Aklın iki yüzü ve makuliyet
Akıl; maddeden mücerret, ama maddeye bitişik bir cevher.. metafiziğin fizik içindeki ışıktan uzantısı.. ruhun en önemli fakültelerinden biri.. hakla bâtılı birbirinden ayırma adına insan mahiyetinin en keskin nuru.. eskilerin ifadesiyle "ben" sözcüğüyle işaret edilen "nefs-i nâtıka".. tasavvufçuların yaklaşımıyla da, "Ruh-u A'zam", "Arş-ı Muhammed" türünden Hazreti Cibril'e verilen isimlerden bir isim.. ve bazı sofiyenin "akl-ı cüz'î", "akl-ı mecaz" ve uhrevîliklere taalluk eden yanları ya da metafizik derinlikleri ile "akl-ı meâd" dedikleri insanî bir özdür.
İnsanın bir mânâda, düşünmesi, idrak etmesi, anlaması ve onu fenalıklardan alıkoyup iyiliklere yönlendirmesi açısından ruhun karakol gücü de diyebileceğimiz akıl, felsefenin çokça üzerinde durduğu, kelâmın "usûlüddin"e ait meseleleri büyük ölçüde ona bağladığı, bazı sofîlerin, iyi-kötü, yararlı-yararsız deyip "akl-ı semavî", "akl-ı türabî" şeklinde ikiye ayırdıkları akıl, bütün bu aslî ve tâlî hususiyetleri itibarıyla böyle bir makalenin çerçevesini çok aşkın bulunduğundan, biz burada onun bu yanlarına sadece bir işaretle iktifa edeceğiz. Kezâ akıl, İslâmî düşünceye göre, ilmin sebeplerinden biri olması açısından da ayrı bir önem arz eder ama burada o hususu da şimdilik tayyetmek istiyoruz. Aklın, mükellefiyetin esası, tefekkürün temel unsuru, muhakemenin ilk cevheri, insanı hayvandan ayıran, ayırıp gerçek insan olma kapısına getiren, Yaratıcı'nın insanoğluna en müstesna bir armağanı olması da bu makalecikte, tâlî bir konu olarak ve sadece bazı yönleri itibarıyla bir hatırlatma nev'inden zikredilecektir.
Bizim şimdilik kısaca üzerinde durmak istediğimiz husus, Risale-i Nur'daki akıl telâkkisi ve aklın fonksiyonları çerçevesinde, vahiy, ilham ve vicdanla omuz omuza inşâ eden akıl (mükevvin akıl)la, tam bunun aksine, bütün bütün metafizik mülâhazaları kulak ardı ederek semavî alâkalardan sıyrılmış, dolayısıyla da manevra alanını sınırlandırmış dar akıldan bahsetmek istiyoruz. Bunu yaparken de, belli zaviyeden bazı münasebetler bulunsa da, Kant'ça bir yaklaşımla "nazarî akıl", "amelî akıl" faraziyelerine ve Lalende'nin "inşâ eden akıl", "inşâ olunan akıl" mülâhazalarına girmeyi düşünmüyoruz. Aslında, bu tür meselelerden her biri, birer kitaba konu teşkil edecek kadar geniş olduğundan ve pratikte de çok fazla bir şey ifade etmediğinden, biz de bu kadarcık bir hatırlatmada bulunup geçeceğiz.
