ki, duaya varıncaya kadar, babasına karşı meşru her vesileye başvurmuş ve her yolu denemiştir. Ayrıca bu, onun inancının ve itminanının da bir tezahürüdür. Ne var ki, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), meşîet-i ilâhiyenin bu istikamette olmadığını anlayınca, derhal bu yoldaki dualarından vazgeçmiş; vazgeçmiş ve babasından, babası ile beraber olanlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden uzaklaşmıştır.
Evet o, herkese tebliğ etmekle yükümlü bulunduğu davasında, babasını istisna edecek değildi. Bir de buna, cibillî yakınlık eklenince, onun hem bir evlat hem de bir nebi olma durumunu, babası karşısında nasıl yanıp tutuştuğunu ve ondan gördüğü kabalıklara hiç aldırmadan nasıl "Babacığım, babacığım! " dediğini ve onu doğru yola davet ettiğini şu âyetler ne güzel dile getirir:
"Kitapta, İbrahim'e dair anlattıklarımızı da an: Şüphesiz o dosdoğru bir peygamberdi ve babasına şöyle demişti: Babacığım! O işitmeyen, görmeyen ve sana bir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi; bana uy, seni doğru yola eriştireyim. Babacığım! Şeytana tapınma; çünkü şeytan, Rahmân'a başkaldırmıştır. Babacığım! Doğrusu sana Rahmân katından bir azap gelmesinden korkuyorum ki, böylece şeytanın dostu olarak kalırsın. "[31]
Evet, Hz. İbrahim (aleyhisselâm), başkalarına sunduğu o nurlu mesajlarını babasına da arz ediyordu ve onun için âdeta ölüp ölüp diriliyordu. Zaten hangi evlat, babasının hidayeti için böyle yürekten, kemal-i ciddiyet ve hürmetle, samimî olarak gayret göstermez ki? Hele o insan, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gibi halim, selim ve evvâh bir peygamber ise
Her şeye rağmen Hz. İbrahim, ne babasının gölgesinde kalacak ne de onun dalâletini bildikten sonra onun için istiğfar edecek bir insandı. Dolayısıyla o, bidayetteki bu duasında dahi temizdi, masumdu, günahsızdı ve ismet sahibi yüce bir nebiydi. O, her zaman hak söylemiş ve daima hakkın yanında olmuş kutlulardan bir kutluydu. Bütün bunlara rağmen onun günaha girebileceğini düşünmek başka değil, sadece onu bilmemenin, tanımamanın, daha açık bir ifadeyle kapkara bir cehaletin ifadesidir.
3. Ülü'l-Azm Bir Peygamber: Hz. Musa
Kur'ân, Hz. İbrahim'den (aleyhisselâm) farklı bir büyüğe de dikkatlerimizi çekmektedir. Bir nebiye, öfkeli insan denemez ama misyonu icabı fıtraten oldukça müteheyyiç bir insandır Hz. Musa. Yaptığı her şeyi derin bir heyecan içinde yapar. Aslında her işinde ayrı bir hikmeti olan Allah'ın, onu gönderdiği kavme öyle bir nebi göndermesi mahz-ı hikmettir ve bunu sadece O bilir. Şöyle ki, bir karar ve azim insanı olan Hz. Musa bir şeye azmetti mi, karar verdiği istikamette, ölümü pahasına da olsa yürür o işin üzerine; altından kalkamayacak gibi olsa bile kat'iyen vazgeçmez; Allah'ın emirlerini yerine getirirken yolunun üzerine çıkan her şeyi çiğner geçer.
Bu itibarla, ıslahlarıyla vazifelendirildiği farklı bir cemaati ıslah etmek için Hz. Musa gibi bir ülü'l-azm lazımdı. Evet, kırk sene Tih sahrasında onlara erbaîn, yani olgunlaşmaları için eğitim yaptıracak, rehabilite edecek ve çileden geçirecekti. Bu, günlük, aylık erbaîn türünden değildi; tam kırk senelik bir erbaîndi
Tevrat müellifleri anlatırlar, bizde de bir kısım zayıf rivayetlerde bunları görürüz: Hz. Musa, daha çocukken Firavun'un kucağında öfkeyle onun sakallarını yoluverir. Bu sebeple bazı esâtirciler, Firavun'un bundan şüphelendiğini, bu çocuğun ileride kendisine ve saltanatına zarar getirebileceğini düşünerek, onun öldürülmesini emrettiğini rivayet ederler. Fakat kendisine onun bir çocuk olduğunu, henüz bir şeyi temyiz edemediğini söylerler ve eline bir kor verilip denenmesi teklifinde bulunurlar. Hz. Musa, ateşi diline değdirdiği için de çocuk olduğuna hükmeder ve ilişmezler. Bunlar zayıf rivayetlerdir ama, Hz. Musa'nın karakteriyle tıpatıp uyuşmaktadır. Hz. Musa, Firavun sarayında neş'et eder ve onun büyük misyonu için burada hazırlanması çok önemlidir.
