İnananların alacağı dersler
Bu bölümde, buraya kadar üzerinde durduğumuz, Kur'ân'daki karakter tahlillerinin neden önemli olduğunu belli ölçüde de olsa az daha açmaya çalışacağız. Düşünen ve hayatını düşünerek yaşayan hemen herkesin bildiği gibi, insanımız birkaç asırdan beri şuur, idrak ve düşünce adına yaşadığı dünyanın dışında kalmıştır. Bu ölçüde bir bîgânelik inananları birbirlerine ve kendilerine yabancı yapmıştır. Kendini bilmeyen, –tasavvufî ifadesiyle– nefsini ve özünü tanımayan insanın, ne başkalarını ne de Rabbini tanımasına, dolayısıyla da, Yaratanıyla, münasebetlerini olması gereken seviyede tutmasına imkân yoktur.
İşte biz, bazı âyetleri tahlil edip, bazı tiplemeler ortaya koyarken, tarihe mâl olmuş bazı olayları, bazı Ehl-i Kitab'ı ve onların peygamberlerine yaptıkları şeyleri ifade etmeyi, onlara karşı kin ve nefret duygularını tahrik etmek için yapmadık. Belki bu tarihî misallerden hareketle, hâdisede yer alan insanların iç dünyalarını, beşerî boşluklarını, günümüzdeki benzerlerine ışık tutar mülâhazasıyla irdelemeye çalıştık. Yoksa biz tarihî hâdiselerin, kin ve nefret vesilesi yapılmak üzere bu günlere taşınmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Evet, insan her şeyden önce maddî, hususiyle de mânevî boyutu itibarıyla evvelâ kendini tanımalıdır. Bu, onun terakkisinde en önemli bir faktördür. Hatta diyebilirim ki, bir mü'min namaz, oruç, hac vb. ibadetlerde ne kadar ileri giderse gitsin, onları kemmiyet itibarıyla ne kadar artırırsa artırsın, o kimse ledünniyat adına derinleşememiş ise bu ibadetler, onu çok fazla terakki ettirmeyebilir. Gerçi böyle bir mü'min, vazifesini yapmış, Allah'a karşı kulluk borcunu yerine getirmiştir ama, iç âlemine doğru açık olması gereken menfezler kapalı olduğu için, yaptığı ibadetlerden kâmil mânâda istifadesi söz konusu değildir.
Evet, böylesi sığ, ledünniyata karşı yabancı mü'minler, sabahtan akşama kadar Kâbe'yi tavaf etse de, Kâbe ile beraber kendi derinliğinin etrafında dönemediği için, beklenen ölçüde Kâbe'yi tavafın semeratını göremeyeceklerdir. Bu açıdan bakıldığında nice Kâbe'yi tavaf eden vardır ki, siz onları kupkuru cesetler veya cansız cenazeler olarak görürsünüz. Bundan müstesna olan pek çok şuurlu insan olsa da sayıları çok fazla değildir.
Hatta bu durumu bizzat Kâbe'de de müşâhede edebiliriz. Şöyle ki, orada Allah'ın tazim ettiği çok şeyin tahkir, tahkir ettiği şeylerin de tazim edildiğini görürüz. Eğer, tavaf yapılırken Allah'ın haram kıldığı yasaklar irtikâp ediliyor ve insanlar nafile tavaf uğruna dünya kadar haramı veya mekruhu işleyebiliyorlarsa, harem sınırlarında işlenen günahlara bire iki ceza verildiği düşünülecek olunca, hâdisenin vehametini tahmin edebilirsiniz. Kadın-erkek beraberliği içinde yapılan tavafta bundan sakınma imkânı yok diyenler olabilir. Hâlbuki her zaman alternatif yollar bulmak mümkündür. En azından, daha çok vakit alsa da pekâlâ ikinci katta, üçüncü katta tavaf yapılabilir.