Başta Bediüzzaman olmak üzere İslâm düşünürlerine göre akıl, potansiyel derinlikleri itibarıyla, kâinat kitabını okuyan bir göz; duyduğu ses ve nağmeleri değerlendirip değişik mânâlara bağlayan pek çok ihtizaza açık bir iç kulak; eşya ve hâdiseleri aşkın bir tefahhusla temâşâ eden muhit bir idrak; varlık ve varlık ötesi âlemleri keşfe açık bâtınî bir gözdür. İnsan onunla, gözün gördüklerini, kulağın duyduklarını değerlendirip bir hükme bağlar ve onun rehberliğinde varlığın perde arkasına seyahatler tertip eder; hatta yükselir onunla Allah'a muhatap olur.. onunla cebrî-ihtiyarî belli sorumluluklar yüklenmeye ehil hâle gelir.. ve onunla topyekün kâinat ve hâdiseleri tarar, kritik eder, bir esasa bağlar ve Allah'a yürür. İyiliklerde, güzelliklerde mantık ve muhakemelerimizi vahyin ve ilhamın zenginlikleri ile buluşturur ve ötelerden gelen mesajlara referans olur.. fenalıklarda, çirkinliklerde de, ilâhî hududa mantıkî yorumlar getirerek nefsin serazat arzularını frenler ve onun taarruzlarına karşı sürekli stratejiler üretir. Ayrıca bize her zaman, şeytanın değişik plânlarını aşabileceğimiz taktikler verir.. hevesât ve cismanî arzularımıza karşı da, muhasebe ve murâkabe izabehanelerinde eritilip şekillendirilmiş düşüncelerden kementler, bukağılar vurur. O, semavîliğini koruduğu sürece hemen her zaman, nefsanîliğin üzerine yürür ve onu, kendi hususiyetlerinden kaynaklanan bayağılıklardan alıkor; alıkor ve âdeta insanî değerlerin korunması mevzuunda bir polis, bir zabıta memuru vazifesi görür. Ve tabiî, "akl-ı semavî" ve "akl-ı meâd"a ait bu özelliklerden hiçbiri, "akl-ı meâş" ve "akl-ı türabî" için söz konusu değildir.
Söz bu noktaya gelince, Kur'ân ve İslâm açısından, aklın yeri, değeri, sorumluluktaki konumu ve hücciyetinden bahsedilebilirdi; ancak, biz burada şimdilik, sadece -biraz da Bediüzzaman perspektifinden- Kur'ân'a göre aklî olan (mâkul) ve olmayan (gayrimâkul) hususlar üzerinde durmayı düşünüyoruz.
Kur'ânî yaklaşımla, İslâmî düşünce sisteminde, aklı olan ve olmayan, tabiat-hilkat, sebepler-sebepler üstü Yaratıcı Güç, kendi kendine meydana gelme-kuşatan bir iradenin var etmesiyle vücut bulma; diğer bir ifadeyle, tevhid ufku ve şirk saplantısı şeklinde kabul edilegelmiştir. İnsanoğlu var olduğu günden bu yana -bu mülâhaza, haricî bir yorumcunun hususî mevcudiyeti açısındandır. Yoksa, kâinat ve hâdiselerin mücerret tefsiri zaviyesinden insan öncesi dönem için de aynı şey söz konusudur- Mefisto-Faust oyunu devam edegelmektedir. Bundan sonra da -eskilerin ifadesiyle- ahyârın eşrârla mücadelesi, şeytanların ve şeytanlaşmış ruhların hakka, hakikate açık gönüllerle ayrışmaları sürüp gidecektir.
Bugüne kadar kâinat ve hâdiseleri, tabiat, sebepler ve kendi kendine oldu düşüncesine bağlayanlar, hemen her zaman gayrimâkulün temsilcileri olarak bir cephe oluşturmuş ve yer yer sun'î bir tabiat ilâhı etrafında, zaman zaman da sebeplerin mevhum iktidarları çevresinde bir araya gelerek, mâkulün temsilcileri bulunan enbiyâ, asfiyâ ve mü'min düşünürlere karşı sürekli bir savaş içinde olmuşlardır. Bu cephe, değişik dönemler itibarıyla bir kısım farklı stratejiler uygulasa da, kavga azmi ve mücadele esprisi açısından hep aynı yolda yürümüş; ya ulûhiyet gerçeğinin lâzımı olan yaratma, tanzim etme, öldürme, diriltme.. gibi fiilleri, mevhum birer varlık olmadan öte kıymet-i harbiyeleri olmayan sebeplere, tesadüflere, tabiata havale etmiş veya kısmen de olsa, ilâhî icraatı bunlara bağlamaya çalışmıştır. Birincilerin ilhadında şüphe yok; ikinciler ise, Allah'ın yarattığı bazı nesneleri, icraatında O'na ortak koşmakla şirke girmişlerdir; şirke girmişlerdir, zira tevhid düşüncesi; yaratan, inşâ eden, öldüren, dirilten, rızık veren, herkesi ve her şeyi görüp gözeten Kudreti Sonsuza -ne suretle olursa olsun- eş-ortak koşmayı şirk ve gayrimâkul kabul eder.
