Kitabet Açısından Kaza ve Kader
İlim açısından, gelecekte olacakların geçmişte tayin ve takdir edilmesi ve bunların vakti gelince ortaya çıkması kaza ve kadere ait İlâhî bir tesbit, eşya ve hâdiselerin vukuu anında yazılmış olması da insanın muhasebe-i a'mâliyle alâkalı bir kitâbettir. Gece gündüz şeridine takılmış gibi her an olup bitenler ve bizim hayat serüvenlerimiz her an yazılıp durmaktadır. Biz buna da 'yevmî tayin ve takdir' diyoruz.
İmam-ı Mübîn'den (kaderî levhalar) istinsah edilerek, Kitâb-ı Mübîn'e kaydedilen ve Kur'ân-ı Kerim'de:
كِرَاماً كَاتِبِينَ * يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ'Yaptıklarınızı bilen mükerrem melekler' (İnfitar, 82/11-12) şeklinde anlatılan meleklerin yazdığı bir tayin ve takdir de vardır.
وَكُلَّ اِنسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَآئِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَاباً يَلْقَاهُ مَنشُوراً âyeti bize bunu anlatmaktadır: 'Her insanın işlediklerini boynuna sararız. Kıyamet günü açılmış bulacağı bu kitabını önüne çıkarırız.' (İsra, 17/13) fehvasınca ötedeki muamele de bu kitabet üzerine cereyan edecektir.
Demek oluyor ki, önce haricî vücudu olmayan bir ilmî kitabet vardır ki, biz ona Levh-i Mahfuz diyoruz. Bir de daha sonra meleklerin yazdığı ve haricî bir vücudu olan kitap var ki bunda da insanların yaptıkları tesbit edilip kaydedilmiştir. Aslında bu iki kitap karşılaştırıldığında en küçük bir harf değişikliği dahi olmadığı müşahede edilecektir. Yani insan, daha önce kendisi için ne tayin, takdir ve tesbit edilmişse hep onu yapmıştır. Ancak, daha önce ilmî vücuduyla var olan kitabın, haricî vücud giymesine sebep bizim irademizdir. Çünkü ikinci kitâbet bizim irademiz nazara alınarak yapılmaktadır.
Mahkeme-i Kübra'da hüküm verilirken bu her iki kitabın mukabelesine göre hüküm verilecektir. Bu mukabelede melek 'Ben şunları yazdım' diyecek, Cenâb-ı Hak da bir kitap gösterecek ve 'Ben de bütün onun yapacaklarını bildiğim için şunu yazmıştım' diyecek. Ve orada görülecek ki, her iki kitap da birbirinin aynı... Yani bu kitaplardan birini elinde tutan melek, diğerini ise Allah'tır (cc). O melek ki, adı Cenâb-ı Hak tarafından 'Kirâmen Kâtibîn' olarak tesbit edilmiştir. Şânı çok yüce meleklerdir. Pes ve düşük şeylerden muallâ ve yücedirler. Kötülük semt-i melekiyetlerine asla sokulamayan bu meleklerin kaydettikleri de kaza ve kadere ait ikinci yöndür.
Evet, Allah (cc), evvela bütün hâdiselerin plânını çizer; ilmî bir vücud verir. Sonra da bu ilmî vücud üzerinde kudret ve iradesini taalluk ettirmek suretiyle bunlara haricî vücud bahşeder. Binaenaleyh, evvela her şey ilmî vücuddaki durumuna göre yazılır. Sonra da insan tamamen o yazılanlara uygun ve mutabık hareket eder. Bu defa da onları melekler yazar.
Şimdi bu meseleyi bir âyetin ışığı altında izâha çalışalım:
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ اْلأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ 'Kasem olsun Biz, Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık: 'Yeryüzüne benim salih kullarım vâris olacaktır.' (Enbiya, 21/105)
Zikir, ya öğüt ve nasihat demek veya burada Tevrat mânâsına gelir. Ya da daha şümullü bir mânâ ile 'Levh-i Mahfûz' demektir. bu takdirde âyeti şöyle izah etmek mümkündür: Biz, Levh-i Mahfuz'a yazdıktan sonra, diğer peygamberlere gönderdiğimiz kitaplarda da, Levh-i Mahfuz'dan istinsah ile şöyle yazdık ki, yeryüzüne ancak benim sâlih kullarım vâris olacaktır.
Yerin hakiki ve uzun süreli hâkimi sadece sâlih kullardır. Diğerlerinin hâkimiyeti bir şimşeğin çakıp sönmesi gibi geçicidir. Yeryüzünde, dâimi bir yenilenme ve teceddüt ile hâkimiyeti devam eden ancak sâlih kullar ve sâlih kullar tarafından teşekkül ettirilmiş sâlih milletler ve sâlih topluluklar olacaktır. Levh-i Mahfuz'da bu bir kanun olarak tesbit edilmiş, sonra da oradan alınarak Zebur'a kaydedilmiştir. Evet, Hz. Davud'un eline verilen tahrif olmamış Zebur'da böyle İlâhî bir kanun vardır.
