Cihadın Çeşitleri
a) Büyük Cihad-Küçük Cihad
Cihad-ı asgar (küçük cihad), sadece cephelerde eda edilen bir cihad şekli değildir. Bu şekilde bir anlayış, cihad ufkunu daraltmak olur. Cihadın yelpazesi, şarktan garba kadar geniştir. Bazan bir kelime, bazan bir susma, bazan sadece yüzünü ekşitme, bazan bir tebessüm, bazan bir meclisten ayrılma, bazan da bir meclise girme, kısacası, yaptığı her işi Allah için yapma ve bu yolda sevgi ve öfkeyi O'nun rızasına göre ayarlama, bütünüyle İslâmî cihadın şümulüne girer. Bu şekilde hayatın her sahasında, cemiyetin her kesiminde, toplumu ıslah adına sürdürülen bütün gayretler bu cihad cümlesindendir. Aile, yakın ve uzak akraba, komşu ve belde, derken daire daire bütün dünya sathında yapılan her cihad, cihad-ı asgardır.
Cihad-ı asgar, bir mânâda maddîdir. Manevî cepheyi teşkil eden büyük cihad (cihad-ı ekber) ise, insanın iç âlemiyle nefsiyle olan cihadıdır ki, bunların ikisi birden ifa edildiği zaman istenen denge tesis edilmiş olur. Aksine bunlardan birisi eksik olduğu zaman cihad esprisindeki muvazene bozulur.
Mümin, bu muvazene içerisinde yapacağı cihadla dirliğini ve diriliğini bulan insandır. Ve o, cihadı bıraktığı anda öleceğini bilir. Evet, mümin ağaç gibidir; meyve verdiği sürece canlılığını korur; meyve vermediği zaman da kurur gider.
Ne kadar bedbin ve karamsar insan varsa hepsini tedkik edin, onların cihadı terketmiş olduklarını görürsünüz. Bunlar, Hakk ve hakikatı başkalarına anlatmadıkları için, Allah da füyuzatlarını kesmiş; dolayısıyla da bunlar içleri itibariyle kaskatı ve kapkaranlık kalmışlardır. Halbuki cihad edenler her zaman aşk u şevk içindedirler, içleri apaydın, duyguları dupduru, birleri bin etme peşindedirler. Evet, her cihad, onlarda yeni bir cihad düşüncesi uyarır ve böylece salih bir daire teşekkül eder. Her hayır, başka ve yeni bir hayra vesile olur; onlar da hayırlar içinde yüzer giderler.
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ الله لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ
"Amma, bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir" (Ankebût, 29/69) ayeti gönüllerimize bu hakikati duyurmaktadır.
b) Allah'a Götüren Yollar
Allah'a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı mahlukatın nefesleri adedincedir. Allah, kendisi için cihad edenleri mutlaka bu yollardan birine veya birkaçına hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa önlerine çıkarır ve şer yollardan onları korur.
Allah'ın yolu Sırat-ı Müstakim'dir. Onu bulan bir insan, her şeyde orta yolu tutmuş sayılır. Artık o, gazapda, akılda, şehvette olduğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu da Allah'ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir. Fedakârlık derecesi ne olursa olsun, dışa karşı verilen bu kavga, bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması, büyük cihada nisbetledir; yoksa bu cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur; aksine kazandırdığı netice pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bu yolda gâzi olup cennete namzet olma, şehid olup berzah hayatını dipdiri yaşama ve her ikisinin sonunda Allah'ın rızasına erme söz konusudur. Evet, böyle bir neticeyle sonuçlanan cihad nasıl küçük cihad olabilir ki?..
Küçük cihad, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda mükellefin bekleneni eda etmesidir. Büyük cihad ise, kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kibir ve fahir gibi nefis mekanizmasına ait ne kadar yıkıcı, tahrip edici ve insanî kemâlâttan alıkoyucu duygu ve düşünce varsa, bütününe karşı birden kavga ilân etmedir ki, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır. Bu sebeple de ona "büyük cihad" denilmiştir.