İşte bu açıdan, Kur'ân'ın temel disiplinlerinden biri olan tevhid anlayışı akla uygun (mâkul); varlığın, sebepler, tabiat ve daha değişik şeylere bağlanması ise akla aykırı (gayrimâkul)'dır. Burada, zıddın, zıddıyla ortaya çıkması açısından, sanki, aklî olana, gayrimâkul daha bir vuzuh kazandırıyor gibi bir durumun söz konusu olduğunu vurgulamada yarar var...
Evet, her şey tevhid-i hakikiye bağlanmadığı zaman, pek çok yaratan, inşâ eden, öldüren, dirilten, görüp-gözeten ilâh gücünde müessirlere ihtiyaç duyulacağı zarurîdir. Böyle bir şeye ihtimal vermek ise, zincirleme pek çok muhali (imkânsızlık) birden kabul etmek demektir ki, böyle bir şeyin akla aykırı olduğu açıktır. Kelâmcıların değişik ad ve unvanlarla çokça başvurdukları bu mânâdaki mâkuliyet ve gayrimâkuliyet, Bediüzzaman'da, ayrı bir Kur'ânî ses ve soluğa dönüşür ki: insan, imana müteallik konularda onu takip ederken, Kur'ân'ın, "aklî olan"a ve "olmayan"a yüklediği mânâları apaçık görür. Kur'ân: "Şayet yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar bulunsaydı, arz da, sema da fesada uğrardı." (Enbiyâ Sûresi, 21/221) gibi âyetleriyle sürekli bu konuyu muhakeme etmeye çağırır ve mantıklarımıza yeni yeni ufuklar açar.
Aslında Kur'ân, taabbüdî emirlerdeki aşkınlık müstesna, hemen her meselesini akıl, mantık ve muhakemeye tescil ettirerek mesajlarında ne aklî, ne kalbî, ne ruhî ne de hissî bir boşluğa kat'iyen meydan vermez. Aksine o, değişik türden hüküm ve iddialarını, mâkul olmayana bina etmiş birbirinden farklı pek çok hasım karşısında hep, salim düşüncenin, kurallı muhakemenin, disiplinli mantığın sesi-soluğu olagelmiştir; olagelmiş ve karşı tarafın ne kadar gayrimâkul türden mugalâtası, demagojisi, diyalektiği varsa hepsini susturmuş, bütün mücadelelerini zaferle noktalamıştır ki, biz buna, aynı zamanda hem Hak elçilerinin hem de akl-ı selimin zaferleri diyoruz.
Zatında, ileri-geri tarihî tekerrürler devr-i dâimi de, hemen her zaman, vahye karşı alâkasız kalınıp, aklî olanın ihmal edildiği dönemlerle, semavî aydınlanma ve aklın aktivitesini tam ortaya koyduğu devrelerin tenavübünden başka bir şey değildir. Ne zaman ki nebilerin neşrettiği ziyâ ile gönüller aydınlanmış, dimağlar tenevvür etmiş; cismâniyet ve madde kendi çerçevelerine çekilmiş, fizik de-metafizik de yerli yerine oturmuş; Mevlânâ'nın ifadesiyle "akl-ı semavî", Gazzalî'nin deyimiyle de "akl-ı meâd", "akl-ı meâş" ve "akl-ı türabî"nin önüne geçmiş; işte o zaman, yeni bir kalb ve kafa izdivacı gerçekleşerek yepyeni bir milat daha yaşanmıştır. Bu milat, varlığın yeniden yorumlanıp, çağın idraki açısından bir kere daha hakikî sahibine bağlanması ve insanoğlunun iç çelişkilerden kurtulması miladıdır.. ve ne zaman ki göklerin ışığı görülmez olmuş, akıl ihmale uğramış, düşünce devre dışı bırakılmış -özel mânâsıyla- mâkul bütünüyle unutulmuş, her yerde gayrimâkulun bayrağı dalgalanmaya başlamış.. kitleler iç içe tenakuzlara sürüklenmiş; fikrî, ruhî teşevvüşler içinde, bazen Zerdüşt'e, bazen Hz. Üzeyir'e, bazen Hz. Mesih'e Allah'ın oğlu denmiş ve O "üçlünün üçüncüsüdür" gibi çarpıklıklara düşülmüş, işte o zaman vahye ve akla bağlı bütün denge ve sistemler de alt-üst olmuştur.