Cihanın şarkında ve garbında, Allah'ın istediğinin dışında zuhur eden sistemler, her yerde boy gösteren Firavun ve mütemerrid insanlar belli bir süre ve geçici bir dönem için hükümfermâ olabilirler. Bu, Levh-i Mahfuz'da ve Zebur'da yazılı olan ve Kur'ân'da da haber verilen ve kaydedilen kanuna muhalif değildir. Zira söz konusu olan miras devamlı ve uzun süreli olan hakimiyettir. Diğerlerinin geçici galebe ve hakimiyeti ise sadece Müslümanların kendilerine gelip toparlanmalarına sürat kazandırmak hikmetine mebnidir. Bu ilahî bir kanundur.. ve bu kanunu değiştirmeye de hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.
Yaşadıkları devirde kimde salih ahlâk varsa veya diğerlerine göre salih ahlâk kimde daha fazla ise, yeryüzünün hakimi onlar olacaktır. Ancak bu mevzudaki nokta-i nazarımız şudur: Salih ahlâkı sadece ara sıra mescide gelmek şeklinde anlarsanız aldanırsınız. O bütün bir hayat itibarıyla nebi ahlâkıyla ahlâklanma demektir. Bu ahlâkta, eşya ve hâdiseleri anlama, insan ve kâinat arasındaki münasebeti kavrama vardır. Ve yine bu ahlâkta, iç derinliği ile dış tefekkürü aynı ölçüde koruma kabiliyet ve meziyeti vardır. Böylece sonsuzu yakalayabilen insan hakiki mânâda salahı da yakalamış olandır.
Yeryüzünde anarşi çıkaranlar, cinayete cinayetle karşılık verenler, siyasî ve politik meselelerle halkı ve bilhassa gençleri iğfal edenler, umumun efkarını kendi istikametlerine meylettirebilmek için durmadan slogan üretenler, meşvereti bırakıp akıllarına güvenenler hakiki mânâda aslâ bu hakimiyeti kuramayacaklardır. Bir gün güneşin doğmasıyla onlar da nasıl bir zifiri karanlık içinde yol almaya çalıştıklarını mutlaka anlayacak ve hatalarını itiraf edeceklerdir, evet insan kerim olarak yaratılmıştır.. ve bir gün mutlaka çizgisini bulacaktır. Aksine bu, şu ilâhî kanunun doğru olmadığı mânâsına gelir. Halbuki Allah (cc):
إِنَّ اللهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ 'Bir kavim kendini değiştirmedikçe Allah da onları değiştirmeyecektir.' (Ra'd, 13/11) buyurmaktadır.
Ve diğer ilâhî bir kanunla da bu husus perçinlenmiştir: لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللهِ'Allah'ın yarattığında değişiklik yoktur.' (Rûm,30/30)
Bir millet azizken, Allah onları zelil kılmaz. Bir millet başlara tâc iken, Allah onları ayaklar altında çiğnetmez. Ama millet kendi özünde değişikliğe uğrarsa, Allah da onları değiştirir. Bu müsbet mânâda da, menfi mânâda da böyledir. Öyle ise evvela 'Nefsinizi koruyun!' Nefsinizde derinleşin. İçinizi fethetmeye çalışın. Eğer fâtih olmak istiyorsanız, evvelâ nefis kalesini fethetmekle işe başlayın. İç dünyasında fâtih olmayanın hariçte yapacağı hiçbir şey yoktur.
Allah, ittika eden ve ihsan sırrını kavrayanlarla beraberdir. Bu sırrı kavrayanlar maiyet-i ilahîye girmiş, demektir. Nedir ihsan sırrı? O, Mevlâ'yı görüyor gibi kulluk yapma şuurudur. O, iç aydınlığıdır, duyguların derinleşmesidir, ummanlaşmasıdır.. ve ferdin, benliğinin esiri olmadan kurtulup içe nüfuz etme melekesini kazanmasıdır.. dış fethi içten başlatmak ve fethin her merhalesinde bu keyfiyeti korumaktır. Bir diğer mânâda o, tüm salaha ermektir..
Bu uzun mevzua, kitabetten intikal etmiştik. Asıl meselemiz Cenâb-ı Hakk'ın bu ve benzeri bazı kanunları, Levh-i Mahfuz'da değişmeyen, sabit bir yazı ile tesbit etmiş olmasıdır. Ancak bu meselenin ehemmiyetinden ötürü, kader ile münasebet çerçevesini aşmamak kaydıyla, mevzu ile alâkalı şu âyeti de nakletmeden geçemeyeceğim. Bu âyette de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي اْلأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لاَ يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
'Allah içinizden inanıp salih amel işleyenlere, onlardan öncekileri halife kıldığı gibi onları da halife kılacağına, onlar için seçtiği dini bütünüyle yaşanır ve tatbik edilir hâle getireceğine ve korkularını emniyete döndüreceğine söz vermiştir. Çünkü onlar Bana kulluk eder ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkar eden kimseler, işte onlar fâsıkların tâ kendisidir.' (Nur, 24/55)
Allah (cc), iman edip sâlih amel işleyenlere va'dediyor. Bu va'd, sözünden dönmesi muhal olan Allah'ın va'didir. O verdiği sözü yerine getirmeye muktedirdir. Ve O, her şeyin yegane hakimidir. Öyle ise, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünün halifesi yapacağını va'deden Allah (cc), mutlaka bu sözünü yerine getirecektir.