Hayatın ego yörüngeli olması önemli bir tehlikedir. İnsan, maddî cihadda bulunduğu sürece çok kere kendini dinlemeye vakit bulamaz ve böylece bu tehlikeyi atlatmış olur. Diğer önemli tehlike ise maddî cihad terkedildiği zaman baş gösterir ki, o da kalbî ve ruhî hayat adına pörsüyüp çürümektir. Evet, bu duruma maruz kalan bir insanı kötü düşünceler dört bir tarafından sarar ve onun manevî hayatını felce uğratır. Bu itibarla da maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur. İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz, bir gazadan dönerken küçük cihaddan büyük cihada dönüldüğüne aşağıdaki ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır.
"Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz." Sahabe "Büyük cihad nedir?" "Nefis ile olan cihaddır."[1] Aslında bunun mânâsı şudur: İman ettik, cihad yaptık, gaza şerefiyle şereflendik; belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize rahat ve rehavetin çökme ihtimali söz konusudur; hatta bazılarımızın nefsine kendini beğenmişlik duygusu bile gelebilir.. veya daha başka yollarla nefs-i emmare, ruhlarımıza girip onu ifsad edebilir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır; mülahazasıyla daha bir gerilime geçerek sürekli tetikte bulunmak gerekecektir.
Bu sözün muhatabı sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizler olsa gerek. Dolayısıyla bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz icab edecektir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve iç murakebeden uzak bulunuyorsa o insan, tehlike sınırları içinde dolaşıyor demektir.
c) O'na Ait...
Asr-ı Saadet'in insanı, harp meydanlarında kavga verirken arslanlar gibi dövüşür, gece olunca da hepsi birer derviş kesilir ve sabahlara kadar ibadet ve zikirle Cenab-ı Hakk'a kullukta bulunurlardı. Sanki onlar gündüzleri hiçbir iş görmeyen o cengaverler değil de, hayatlarını bir köşede, inziva ve ibadetle geçiren zahidlerdir. Fakat onlar bunu rehberleri, rehnumaları olan Peygamberlerinden görmüşlerdi. İşte O ve O'nun ardındakilerden birkaç kesit:
Efendimiz, bir cesaret abidesiydi. Hatta Hz. Ali gibi şecaat örneği kahramanların itirafıyla, harb meydanında endişe ve korkuya kapılan her sahabi, O'nun arkasına saklanır ve kendini emniyete alırdı. Mesela, Huneyn'de öyle celallenmiş ve kükremişti ki, atının dizginlerini tutmakta zorlanmışlardı. O ise:
أَنَا النَّبِيُّ لا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبَ
"Ben Peygamberim, bunda yalan yok. Ben, Abdülmuttalib'in torunuyum"[2] diyerek atını da mahmuzlamış ve düşman saflarına doğru yürümüştü.
Bu şecaat ve kahramanlık abidesi insan, ibadetlerinde de aynı derinlikte bir kulluk abidesiydi.
وَفِي صَدْرِهِ أَزِيزٌ كَأَزِيزِ الْمِرْجَلِ مِنَ الْبُكَاءِ
Bu hadisin ifadesiyle namaz kılarken sinesi ağlamaktan dolayı kaynak ve tencere gibi ses çıkarırdı.[3] Ağlayıp gözyaşı döktüğü zaman da çevresindekileri rikkate sevkederdi.[4] Bazan günlerce oruç tutar, "savm-ı visal' yapardı.[5] Bazan sabaha kadar namaz kılar ve ayakları şişerdi. Hatta Hz. Aişe validemiz, bu tehalükü çok görerek,
لِمَ تَصْنَعُ هَذَا يَا رَسُولَ اللهِ وَقَدْ غَفَرَ اللهُ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّر
"...gelmiş geçmiş günahları affolan Sen, niçin bu kadar kendini yoruyorsun" diye sormuştu. O,
قَالَ: أَفَلا أُحِبُّ أَنْ أَكُونَ عَبْدًا شَكُورًا
"Allah'a çok şükreden bir kul olmayayım mı?" cevabını vermişti.[6]