Kur'ân, Hz. Musa'yı, bir yerde başka, diğer bir yerde/yerlerde de başka münasebetlerle zikreder. Yirmi üç senede nazil olmasına ve muhtelif âyetlerde farklı konulara bağlı farklı şekilde ele alınmasına rağmen Kur'ân'da Hz. Musa hep aynı karakter ve aynı tavırlar içinde karşımıza çıkar.
Kur'ân-ı Kerim'de, uzunca bir sûre olan Tâhâ sûre-i celilesinde, Hz. Musa'ya da uzunca bir yer verilir. Orada anlatıldığına göre, halkın gaflet içinde bocaladığı, Mısır'da Kıptîler ile İsrailîlerin durmadan birbirleriyle uğraştıkları bir dönemde Hz. Musa, birisi Kıptî diğeri de İsrailî olan iki kişinin kavgasına şahit olur.. haklı olarak öfkelenir ve Kıpti'ye bir tokat aşkeder; Kıptî de ölüverir. Evet, Hz. Musa gibi hiddetli bir hakperest ve güçlü bir insanın bir vuruşuyla adam cansız yere seriliverir. Fakat Kur'ân, Hz. Musa'yı o engin muhasebe hissiyle şöyle konuşturur: "(Onlara): Ben dedi, yanlışlıkla, sonunda ne olacağını bilmeksizin, şaşkın bir vaziyette o işi yapmıştım. Sizden korktuğum için de kaçmıştım. Ama Rabbim bana hüküm ve hikmet verdi ve beni peygamberler arasına dahil etti. "[32]
Bir başka zaman Hz. Musa, Eyke'ye gider; bir ağacın altında oturur ve Rabbine karşı derin bir saygı edasıyla: "Hemen (Musa) o iki kızın (hayvanlarını) da suladı, sonra gölgeye çekildi ve: Rabbim, dedi, doğrusu bana indireceğin bir hayra muhtacım. "[33] der.
Evet, bu sızlanış, niyaz edalı bir iç çekiştir. O, aç ve susuzdur. Kendisini tehdit eden bir toplumdan kaçıp oraya gelmiştir ve bir melce aramaktadır. İhtimal, dağarcığında yiyecek bir ekmek bile yoktur. Ve işte bu ruh hâleti içinde biraz nazlı, biraz da niyazlı Mevlâsına yalvarır: "Ben şu anda göndereceğin hayırlar açısından gerçekten çok fakirim. " der. Yani "Hususî ihsanına muhtaç ve bu çöllerde aç, susuz, bîilacım. " diye içini döker.
Bütün bunları Hz. Musa, yani müteheyyiç bir gönül ve kavminin hususî karakterinin televvünlerini de taşıyan bir İsrail peygamberi söylemektedir! Ve her şey fevkalâde yerindedir. Şimdi bu Nebi'yi Kur'ân âyetlerinde takip ederek onunla birlikte Tur dağına çıkıverin; orada da yine aynı tavır ve üslûpta şunları ifade edecektir: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte Bizim ile buluşmaya gelip de, Rabbi ona konuşunca: 'Rabbim, bana görün, Sana bakayım!' dedi. (Rabbi) buyurdu ki: 'Sen Beni göremezsin, fakat dağa bak, eğer o yerinde durursa, sen de Beni görürsün!' Rabbi dağa görününce onu darmadağın etti ve Musa da baygın düştü. Ayılınca da: 'Sen yücesin, Sana tevbe ettim, ben (bu konuda da) inananların ilkiyim!' dedi. "[34]
Mîkat için Tur'a çıktığında, "Rabbim, bana görün, Sana bakayım! " diyor. Bunu şanı yüce, büyük bir nebi söylüyor..! Her Nebi, Mevlâ'nın gönderdiği şeylere bilâ kayd u şart rızadâde olmuştur. Ama o, benzer bir dilekte bulunan kavminin peygamberi olarak, o kavimde var olan ruh hâletiyle ve maddeciliği kırma niyetiyle, tabiî biraz da iştiyaktan ötürü böyle söyler.
Bu yüksek karakter fakat müteheyyiç fıtratı, daha çocukluğunda Firavun'un sakalını yolarken, Kıpti'yi bir tokatta yere sererken nasıl tanımışsak, hiçbir nebinin söylemeye cesaret edemeyeceği sözü sarf ederken de aynı şekilde görürüz. Evet, Kur'ân, o kendine has müthiş tasvir ve üslûbuyla hep aynı karakteri resmeder.
İsterseniz Kur'ân âyetlerinde Hz. Musa'yı takibe devam edelim: Rable buluşma vâki olmuş ve o, Tur'dan geriye dönmüştür. Cemaatinin yanına gelip de, onların Sâmirî tarafından azdırılarak buzağıya taptıklarını görünce, elindeki levhaları öfkeyle yere atıverir ve kardeşini yakasından tutarak sarsar. Kardeşi de bu heyecan karşısında: "Anamın oğlu, sakalımı saçımı çekiştirip durma! Bana ne diye itap ediyorsun? "[35] der.