Rica ederim, Kâbe'de, Allah'ın huzurunda, O'na yaklaşmak ve yakınlaşmak için yapılan ibadette bile haram davranışlar sergilemek, O'ndan ne kadar uzak kalındığının göstergesi değil midir? Aynı şeyleri başta namaz olmak üzere oruç, zekât, Allah yolunda infak gibi diğer hayrât ve hasenat yolları için de söyleyebiliriz.
Hâsılı, özellikle son birkaç asırdır, bizde kalbî hayat büyük ölçüde sönmüş veya söndürülmüştür. İnsanın kendini dinlemesi, kontrol etmesi ve iç âlemini temâşâsı tamamen veya kısmen ihmal edilmiştir. Hatta tekkelerde dahi –ki oralar insana İslâmî heyecan veren, canlılık aşılayan, insanların aşk u şevkini coşturan kudsî mekânlardır– bu ruhun öldüğü söylenebilir.
Bu sebeple, içinde bulunduğumuz mevcut durumun farkında olarak, bu ruhu canlandırmak, topluma bu düşünceyi yeniden kazandırmak vazifemiz olmalıdır. Zira asıl mesele, insanın kendini iç âlemi itibarıyla tanıması ve ledünniyatta derinleşmesi olmalıdır. Ledünniyatı sönmüş bir insan, Allah'ın huzuruna giderken, bırakın Allah'tan uzak olmayı –Aman Allahım, o ne büyük felâkettir!– kendinde bile değildir.
İşte, bu ve benzeri düşüncelerle, Kur'ân merkezli bazı karakter tahlillerini gündeme getirmekle, kendini bulmak, kendini bilmek ve kendini tanımak isteyen insanlara, nefislerini tahlil etmeleri adına yardımcı olmaya çalıştık.
Evet, kendinden habersiz, mârifet ufkuna oldukça yabancı, yaratılış gayesini bilmeyen insanın fikrî ve kalbî hayatı adına falso falso üstüne yaşaması kaçınılmazdır. Böylesi sorumsuzluk içinde hayatını sürdürmeye çalışan insan, kim bilir dünya ve ahiretini tehdit eden nice tahripkâr virüslere açık bir hâlde bulunuyordur! O hâlde insan, önce kendini tanımalı, hep kemal yolunda olmalı ve sonra o hâlini muhafaza etmeye çalışmalıdır. Tıpkı vatanın düşman hücumlarından korunduğu gibi ki, bunların her ikisi de dinin çok önem verdiği hususlardandır.
Şimdi isterseniz, Âl-i İmrân 200. âyetinin yol göstericiliği içinde bu düşüncelerin açılımını yapmaya çalışalım:
يَۤا أَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
"Ey iman edenler! Sabredin; sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah'tan korkun ki başarıya erişebilesiniz."
Âyette yer alan ifadelerle, اِصْبِرُوا yani sabredin.
Bundan daha önemlisi وَصَابِرُوا "Birbirinize sabır tavsiyesinde bulunun, sebat edin." Şöyle de denilebilir: Biriniz kabz, diğeriniz bast hâlindeyse, bast hâlinde olan kabz yaşayan kardeşine yardım etsin. Biriniz dilhûn ve dilgîr, diğeriniz pürneşe ise, birbirinizin neşe ve üzüntüsünü paylaşmalısınız. Veya genelleme yaparak şöyle de meal verilebilir: Mü'minler her hâlükârda birbirlerinin yardımına koşmalı ve birbirlerine mededresân olmalıdırlar.
وَرَابِطُوا "Râbıta yapın." Yani tehlikeye açık menfezleri iyi gözetin.. maddî ve mânevî düşmanlarınızın, ferdî ve içtimaî alanda içinize sızmasına fırsat vermeyin.. fikrî, zihnî, kalbî ve ruhî hayatınızı bozacak olan fesat unsurlarının her çeşidine karşı tetikte olun; zira ferdî veya içtimaî bir bünyeye herhangi bir virüs musallat olunca, o bünyede sarsıntı ve çözülmelerin meydana geleceği açıktır. Maddî ve mânevî bütün değerler, kısa veya uzun vadede dejenere olur. Millet kendi öz kimliğinden uzaklaşır, toplumdaki bütün dengeler bozulur ve böyle bir toplumda korkunç anarşi anaforları meydana gelmeye başlar; başkaldırılar birbirini takip eder; ihtilal türküleri yankılanır her tarafta; sonra da, iftirakları iftiraklar, bozulmaları bozulmalar takip ederek millet ve devlet önü alınmaz çözülmelere maruz kalır.