Gayrimâkulün ortaya çıkışı bazen, "Vedd", "Yeğûs", "Yeûk", "Nesr" keyfiyetinde, bazen Mecusîlerde olduğu gibi "nur-zulmet" ikilemi tarzında, bazen küllî bir ruh biçiminde, bazen de "Lât", "Menât", "Uzzâ", "Nâile", "İsaf"... türünden değişik putlar, ateş, ırmak, yıldırım, rüzgâr... nev'inden, tabiat kitabının ürperten ve korku veren hâdiselerinden kaynaklanagelmiştir. Her zaman, eğriliğe ve inhirafa açık ruhlar, bazen "Vedd, Yeğûs, Yeûk, Nesr" hâdisesinde olduğu gibi, hüsnüniyetle başlayan bir çarpıklığa sürüklenmiş, bazen de mâkule ve semavî olana sırtlarını dönerek yanlış bir yola girmiş ve doğrudan uzaklaşmışlardır. Merkezde inhiraf açısı sezilemeyecek kadar küçük olduğundan, meselenin farkına varamamış, farkına vardıkları nokta olan muhit hattında da, açının genişliğine takılıp geriye dönememişlerdir. Sonra da en önemli gerçekleri bile değişik vehm ü hayallere bağlama yoluna sapmışlardır. İşte böyle bir gayrimâkuliyet ister ilâhî icraattan her birini açıktan açığa farklı putlara bağlama şeklinde olsun, ister bazı müşriklerin biraz mazeret biraz da demagoji olarak ileri sürdükleri "mütevassıt şefaatçiler" yaklaşımındaki kapalı irtibat biçiminde olsun, apaçık hem akla, hem de vahye karşı gelmektir ve düpedüz bir sapıklıktır.
Hemen her zaman mâkul olan tektir. Ondan sapılınca, farkına varılmadan gayrimâkul çokluğa düşülmüştür: Sâbiîler doğumu, ölümü, mutluluğu, mutsuzluğu, belâ ve musibetleri, bizim kader telâkkimize benzer şekilde, aya-güneşe, yıldızlara; animistler küllî bir ruha; Mecusîler, nura-zulmete ve putperestler de değişik ad ve unvanlar altında pek çok puta "Vahid-i Hakikî"nin yerine "kesir-i hakikî"yi ikame etmişlerdir. Sonra da, onları bu inhiraflarından vazgeçirmek isteyen ilâhî mesajlara karşı "Eski köye yeni âdet mi?" der gibi "Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yolda yürürüz." karşılığını vermiş ve yürüdükleri yolun, semavî ya da aklî olmasını hiç mi hiç düşünmemişlerdir.
Evet, onlar için bir şeyin aklî olup olmaması önemli değildi; önemli olan onların hevâ ve hevesleri ve işlerine geldiği yerde atalarını izlemeleriydi. Kur'ân, o günkü mukallitlerin şahsında, daha önceki ve sonraki bütün şabloncuları da: "Ya ataları hiçbir şey akledemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler olsalar da mı..! (doğrusu) inkâr edenlerin hâli, bağırıp çağırmadan başka bir şey duymayan çobanın hâline benzer; onlar sağır, dilsiz ve kördürler; bu yüzden de bir türlü akledemezler." (Bakara Sûresi, 2/170-171) diyerek akıllarını başlarına almaya çağırır.
Buna, Kur'ân-ı Kerim'in genel üslûbu nazarıyla da bakabiliriz. Evet Kur'ân yer yer, Efendimiz'in muasırı bulunan müşriklere aklın diliyle çağrıda bulunur.. mantığın lisanıyla ufuklarını açar.. muhakemenin gücüyle onlara mâkulü salıklar.. ve zaman zaman da tarihî tekerrürler devr-i dâiminden sahifeler açarak, serdettiği misallerle, o günkü şirk mantıksızlığının yanında, yarınki ilhad düşüncesini de sarsar ve değişik dönemlere akletme mesajları sunar. Peygamberler ve onların irşad sergüzeştîleri, küfür, ilhad ve şirkin her çeşidine karşı en canlı örneklerin sergilendiği bir meşher, en muknî hutbelerin îrad edildiği bir minber gibidir. Kur'ân, yer yer talebelerinin elinden tutarak o meşherlerde gezdirir ve zaman zaman da çıraklarına en inandırıcı seslerden hutbelerin en nefislerini dinletir.