Arkasındakilerin dalâleti karşısında heyecan dolu bir gönlün tepkisidir bu. Öyle ki, o, kendisi gibi bir nebi olan kardeşinin dahi saçını sakalını yolabilmektedir. Bütün bunlar, tam bir Hz. Musa hakperestliğinin tezahürüdür. O, Kur'ân'da hemen her yerde böyle anlatılır.
Bütün bunları düşündüğümüz zaman, herhâlde Hz. Musa'nın pazularını tasavvur edebiliyor, yüz takallüslerinden nasıl bir karaktere sahip olduğunu görüyor ve bunların yanında, Mevlâ'ya olan ilticasını, O'nun rızasını aldığını ve hak bildiği yolda ne müthiş bir hakşinas olduğunu herhâlde görüyor gibi oluyorsunuzdur...
4. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Yusuf
Kur'ân, Hz. Yusuf'u (aleyhisselâm) anlatırken de karşımıza çok farklı bir karakter çıkarır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu bize tarif ederken, hikmeti, sabrı, teennisi, tedbiri ve ilmiyle devâsâ bir kameti resmeder. Aslında daha çocukken gördüğü bir rüyadan da bunu anlamak mümkündür.
O, ayın, güneşin ve yıldızların kendisine secde ettiklerini görür.. görür ve kendisinin bir hikmet kahramanı olacağını ele verir. Ay, güneş ve yıldızlar, Cenâb-ı Hakk'ın hikmetle çizdiği sayfa ve kitaplardır. Bunların gelip onun karşısında secde etmeleri, secde edip inkıyatlarını belirtmeleri.. evet, bütün bunlar, onun nübüvvetine delâlet ettiği gibi, hikmet, ilim ve tedbir sahibi olduğuna da işarette bulunurlar.
Aynı zamanda o, bir teslim ve tevekkül insanıdır. Düşünün ki, kardeşleri götürüp onu kuyuya attıklarında derin bir teslimiyetle sesini bile çıkarmaz... Yoldan geçen bir kervan, onu kuyudan çıkardıktan sonra götürüp şehirde köle gibi satmak isterken, "Ben şuyum, buyum " diye kendini anlatma ve kendini ispat etme lüzumunu duymaz; duymaz da Mevlâ'nın hikmetle ne nescettiğini takip etmeye çalışır.
Aynı zamanda o, tam bir ilim ve hikmet insanıdır. Geçirildiği bu yollardan geçerken nereye götürüldüğünü teenni ile düşünür ve hâdiseleri yorumlamaya çalışır (tevil-i ehâdîs). Onu, hapishaneye düştükten sonra kendisine rüya tabir ettiren insanların rüyalarını tabir ederken de aynı şekilde görürüz: O, rüyaları tabir etmekle kalmaz, onlara ciddî bir tevhid ve iman dersi de verir. Tabiî, Kur'ân bunları anlatırken, aynı zamanda irşad edilmek istenen insanlara karşı nasıl davranılması gerektiği mevzuunda da irşad erlerinin yoluna ışık tutmaktadır.
Burada antrparantez bir hususu arz etmekte fayda görüyorum. Şöyle ki: Bir kısım insanlar değişik maksatlarla gelerek bize çeşitli sorular tevcih ederler.. içtimaî, iktisadî ve dinî sorular. Bu arada dinsiz ve ateist kesimden de sırf diyalektik niyetiyle sorulan sorular olur. Bunlar prensip olarak Allah'ı asla kabul etmezler ama, yine de gelir sorarlar. Kader var mıdır? Kutuplarda nasıl namaz kılınacak? Ayda insan namaz kılarken yüzünü nereye döndürecek, falan filan...
Evet, bütün bunlar tamamen diyalektik yapmak içindir. Sanki sordukları soruları izah etseniz, hemen ibadet edeceklermiş gibi bir görüntü sergilerler. Aslında, kutuplarda nasıl namaz kılınacağını açıklasanız, ayda yüzlerin hangi tarafa döneceğini izah etseniz dahi inanmazlar; inanmazlar ama, soru üretirler durmadan.. ve bir meselede ilzam olsalar başka bir meseleye kaçarlar; onda da sesleri kesilse kalkar yeni meseleler üretirler.. ve sorular sürer gider.
İşte Hz. Yusuf bu konuda bize iyi bir ders ve mükemmel örnektir. Hikmet, ilim ve irfan insanı, evvelâ adamın esas derdinin dinlenmesi gerektiği mesajını verir. Tıpkı bir hastanın, hekiminin karşısında dil döküp ağlaması gibi...
Evet, mahir bir hekim evvelâ hastanın şikâyetlerine kulak verir. Yoksa elini ağrıyan yere koydu diye hemen oraya bakmaz. Hasta baş ağrısından şikâyetle eliyle başını tutar. Ama belki de bu, dişindeki bir iltihaptandır. Ya da böbrekleri ağrıyor diye iki büklüm hekimin karşısına çıkar. Böbreklerinden iki büklümdür ama ihtimal bu, onun dişinin iltihap kapması veya çürümesinden kaynaklanmaktadır. Veya sinüzit ya da damar tıkanıklığı başa vurmuştur.