İşte böyle bir sonucun başlangıcı diyebileceğimiz bir duruma gidildiğinde, yukarıda bahsettiğimiz, millî ve dinî değerlere aykırı şeylere açık bulunduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. Bu açıdan, vatan sınırlarının korunma hassasiyeti içinde ferdî ve içtimaî yapının korunmasında da aynı hassasiyet gösterilmelidir. Aslında bizim yakın tarihimiz, bunun örnekleri ile doludur. Asırlarca İslâm âlemine bayraktarlık yapmış olan Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının asıl sebebi, bazı kimselerin haricî düşmanların entrikalarına kanarak, millî ve dinî değerlerinden uzaklaşması olsa gerek. Bugün de fazla değişen bir şey yok. Milyarı aşan İslâm âleminde, Müslüman fert, kendini bilmemekte ve tanımamaktadır. İstisnalar bir tarafa, çok büyük bir kitle kalbî, ruhî ve hissî hayattan uzaktır. Hâlbuki hayat, şuur ve idrak sayesinde bir mânâ kazanır. Eğer bu ölçüde bir anlayış yoksa, o hayata gerçekten "hayat" demek oldukça zordur.
Böylelerinin uhrevî hayatı ise, tamamen harap demektir. Kur'ân böyle insanları حَصَبُ جَهَنَّمَ "Cehennem yakıtı" (Enbiyâ sûresi, 21/98) diye tavsif eder. Zira bunlar dünyada şuursuzca yaşamışlar.. varlık ve varlık ötesi ile münasebet kuramamış, çevrelerinde, açık-kapalı cereyan eden şeyleri görememiş ve her zaman tefekkür ve tezekkürden uzak kalmışlardır.
Özetle, onlar Allah'ın ihsan ettiği fırsat ve imkânları iyi değerlendirememiş ve tabir caizse odun gibi yaşamışlardır. "Ceza, amel cinsindendir." fehvâsınca da, ahirette odun gibi muamele göreceklerdir. "Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler Cehennem yakıtısınız. Ve oraya gireceksiniz." (Enbiyâ sûresi, 21/98) âyeti bu hakikatin dili ve tercümanı gibidir.
Hâsılı, insan kendini tanımalı, kâinatla arasında var olan münasebeti bütün yönleriyle kavramaya gayret etmeli, ledünniyatta derinleşmeli, böylece her insan için mukadder kılınan kemal noktasına ulaşmaya çalışmalıdır. Kur'ân âyetleri dikkatlice okunduğunda o, bu çerçevede insana yardım elini uzatacak, ona yol gösterecek ve yön tayin edecektir. Yukarıda mealini sunduğumuz Âl-i İmrân sûresi 200. âyeti bunlardan sadece biridir.
2. Mahzun Gönüller ve Ümit Kapısı
"Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz." (Âl-i İmrân sûresi, 3/139)
Bu âyet, Uhud Savaşı sonrasında nazil olmuştur. Bilindiği üzere, Uhud Savaşı'nda Müslümanlar geçici bir mağlubiyet yaşamış, bundan dolayı da çok ciddî bir üzüntü duymuşlardı. Konumuzla ilgisi olmamakla beraber, yeri gelmişken şu hissiyatımı ifade etmeden geçemeyeceğim:
Benim Uhud Savaşı ile ilgili yapılan değerlendirmelerde ona mağlubiyet, hezimet vb. şeyler söylemeye hiç gönlüm razı olmuyor. Zaten savaşın neticelenmesinden hemen bir gün sonra Müslümanların Mekkelileri takip ederek Medine sınırlarının çok çok ötesine kadar kovalaması tarihen sabit bir gerçektir ki, bundan dolayı da "Uhud mağlubiyeti" demek kat'iyen doğru değildir. Ayrıca Uhud'da yaşanan "mağlubiyet" görünümlü o olayda, Okçular Tepesi adı verilen yere yerleştirilen sahabe için "Ganimet sevdasıyla Hz. Peygamber'in emrini terk ettiler." demeyi de sahabe telakkimiz açısından yanlış bulurum. Bunun yerine "Emre itaatteki inceliği kavrayamadılar." demek bana daha doğru geliyor.