Tevhid düşüncesinin en güçlü seslerinden biri olan Hz. İbrahim, Kur'ân-ı Kerim'de sık sık başvurulan bir örnektir. Bir bakarsınız o, putperest çağdaşlarının putlarını kırar, şirk düşüncelerini temelinden sarsar ve bir daha konuşamayacakları şekilde ağızlarına, akıl tezgâhından çıkmış fermuarlar vurur; onların şirk anlayışlarını semalara taşıyıp, yıldızlara, aya, güneşe ulûhiyet isnad etmelerine karşı da, âdeta semavî cisimlerin bağını çözüp dağıtarak, onları o çarpık rubûbiyet telâkkilerinin enkazı altında ezer ve arkadan gelenlere, Allah'a ulaştıran şehrahlar açar.
Her şeye rağmen gayrimâkulde ısrarlı olanlara da, sesini daha bir yükselterek: "Kasem olsun siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içindesiniz." (Enbiyâ Sûresi, 21/54) der. Bir de bakarsınız, onların putlarını kırmış ve dimdik ayakta o çarpık şirk mantığına karşı: "Siz, Allah'ı bırakıp, kimseye hiçbir faydası da, zararı da dokunmayacak olan nesnelere mi tapıyorsunuz? Yuf size de, o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (Enbiyâ Sûresi, 21/66) şeklinde haykırır; haykırır, hem o günkü müşriklerin hem de daha sonra gelen bütün putperestlerin ruhlarında ürpertiler meydana getirir.
Hz. İbrahim gibi, diğer büyük peygamberler de -değişik şartlar ve konjonktürel farklılıklara bağlı renk ve stil ayrılıkları mahfuz- hep aynı mesajları sunmuş ve aynı yolda yürümüşlerdir; Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Şuayb, Hz. Musa (sallallâhu aleyhim ve sellem) hemen hepsi de "akl-ı semavî" yolunu takip etmiş ve mâkulü salıklamışlardır. Buna karşılık, küfür, ilhad ve şirk cephesi ise, ömürlerini hevâ ve hevesin dar mahbesinde, atalarından tevarüs ettikleri anlayış ve düşüncelerin tutsağı olarak, çarpık duymanın, çarpık hissetmenin gel-gitleri arasında geçirmiş ve sürekli bir mantıksızlık sergilemişlerdir.
Bediüzzaman'ın, sık sık üzerinde durup, mutlaka okunmasını ve temâşâ edilmesini istediği kâinat kitabı ve varlık meşheri, mâkulü temsil eden enbiyâ, asfiyâ, evliyâ ve İslâm ulemasından tevarüs edilegelen bir anlayışın ifadesidir. Zamana bağlı çizgi farklılığı mahfuz, verilen mesaj ve takip edilen yol hep aynıdır; arz u sema tetkike tâbi tutulacak.. eşya ve hâdiseler hallaç edilecek.. her şey götürülüp gerçek sahibine bağlanacak.. sonra da vicdanlarda bu mâkuliyetin itminanı duyulacak ve mârifete dönüşen ilimler birer zevk-i ruhanî kaynağı hâline gelecek.. derken, yerküredekiler ve semadakiler aynı ruh haletini paylaşacak.
Kur'ân pek çok âyât-u beyyinâtıyla bize bu yolu salıklar ve mâkuliyeti, düşüncenin sonsuza bağlanması şeklinde yorumlar: Yerinde, "Onlar başlarının üstündeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi ve onda bir açık ve bir dengesizlik bulunmadığını düşünmezler mi? Biz, yeri de yayıp döşedik ve orada da, dengeyi sağlamak için ağır baskılı ulu dağlar yerleştirdik.. ve zeminde, gözleri-gönülleri açacak her çeşit bitkiden çiftler yarattık. Bütün bunları, Allah'a yönelen her kula, Yaradan'ın kudretini hatırlatması ve dersler veren birer basiret nişanesi, ibret numunesi olsun diye yaptık. Ardından, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilmeye müsait ekinler, salkım salkım meyveleriyle ulu hurma ağaçları yetiştirdik." (Kaf Sûresi, 50/6-10) diyerek, dikkatleri semalara, semalardan yerküreye, ondan da rızka çevirerek bizi, aklımızı kullanmaya, düşünmeye; imanda derinleşmeye ve mârifette zenginleşmeye çağırır. Yer yer mahsûsâtın önemini vurgulayarak, hemen her zaman gözümüz önünde bulunan küre-i arzı temâşâ etmeye davet eder ve "Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, bu sayede düşünüp duygulanacak gönüllere, hakikatin sesini işitecek kulaklara sahip olsunlar. Ne var ki kör olan onların gözleri değil, sinelerindeki basiretleridir." (Hac Sûresi, 22/46) der ve basireti kapalı gönüllerin mahrumiyetini vurgular. Zaman zaman da aklını, basiretini kullanmayanları tevbih sadedinde, "Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, inanmayanlar gelip geçerken (kasdî tetkike almadıklarından) yüz çevirmiş olurlar da farkına varamazlar." (Yusuf Sûresi, 12/105) ferman ederek niyet ve nazarın önemine dikkatleri çeker ve mücerret bakmanın bir mânâ ifade etmeyeceğini hatırlatır.