Evet, baş ağrıyor diye, teşhis ve tedaviye mutlaka baştan başlanmaz. Evvelâ hastalığın gerçek sebebine inilir ve başka yerler de kurcalanarak hastalık teşhis edilmeye çalışılır. Evet, Yusuf (aleyhisselâm) da irşat adına inançsız bir insanı ele alırken, onu tıpkı bir hekim hassasiyeti içinde ele alır.
Meselâ, ona rüya tabiri sorarlar; o, rüyayı tabir etmeden önce mahir bir hekim edasıyla onları karşısına alır ve bir tevhid dersi verir. Varlık ve şuunâtı, bunları Allah'a vermeden, her şeyi O'na isnat etmeden açıklamanın imkânı olmadığını anlatmaya çalışır. Kendisinin de Allah'a inandığını, babaları İbrahim ve İshak'a tâbi olduğunu ve tevhide inanmanın insana nasıl huzur getireceğini bir bir şerh eder.. ve böyle bir tevhid dersi verdikten sonra da: "Gelelim şimdi sizin rüya meselenize " der.
Evet, biz de, türlü türlü itirazlar hatta diyalektikler ile karşımıza çıkan insanlara, en evvel Allah'a ve Kitab'a inanmıyor ve Peygamber'i kabul etmiyor olduklarını düşünerek, en azından buna ihtimal vererek onlara Allah'ı, Kitab'ın mahiyetini, Peygamber'in nübüvvet ve risaletini anlatmalıyız. Ondan sonra soruya ve varsa, meselâ rüya gibi başka meselelerine cevap vermeye çalışmalıyız. Aksi hâlde "sittîn sene " rüya tabir etseniz, sadece rüya tabir edilmiş olacak ve bir adım ileriye gidilemeyecektir. Şanı yüce Nebi, değil sorulan sorulara karşı, rüya tabir ederken dahi her şeye hikmetle yaklaşmaktadır.
Evet, "Kader nedir? " diye sorana, inanmıyorsa onu anlatmak faydalı olmayacaktır. Önce Allah'a inanmalı ki, kaderi de doğru anlayabilsin. Çünkü bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Laboratuvarda bir neticeye varmışçasına, hendesî bir gerçeği ortaya koymuşçasına, fizikî bir hâdiseyi vuzuhla anlatırcasına Allah (celle celâluhu) anlatılmalı ki, inkâra mahal kalmasın.
Evet, yemek yeme, su içme rahatlığı içinde her mesele ilmî olarak ortaya konduğu takdirde, altyapı hazırlanmış olur. Yoksa belli bir temel oluşturmadan Allah'ı ve Peygamber'i anlatmanın ve kabul ettirmenin imkânı yoktur. Tabiî boş ve kuru diyalektiklerin de hiçbir faydası yoktur. Diyalektiğe girersek, iman meselelerinde kendimizi ezdirmiş ve boşuna yorulmuş oluruz.
Aslında Hz. Yusuf gibi olunmalıdır. Büyük Nebi, her hâliyle ders veriyor ve hapishanede bile o, bu yönüyle temayüz ediyor.
Yine başka bir yerde Kur'ân, onun bir başka yönünü nazara verir: İffetini, teennisini ve ağırbaşlılığını... O, görkemli bir delikanlıdır. Ve bir gün bütün cazibesiyle bir kadın çıkar karşısına.. hem de kadının evinde ve kapılar da kapanmış vaziyettedir. Kur'ân, işte bu âbide iffet kahramanını şöyle tablolaştırır: "Yusuf'un evinde kaldığı kadın, onun nefsinden murad almak istedi ve kapıları kilitleyip: 'Haydi gelsene!' dedi. "[36]
Kapı kapanmış, üzerine çullanan, entarisinden çeken ve eteklerini yırtan olabildiğine cazip bir kadın, onu ağına almak için her şeyi hazırlamıştır. Hz. Yusuf henüz peygamber değil. Ona, sen nebisin denmemiş, ama o iffetli bir insan ve bir hikmet adamıdır. Zinanın insanı nasıl başaşağı getireceğini çok iyi bilmektedir. Böyle bir manzara karşısında sarsılmamak ve bu korkunç alev karşısında yanmamak çok zordur. Ancak nebi namzedi bu insan, Everest Tepesi gibi dimdiktir.
İşte böyle bir durumda Hz. Yusuf, bir o kadar daha büyür insanın gözünde. Evet, bir hikmet, bir iffet âbidesi gibi müşâhede ederiz onu; çok açık teklifler karşısında, başında kar taneleri ve çiğ düşmüş gibi o kadar ak ve berrak tabiatıyla şöyle dediğine şahit oluruz: "Ben, Allah'a sığınırım! " Evet, bir nebideki Allah korkusu, namus mülâhazası ve iffet düşüncesi işte bu enginliktedir.
Evet, onun her davranışı peygamberliğe ait ayrı bir derinliği ifade eder. Meselâ o, hapishanede o incelerden ince davranışları ile âdeta hep hikmet kanaviçeleri örer.