O zaman içtimaî hayatın dizgin ve ipleri sizin elinize geçecek, iktisadî hayat sizin tanziminizle yeniden şekillenecek, ferdî ve ailevî terbiye yeniden düzene sokulacak.. evet işte o zaman cihanı siz idare edeceksiniz. Söz sizde bitecek. Yuvarlak masaların etrafında dünyayı kendi aralarında taksim edenler, bundan böyle karar alırken sizin yüzünüze bakacak ve sizin buyruğunuz doğrultusunda içtimaî coğrafyaya yeni yeni şekiller verecek, sizin jest ve mimiklerinizden ve sizin bakışlarınızdan mânâ kapmaya çalışacaklardır.. ve siz yine tarihinizde olduğu gibi tâclar giydirip tâclar çıkartacaksınız. Krallar sizin kapınızda kapıkulu muamelesi görmeyi hayatlarının en şerefli payesi bilecek ve ağzınızdan çıkan her sözü emir telakki edecekler. Siz bir şeye evet, dediğinizde o iş olacak, hayır, dediğinizde de tekliften ve yürürlükten kaldırılacak. Çünkü o gün yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın tayin ettiği sultan siz olacaksınız...
Bunu, ütopik birer ümniye olarak kabul etmeyin. Zira mazide salahı elde edenlerin hepsi bu zirvelere ulaşmıştı; zira bu ilâhî kanun bütün zaman ve mekanlar için geçerlidir. Siz salahı elde ettiğiniz gün, aynı neticeler sizin için de muhakkak ve mukadder olacaktır.
Demek oluyor ki, iki ayrı yazılış söz konusu: Birincisi Levh-i Mahfuz'a kaydedilip yazılanlardır ki, her şey orada ilmî vücuduyla kayıtlıdır. İkincisi ise teker teker vücuda gelen hâdiselerin yazılıp kaydedilmesidir. Burada ise eşya ve hadiseler haricî vücud noktasında ortaya çıkmaktadır. Ve, bunlardan iradî olan fiillerin sorumluluğu da tamamen iradenin kendisine aittir.
Şu âyet her iki yazılışı da birden zikretmekte ve bir bakıma anlatılanların esasına parmak basmaktadır:
إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ 'Muhakkak ki, ölüleri dirilten, işlediklerini ve geride bıraktıklarını yazan Biziz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.' (Yasin, 36/12)
İnsanın yaptığı bütün ameller ve geride bıraktığı sadaka-i cariyeler hep bir bir yazılır. İşte bu ikinci yazılıştır. Fakat her şey daha önce ilmî vücuduyla yazılmıştır. İşte: وَكُلَّ شَيْءٍ أحْصَيْنَاهُ âyeti de bize bunu anlatmaktadır.
Levh-i Mahfuzda her şeyin yazılmış olduğunu ve hiçbir şeyin ihmale uğramadığını da şu âyetde gayet açık bir şekilde izah etmektedir:
وَمَا مِن دَآبَّةٍ فِي اْلأَرْضِ وَلاَ طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلاَّ أُمَمٌ أَمْثَالُكُم مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ 'Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer ümmettir. Kitap'ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.' (En'am, 6/38)
Müfessirlerin bir kısmı bu âyette geçen Kitab'ı, Kur'ân şeklinde anlamışlarsa da onların büyük ekseriyeti Kitab'a, Levh-i Mahfuz mânâsını vermişlerdir.
كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ شَيءٌ غَيْرَهُ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ وَكَتَبَ فِي الذِّكْرِ كُلَّ شَيْءٍ 'Allah vardı ve hiçbir şey yoktu. Tasavvur ve düşünce olmadığı için, yokluğu düşünmek de yoktu. Arşı mâ üzerindeydi. (Allahu a'lem Rahmanın arşı esir maddesi üzerindeydi). Ve Allah Zikir'de her şeyi yazdı, tesbit etti. Sonra o program üzerine de kainatı yarattı..'[1]
Bu birinci kitabeti, iradî fiilerde ikinci bir kitabet takip ediyor. Her şey oluş sırasına göre yazılıyor. Ve bu kitabet de kaderin ikinci vechesini meydana getiriyor.
[1] Buharî, Bed'ül-Halk, 1; Tirmizî, Tefsir-i Sure (5) 3
- tarihinde hazırlandı.