Kur'ân, kâinat kitabıyla alâkalı referanslarının yanında, ele aldığı konuları takdimdeki sağlamlığı, muhtevasının düşündürücülüğü, mesajlarının kuşatıcılığı, ifadelerinin sihri, üslûbunun müessiriyet ve inandırıcılığı ile de çok yönlü ayrı bir mâkuliyet örneği ortaya koyar. Evet o, sırtını vahye dayadığı gibi hep akıl yörüngeli bir yol takip eder. Bütün mesajlarını akla, mantığa, muhakemeye tesbit ve tescil ettirerek muhataplarının kapılarını çalar.. alâka uyaran bir üslûpla gönüllere yürür.. aklın, hissin, şuurun itirazlarına meydan vermeyecek bir çerçevede konuşur.. ve talebelerini mâkuliyet adına sürekli rehabilite eder. O, iç içe yüzlerce konuyu, tek bir mevzuun tahlilinde bile zor ulaşılır bir ahenkle sunmasından, her mesajındaki içtenlik ve tesirine, inanca açık gönülleri itminana ulaştırmasından mütereddit ruhları ikna etmeye kadar her mevzuda arkasını vahye dayar ve insanlarla alış verişini mâkulün yamaçlarında gerçekleştirir.
Bu açıdan diyebiliriz ki; eşyayı temâşâ edip hâdiseleri okuyabilenler, okuyup tevhide bağlayanlar mâkulü takip ettikleri gibi, Kur'ân'ı duyup, dinleyip içine sindirenler de hep aklî bir yol takip etmiş sayılırlar. Aksine, varlık ve hâdiselerin iç yüzüne nüfûz edemeyip dışında kalanlar, aklî bir yolda olmadıkları gibi, Kur'ân duymayan, dinlemeyen ve içine sindiremeyenler de aklın nurundan tam istifade edememişler demektir. Evet, varlık ve eşyanın okunup, düşünülüp değerlendirilmesi; değerlendirilip imana, mârifete, Yaratıcı'yla münasebete bağlanması mâkul; her nesne ve her hâdisenin değişik sebeplere, tabiata ve daha başka şeylere verilmesi de akıl dışıdır. Yaratıcı'nın varlığı, birliği, şerike, nazire, yardımcıya muhtaç olmayışı mâkul; her şekliyle şirk ve ilhad düşüncesi ise gayrimâkuldür. Eşya ve hâdiselerin şerh ve izah edilmesi, varlığın yorumlanarak bir gerçeğe bağlanması için, Allah'la insanlar arasında bir kısım elçilerin gerekliliği mâkul; nübüvvet ve ilâhî mesajları kabul etmeme ise gayrimâkuldür. Risaleler'deki mülâhazalarla, bu çerçeveyi bütün iman esaslarını içine alacak şekilde genişletmek mümkündür. Ben şimdilik bu kadarının yeterli olabileceği düşüncesiyle, böyle bir genişlik içinde konunun mütalâasını, İslâm mütefekkirlerinin kitaplarına havale edip geçiyorum.