Bir iftira yüzünden hapse girmiştir. Orada melike ait bir rüyayı tevil eder. Tevil, melik tarafından isabetli ve hakîmane bulunur. Bunun üzerine, hapse bir adamını gönderir ve "Onu bana getirin! " der. Ancak o iffet âbidesi, kendisini almaya gelen elçiye, "Efendine dön.. ve 'Ellerini kesen kadınların zoru neydi?' diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilendir. "[37] karşılığını verir. Yani Hz. Yusuf bu sözleriyle, melike şu mesajı göndermiştir: "Ben bir iftira neticesi hapse girdim. Böyle bir şeyin bir daha tekerrür etmesini istemem. Mesele tahkik edilsin. Suçlu ya da suçsuz kimmiş, her yönüyle açığa çıksın. "
İşte Nebiler Serveri İnsanlığın İftihar Tablosu, iffet âbidesi Hz. Yusuf'un bu tavrını tebcil ve takdir sadedinde: "Hz. Yusuf –sabır ve hikmet insanı– hapisten hemen çıkmadı. Bana çık denseydi, o dakikada çıkardım. "[38] buyurarak onu takdir eder. Nihayet yapılan tahkikat sonucu kadınlar, "Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik. " derken Zeliha da, "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden kâm almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğruyu söyleyenlerdendir. "[39] diyerek suçunu itiraf eder.
Kur'ân'ın, teferruat diye nitelendirilebilecek ölçülerde bütün detayları ile bildirdiği bu olayda, Hz. Yusuf tam bir tedbir ve temkin insanıdır. Öyle ki o, hiç acele etmez, sabırla hakikatin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkacağı anı bekler.
Biz onun bu temkin ve tedbir insanı olma yönünü bir başka hâdisede de müşâhede ederiz. Şöyle ki, Mısır'da, o korkunç kıtlığın baş gösterdiği yıllarda, Melik'in kendisine özel danışmanlık teklifine rağmen o, "Beni ülkenin hazinelerinin (başına) tayin et. Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim. "[40] der.
İlk bakışta onun vazife talebini anlamakta biraz zorlanırız. Ama o, bu vazifenin eri olduğunun şuurundadır ve alternatifi de yoktur. Zahireleri usûlüne uygun şekilde stok etmesi, ülkeyi bir krizden kurtarması.. ve bütün bunları yaparken de müsâvâta (eşitlik) dikkat etmesi, hatta Kur'ân'da gördüğümüz kadarıyla, kardeşlerine bile bu hususta bir ayrıcalık göstermemesi, onun bu işe tam ehil olduğunu ifade eden misallerdendir.
Evet, bütün bu olaylar, onun ne kadar teenni, ilim, hikmet ve tedbir insanı olduğunu göstermektedir.
Aslında biz, bu ve buna benzer sonuçlara Kur'ân'ın o ölçülü, âhenkli, insicamlı ifade ve tasvirleri ile ulaşıyoruz. İşte Kur'ân'ın bu tasvir gücüdür ki, peygamberlerin hiçbirini diğerine karıştırmadan, onların normal insanüstü tip ve karakterlerini gözler önüne serer ve fevkalâde bir muvazene içinde o en büyük hak erlerini resmeder. Öyle ki, insan bu gözle Kur'ân'a bakınca, "Kur'ân Allah'ın kelâmıdır, beşer kelâmı olamaz. " demekten kendini alamaz.
Modern psikoloji de bir mânâda insanları belli kategorilere ayırır ve öylece mütalaa eder: "Şu tip insanlar şöyledir, içe dönük olanlar böyledir. " der ve belki genelleme yaparak mevzuu biraz daha daraltmış olur. Hatta çok defa hemen hemen aynı şeyleri tekrar eder durur.
Oysa Kur'ân, daha on dört asır evvel, insanların ruh dünyalarına, kalbî hayatlarına nüfuz etmiş olma üslûbuyla onları heyecanlarında, arzu, heves ve niyetlerinde âdeta zumlamış ve en vâzıh çizgilerle sunmuştur. Evet o, her tipi ayrı bir kâinat, ayrı bir kitap gibi resmetmiş ve onun portresini ortaya koymuştur. Yani Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan insanları arz ederken, modern psikolojinin acze düştüğü, yetersiz kaldığı her sahayı inceden inceye tahlil ederek gözler önüne sermiştir.
Şüphesiz Kur'ân'ın arz ettiği yüzlerce tipi burada mütalaa etmemize imkân yoktur. Belki altı-yedi tip üzerinde durarak Kur'ân'ın üslûp, beyan, ifade ve edasındaki eşsizliği ve benzersizliği ortaya koymaya çalışıyoruz ki, kanaatimce şimdilik yapılabilecek şey de budur.