Konumuza dönecek olursak; işte bu durum sahabe-i kiramdan bazılarının moral değerlerini altüst etmişti. Zira onların büyük bir kısmı, bir yıl önce gerçekleşen Bedir Savaşı'na katılmamış kişilerdi. Onlar Efendimiz'in Medine'de kalıp "müdafaa harbi" düşüncesine karşı "taarruz harbi" teklifini getirmiş ve teklif kabul görünce de, Bedir misali galibiyet arzu, aşk ve şevki ile Uhud'a gitmişlerdi. Ancak yaşanılan, ama ümit edilmeyen sarsıntı onları mahzun etmiş ve sarsmıştı. Ganimet alamama bir tarafa, tam yetmiş tane, hepsi bir birinden değerli sahabi de (radıyallâhu anhüm) orada şehit olmuştu. İşte bunlardan ötürü o muvakkat tezelzül âdeta onları ciddî bir tasaya sevk etmişti.
İşte tam bu esnada Kur'ân'ın: "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanıyorsanız, üstünsünüz." nidasıyla kendilerine geldi ve yeniden hayata, hayatın gerçeklerine uyandılar. Evet, galibiyet veya mağlubiyet, hâkimiyet ya da mahkûmiyet, Allah'ın koyduğu kevnî prensipler açısından dairevî bir yol takip etmekte ve bizim arzularımıza göre tekdüze ve müstakim bir hat izlememektedir. Nitekim rivayetlere göre Ebû Süfyan, Uhud'un sonunda Nebiler Sultanı'na bunu hatırlatmış ve "Bedir'e karşı Uhud, Ebû Cehil'e karşı Hamza!" gibi şeyler söylemişti...
İşte bu âyet, sahabenin kulaklarında yankılanır yankılanmaz onların gönüllerini harekete geçirmiş, düşüncelerini tadil etmiş, ufuklarını açmış ve yaşanan muvakkat dağılmanın her şey olmadığını göstererek, yeni gayretlerle galip gelinebileceğini hatırlatmıştı. Ancak hemen ilave etmeliyim ki, bu duygu ve düşüncelerin üzerine oturacağı zemin ve esas da imandı. İmanı olmayan bir gönlün bu âyet ve bu âyetin ihtiva ettiği hakikatler karşısında harekete geçmesi, hüznünü bir kenara bırakarak yeniden şahlanması düşünülemez.
Evet, yukarıdaki âyet-i kerime, hayata ait gerçekleri hatırlatmanın yanında, ümitsizlik girdabına düşmüş ruhları şaha kaldıracak ve ölü gönülleri okşayarak harekete geçirecek bir mahiyet sergilemekte ve –satır aralarındaki mânâya göre– onlara çıkış yollarını göstermektedir. Kur'ân'a gönül veren, ona candan ve yürekten inanan, onun ilham ettiği mânâyı, etrafa saçtığı kokuyu duymak isteyen herkes, kapasite ve kabiliyetine göre bunu Kur'ân'ın satırlarında ve satır aralarında bulabilir, duyabilir, hissedebilir. Kur'ân'a bu perspektiften bakan kişi veya kişiler –kurumları da ilave edebiliriz– yarınlarına emniyetle bakabilirler.
- tarihinde hazırlandı.