Bir diğer zaviyeden, anlama, idrak etme, kavrama mânâlarına gelen akıl; şöyle-böyle tarifi içine giren hususları kavramada önemli bir vasıta ve ruhun hayatî dinamiklerindendir. Anlaşılacak şeyler onunla anlaşılır, onunla kavranır, onunla değerlendirilir ve onunla bir neticeye bağlanır ki, aksi ahmaklık, aptallık ve idraksizlik demektir. Ahmak, aptal ve idraksizler, mâkul olmayan yolların avâre ve gayesiz yolcuları gibidirler ki; ne kâinat kitabını anlar, ne eşya ile hemhâl olabilir, ne Kur'ân'ı duyar ne de mükellefiyet sırlarına akıl erdirebilirler.. evet böylelerinin, dini de, dinin ruhunu da, varlığın hedef ve gayesini de bilmeleri mümkün değildir. Peygamberimize isnad edilen bir sözde "Ahmak bizim düşmanımızdır." denir. Mevlânâ, bu sözü serlevha yaparak o engin söz üstadlığıyla içini şöyle döker:
"Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): 'Kim ahmak ise o bizim düşmanımızdır; yol kesen eşkıyamızdır.' der. Akıllı kişi bizim canımızdır. Ondan gelen serin esinti bize bir reyhan ve fesleğen kokusu getirir. Akıl kızıp bana sövse de, ben başımı eğer, ona ses çıkarmam; çünkü o, her zaman bana feyiz bahşeden Zât'tandır... Aksine, ahmak gelip ağzıma helva koysa da, ben onun helvasından ateşlenir ve hasta olurum."
Diğer tasavvuf büyüklerine göre de, ötelerden beslenen semavî akıl, cismanî arzuların boynunda bir kement gibidir. Hırs, öfke, şehvet gibi bedenî istekler o zinciri kırmadan kat'iyen kendilerini ifade etme fırsatını bulamazlar. Bu mânâdaki akıl, insanî değerleri korumanın polattan kilidi ve ebedî saadetlerin de büyülü anahtarıdır. Akıl, nefse bağlı arzuların çenesinde bir gem, ağzında bir fermuar ve ruhu sonsuza uçuran bir melek kanadıdır. Nefis, her an ayrı bir hezeyanla insanı, çok değişik problemlere sürüklemesine karşılık, akıl, onun oyunlarını bozan semavî bir güçtür; hem öyle bir güçtür ki, eğer kalbe bağlanıp onun vâridâtıyla beslenmesini sürdürebilirse, onun yere serip üzerine çullanamayacağı düşman yok gibidir. Aksine eğer o, kalbten koparılarak semavî iken türabîleştirilirse, o zaman da düşmanlara rehberlik yapan bir haine dönüşür; gider şehvetin yanında yerini alır.. kine-nefrete arka çıkar.. cerbezeye girer ve semavîliğe karşı koymaya çalışır.. diyalektiğe dalar ve bâtılı hak göstermeye başlar, demagojiyi mârifet sayarak, sürekli ihtilaf ve iftiraklara sebebiyet verecek şekilde tartışmalara girer; girer ve başkalarını mağlup edip utandırmayı bir zafer gibi görür.. sık sık kalbini öldürür ve onun enkazı üzerinde nefsine otağlar kurar.. her gün birkaç defa şeytanı sevindirecek levsiyat içine girer ve ruhunu dinamitler.
İşte, bu ölçüde bağını koparmış ve bir azgınlık unsuru hâline gelmiş akıl da, yine Mevlânâ'nın ifadesiyle, bir vehim ve zan kaynağıdır. Bu azgın akıl, Hz. Mustafa'nın (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde mutlaka kurban edilmeli, sonra da "Hasbiyallah" denilerek Allah'a yürünmelidir. Fuzûlî merhumun da, bu meş'um akla diyeceği bir çift sözü vardır:
"Ben akıldan isterim delâlet,
Aklım bana gösterir dalâlet.."
Hollandalı, "Deliliğe Methiye" yazarı Erasmus, böyle bir akla karşı hep müstehzîdir ve alaylı bir şekilde onun hiçbir şeye yaramadığını hem de ısrarla vurgular.
"Kıymetli şeyler bozulunca zararlılardan daha zararlı hâle gelir." vecizesinden hareketle diyebiliriz ki, insanı diğer canlılardan ayıran bu en önemli derinlik, onu Allah'ın muhatabı olma seviyesine yükselten bu yüce cevher, keza onu kalbî ve ruhî hayata yükseltmede ilk muallim ve rehber, vahiyle beslenip semavîliğini koruduğu, kâinat kitabını okuyup mütalâalarını mârifete çevirebildiği sürece meleklerden farksızdır. Allah'tan kopup, tabiat ya da nefse bağlandığında da, insan bünyesinde bir yılan, bir akrebe dönüşür ve onun ebedî dirilişinin âb-ı hayatı iken, ebediyen ölümünün zehiri hâline gelir.
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1999, Sayı 45
- tarihinde hazırlandı.