Burada Firavun'u anlatmak da olabilirdi. Ancak gül bahçesinde saksağanı arz etmek suiedeptir. Onun için Firavun gibi, Nemrut gibi tipleri atlayacağız. Evet, dünyada Allah'ı, O'nun kitabını ve peygamberini atlayan insanları biz de atlayacak, nebi iklimini ve ondan gelen nurlarla gönüllerini donatmış mü'minleri anlatmakla yetinip, hayatlarında hep kara düşüncelerle yaşamış insanları bu gül bahçesinde misafir etmeyeceğiz.
5. Kur'ân ve Hz. Meryem
Hz. Meryem'den adını alan Meryem sûresinin baş taraflarında, giriftar olduğu musibet ve belâlarla bir kısım imtihanlara maruz kalan Hz. Meryem anlatılır. Buradaki ana konulardan biri, Hz. Meryem'in sebepler üstü diyebileceğimiz bir keyfiyette Hz. İsa'ya hamile kalmasıdır. Hâlbuki Hz. Meryem, çocukluğundan beri mâbedin ruhanî ikliminde yetişmiş, iffetine, namusuna son derece düşkün bir kadındır.
Allahu a'lem, bu kıssanın Kur'ân'da anlatılmasının hikmet ve sebeplerinden biri, o bin bir musibet ve belâya maruz kalan Nebiler Sultanı'nı teselli ve tesliye etmektir. Yani "Ey Habibim! Maruz kaldığın bu imtihanlarda Sen tek değilsin, Senden önce gelenler de bu ve buna benzer nice imtihanlar geçirdiler. İstersen bak, Hz. Meryem'in başından geçenlere " denilmek istenmektedir.
Bunun yanı sıra, bu kıssa ile ilgili daha birçok sebep ve hikmet de söylenebilir. Ezcümle, Hz. İsa ve Hz. Meryem'in gerçek mahiyetleri ancak bu âyetlerle anlaşılabilir. Hristiyanlıkta bugün dahi hâlâ var olan ekânim-i selâse anlayışı bu âyetlerle açık olarak sorgulanır. Bu açıdan Hristiyanlar Kur'ân'a çok şey borçludurlar. Nitekim Habeş Kralı Necaşi'nin Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçmesi, bu âyetlerin nuranî atmosferinde gerçekleşmiştir.
Her neyse, Hz. Meryem'in Kur'ân'da zikredilmesinin sebep ve hikmetleri adına söylediğimiz bu hususları geçerek, o büyük kadınla ilgili âyetler çerçevesinde biraz da karakter tahlilinde bulunmak istiyoruz:
Hz. Meryem, Kur'ân âyetleri ve tarihi bilgilere göre, daha doğmadan ana-babası tarafından mâbedin hizmetine vakfedilmiş bir kutluydu. Kur'ân da, kavminin ona "Ey Harun'un kızkardeşi! "[41] dediğine işaret eder. Şayet bu Harun, peygamber olan Hz. Harun ise, onunla aralarında asırlar var. Ancak Hz. Harun, herkesin bildiği gibi, yaşadığı dönemde mâbetlerin kayyimliğini yapıyordu. İşte Hz. Meryem'e bu açıdan bir benzetme yaparak kavmi ona "Ey Harun'un kızkardeşi! " diyordu. Bazı rivayetlerde ise, âyette geçen Harun'un Hz. Meryem'in hakikî erkek kardeşi olduğu nakledilir.
Hz. Meryem, mâbede adanmış olması sebebiyle çocukluğunu, gençliğini hep orada geçirmiştir. Kendini ister istemez böylesi lâhûtî esintilerin sabah akşam estiği bir mekânda bulan bu yüce kadın, zamanla daha ruhanî bir derinlik kazanmıştır. Öyle ki zaman gelmiş o, lâhûtî âlemden gelen nimetlerle perverde edilmiştir. Bazı camilerimizin mihraplarının üstünde yazılı bulunan: "Zekeriya, onun yanına mâbede ne zaman girse, beraberinde yiyecekler bulurdu. 'Meryem, bu yiyecekleri nereden buluyorsun!' deyince de o: 'Bunlar Allah tarafından gönderiliyor. Muhakkak ki Allah dilediğine sayısız rızıklar verir.' derdi. "[42] âyeti, bu harikulâde hususların ifadesidir. Bazı tefsirler bu yiyecek maddelerinin kış mevsiminde yaz, yaz mevsiminde kış meyve ve sebzeleri olduğundan bahsederler.[43]
İşte böylesi mânevî atmosferde günlerini geçiren ve lâhûtî âlemin maddî ve mânevî nimetleriyle perverde olan iffet ve namus âbidesi bir kadın, birden sebepler üstü denecek şekilde hamile kalır. Kur'ân, hamile kalma esnasında emri tebliğ eden melekle, Hz. Meryem'in diyalogunu da anlatır.
Bu meleğin Hz. Cebrail olduğu rivayet edilir ki, o, bu esnada insan suretinde yeryüzüne indirilmiştir. Hz. Meryem onunla ilk karşılaştığında, "Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen bana dokunma! " der. Bunun üzerine melek, "Ben yalnızca sana tertemiz bir erkek çocuk bağışlamam için Rabbimin bir elçisiyim. " karşılığını verir. Hz. Meryem bu defa, "Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir ki? "[44] mukabelesinde bulunur. Ve neticede Hz. Meryem hamile kalır. Ancak, Hz. Meryem, kavmine bunu nasıl izah edecektir? O, Allah'tan geldiğine inandığı bu mesele karşısında, sonsuz bir sabır gösterecektir ama, etrafındaki insanlara bunu anlatabilmek âdeta imkânsızdır.
Şimdi siz, tam bu noktada Hz. Meryem'in içinde bulunduğu ızdıraplı hâli tahayyül etmeye çalışın..!
Hz. Meryem, bu durumu itibarıyla kavminden uzak bir yere çekilmeye karar verir. Aslında onu uzlete çeken şey, iffeti ve namusudur. Onun ne kadar bir süre uzlette kaldığını bilmiyoruz. Kur'ân, bu konuda net bir şey söylemez; söylemez ve uzlete çekildikten sonra, hemen doğum öncesi zamana geçer. Doğum sancıları onu kıvrandırmaya başladığı anda, Hz. Meryem sevk-i ilâhî ile bir hurma ağacına yaslanır ve başına gelen şeyler karşısında derin derin düşüncelere dalar; dalar ve "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim! "[45] der. "Keşke ölseydim.. unutulup gitseydim! " sözlerini, baştan bu yana ilâhî kaderin kendisi için nescettiğini o engin imanıyla takip eden Hz. Azrâ'nın, iffet duygusunun ağır bastığı ve onu feverana sevk ettiği anda söylediği sözler olarak değerlendirmek lazımdır.
Ayrıca burada, iki şey daha dikkat çekiyor:
1. Vicdan ızdırabı.
2. Doğum sancısı.
İşte bir taraftan doğum sancısı çeken, eli ayağı çekilen, maddî ızdıraptan dize gelen, diğer taraftan da bütün bu acıları bastıran vicdanının ızdırabıyla iki büklüm olan bu kadına, Mevlâ-i Müteâl'den öyle bir derman gelmeli ki, hem doğum sancıları son bulsun hem de vicdanında yanan ateşi söndürsün. Çok geçmeden meleğin getirdiği hak mesajı onun imdadına yetişir: "Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir. Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. "[46]
Hz. Meryem, içinde bulunduğu hâlet-i ruhiyeden, ikaz mahiyetini taşıyan bu beyanlarla birden uyanır. Buradaki ilk ilâhî hedef –tabiî sezebildiğimiz kadarıyla– psikolojisi altüst olmuş bu iffet âbidesini o boğucu atmosferden kurtarmaktır. Nitekim bu ilâhî ikaz ya da ses, onu düşünce dünyasından az da olsa uzaklaştırır; uzaklaştırır ve daha başka düşünceler içerisine çeker. Kavminden kaçarak kupkuru bir çölde, tek başına bulunan Hz. Meryem, kendisini hurma ağaçları ile çevrili yeşilliklerin içine getiren kudreti düşünmeye başlar; başlar ve gönlü inşirahlarla dolarak rahatlar.
Bu iki âyet-i kerimede dikkati çeken ve mutlaka araştırılması gereken bir husus daha bulunmaktadır. O da, hamilelik ya da özellikle doğum öncesi dönem ile su ve hurma arasındaki ilgidir. İhtisas alanım olmamakla beraber, sırf Kur'ân'a olan itimadımdan temas edip geçeceğim. Hurma ve suyun –sesiyle, havasıyla, yenilip içilmesiyle– doğum esnasındaki kadınlara, ister fiziki yani rahim açılması, ister psikolojik yani moral değerler açısından faydalı olacağı kanaatindeyim. Bu espriye bağlı olarak modern tıbbın "suda doğum " gibi projeleri üzerinde durulabilir.
Ve melek mesajlarına devam eder: "Artık ye, iç, gözün aydın olsun! Eğer herhangi bir insana rastlarsan: Ben, Rahmân'a oruç adamıştım, de, o sebeple bugün hiç kimseyle konuşmayacağım. "[47]
Bu ifadelerle zannediyorum, ruhî açıdan sıkıntılı, maddî açıdan da hasta olan –çünkü doğum yapmış– bir kadının hissiyatı, iç âlemi okşanmakta veya ona huzur verecek bir usûl telkin edilmektedir. Modern psikolojinin de bu noktada insanlara yaptığı benzer tavsiyeler vardır. Ama çoğu itibarıyla o tavsiyeler insan ruhuna nüfuz etmekten uzak, insanı daha çok hastalıklar içine itecek mahiyette ve tamamıyla tavsiyeyi yapan bilim adamlarının (!) dünya görüşlerini yansıtır niteliktedir.
Bunlar pek çoğu itibarıyla tamir adına ortaya konan, ama insanı kendine karşı daha çok yabancılaştıran, fıtratından uzaklaştıran ve değişik bir hastalığa çare bulacağım derken, belki onlarca hastalığa davetiye çıkaran türden şeylerdir.
Nihayet Hz. İsa dünyaya gelir. Hz. Meryem, kucağında çocuğuyla kavminin arasına döner. Kavminin ithamlarına beşikteki çocuk cevap verir Vak'anın geri kalan kısmı Meryem sûresinden takip edilebilir. Biz konumuz açısından meseleye bir kere daha dönüp, bu çerçevede bazı genellemelerde bulunmak istiyoruz.
Bizi bu kıssada ilgilendiren en önemli şey, bir kadının duygularını, ruhî durumunu, his ve heyecanlarını, toplum içerisindeki konumunu Kur'ân'ın nasıl tahlil ettiğidir. Görüldüğü gibi, Kur'ân, modern psikolojinin henüz ulaşamadığı ledünnî ufuklarda dolaşmakta ve bayrağını çok yükseklerde dalgalandırmaktadır. Bu açıdan Kur'ân'a bakıldığında, bundan asırlar önce ortaya konan tahliller, bu tahlillerdeki derinlik, akıllara durgunluk verecek ölçüdedir. Aslında farklı ruh hâllerinin tahlili hem psikoloji hem de psikososyoloji açısından çok mühimdir.
Evet, Kur'ân'da mutlak olarak insanın heyecan ve helecanlarına, teessürlerine, maddî ve mânevî geçirdiği değişimlerin ifadelerine sıkça rastlanır. Hatta normal karakterler bir tarafa, zaman zaman anormal karakterler, üstün zekâ ve dehaya sahip dimağlar, hayatlarını zaferlerle süslemiş zafer âbideleri, ibadet ü taatte kutuplaşmış tipler, âlem-i şehadette âlem-i misale ait levhaları seyreden zevk ve istiğrak ehli kişiler ve daha nice karakterlerin tahlilleri sıra sıradır Kur'ân-ı Kerim'de.
Şimdi böylesine engin ve zengin bir kaynaktan müstağni kalmayı nasıl izah ederiz? O hâlde Müslüman psikolog ve sosyologlara oldukça fazla iş düştüğü ortadadır. Bunlar, Kur'ân'ın genel hedef ve maksatlarını göz önünde bulundurarak, yapacakları çalışmalarla, günümüzün kendi özünden ve ruhundan uzaklaşmış/uzaklaştırılmış insanını, bir kere daha Kur'ân'a yöneltebilir ve Kur'ân ufkunda dolaştırabilirler.
[1] En'âm sûresi, 6/76.
[2] En'âm sûresi, 6/77.
[3] En'âm sûresi, 6/79.
[4] Sâffât sûresi, 37/88-89.
[5] Enbiyâ sûresi, 21/59-63.
[6] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[7] Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
[8] Tirmizî, menâkıb 45; Ebû Dâvûd, edeb 92.
[9] el-Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-dîn 3/129; el-Irâkî, el-Muğnî an hamli'l-esfâr 2/796.
[10] Tirmizî, eş-Şemâil s.199; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat 5/357.
[11] Sâffât sûresi, 37/89.
[12] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[13] Buhârî, enbiyâ 8, nikâh 12; Müslim, fezâîl 154.
[14] Sâffât sûresi, 37/83-90.
[15] Buhârî, enbiyâ 8; Müslim, îmân 327.
[16] Tirmizî, birr 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/459, 460.
[17] Enbiyâ sûresi, 21/51-63.
[18] Enbiyâ sûresi, 21/63.
[19] Bkz.: Hucurât sûresi, 49/10.
[20] Sâffât sûresi, 37/102.
[21] İbrahim sûresi, 14/37.
[22] Buhârî, enbiyâ 9; en-Nesâî, es-Sünenü'l-kübrâ 5/100.
[23] Meryem sûresi, 19/42.
[24] Şuarâ sûresi, 26/86.
[25] Tevbe sûresi, 9/114.
[26] Mümtahine sûresi, 60/4.
[27] Şuarâ sûresi, 26/86.
[28] Buhârî, cenâiz 81, tefsîru sûre (9) 16, (28) 1; Müslim, îmân 39-40.
[29] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/23.
[30] Bakara sûresi, 2/6.
[31] Meryem sûresi, 19/41-45.
[32] Şuarâ sûresi, 26/20-21.
[33] Kasas sûresi, 28/24.
[34] A'râf sûresi, 7/143.
[35] Tâhâ sûresi, 20/94.
[36] Yûsuf sûresi, 12/23.
[37] Yûsuf sûresi, 12/50.
[38] et-Taberî, Câmiu'l-beyân 12/235. Ayrıca bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/346, 389; el-Hâkim, el-Müstedrek 2/263.
[39] Yûsuf sûresi, 12/51.
[40] Yûsuf sûresi, 12/55.
[41] Meryem sûresi, 19/28.
[42] Âl-i İmrân sûresi, 3/37.
[43] Bkz.: et-Taberî, Câmiu'l-beyân 3/244-246; el-Beğavî, Meâlimü't-tenzîl 1/297.
[44] Meryem sûresi, 19/18-20.
[45] Meryem sûresi, 19/23.
[46] Meryem sûresi, 19/24-25.
[47] Meryem sûresi, 19/26.
- tarihinde hazırlandı.