Yılan ve çıyanlara aldırış etmeden Sevr mağarasında bulunduğu esnada, müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmiş ve Hz. Ebu Bekir, O'nun namına heyecanlanınca, gayet sakin:
يَا أَبَا بَكْرٍ مَا ظَنُّكَ بِاثْنَيْنِ اللهُ ثَالِثُهُمَا.. لا تَحزَن إنّ اللهَ مَعَنا
"Ey Ebâ Bekir korkma, Allah bizimledir" buyurmuştu.[7] İşte bu korkusuz şahıs, Kur'ân dinlerken öyle rikkate geliyor, öyle gözyaşı döküyordu ki, âdeta nefesi kesilecek gibi oluyordu. Mesela, bir keresinde İbn-i Mesud'a "Bana Kur'ân oku" demiş. O da edep içinde "Ya Rasulallah, Kur'ân sana nazil olurken ben sana Kur'ân mı okuyacağım?" cevabını vermiş ise de, Allah Rasulü, ısrar gösterip "Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim" buyurmuşlardı. Bunun üzerine İbn-i Mesud, Nisa sûresini okumaya başlamış.. bir hayli devam ettikten sonra
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاءِ شَهِيدًا
"Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve seni de hepsine şahid kıldığımız o gün nasıl olacak!" (Nisa, 4/41) mealindeki ayete gelince, Allah Rasulü artık dayanamaz hale gelmiş ve eliyle "yeter! yeter!" demişti. Gerisini İbn-i Mesud'dan dinleyelim: 'Sustum, dönüp baktım ki, Allah Rasulü hıçkıra hıçkıra ağlıyor."[8]
O, bir kalp ve gönül insanıydı. Maddî cihadda da, manevî cihadda da hep en öndeydi. Evet ümmetini istiğfara teşvik ediyor, ama kendisi yine önde yürüyordu.
وَاللَّهِ إِنِّي لأَسْتَغْفِرُ اللَّهَ وَأَتُوبُ إِلَيْهِ فِي الْيَوْمِ أَكْثَرَ مِنْ سَبْعِينَ مَرَّةً
"Allah'a kasem olsun! Ben, her gün yetmişten fazla istiğfar eder ve O'na yönelirim"[9] sözleri ne düşündürücü bir referanstır!
Büyük cihadda muvaffak olan bir insanın ekseriyet itibariyle, küçük cihadı kazanmasına da muhakkak ve mukaddes nazarıyla bakılabilir. Fakat, büyük cihadda kaybeden insanın küçük cihadda kazandığı ya hiç görülmemiştir veya enderdir. Öyleleri, iş ve hizmeti bir yere kadar götürebilseler dahi, neticeye varmaları mümkün değildir.
Hz. Âişe validemiz anlatıyor: "Allah Rasulü bir gece bana hitaben; "Ya Aişe!" dedi, "müsaade eder misin, bu gece Rabb'imle beraber olayım?" (O, Rabbiyle beraber olmak için bile hanımından müsaade isteyecek kadar incelerden ince bir insandı. Asalet ve incelik O'nun önemli bir derinliğiydi). Hz. Aişe "Ya Rasulallah! seninle olmayı isterim; fakat senin istediğini daha çok isterim" deyince, Allah Rasulü abdest alır, namaza durur, kıraatinde:
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالأَرْضِ وَاخْتِلافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لآيَاتٍ لأُولِي الأَلْبَابِ
"Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden pek çok deliller vardır" (Âl-i İmrân, 3/190) ayetini okur; okur ve sabaha kadar gözyaşı döker.[10]
Allah Rasulü, bazen de hanımını uyandırmamak için, hiç sormadan kalkar ve ibadet ederdi. Yine Hz. Aişe validemiz anlatıyor: "Bir gece uyandığımda Allah Rasulü'nü bulamadım. Hemen kıskançlık damarım kabardı; acaba diğer hanımlarından birinin yanına mı gitti, diye düşündüm. Yerimden doğrulurken elim, karanlıkta Allah Rasulü'nün ayaklarına ilişti. Baktım ki, Allah Rasulü secdeye kapanmış birşeyler okuyor. Okuduğu duaya kulak verdim, şunları söylüyordu:
لَّهُمَّ ! اَعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكَ وَبِمُعَافَاتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ وَاَعُوذُ بِكَ مِنْكَ (اي من قهرك بلطفك ومن جلالك بجمالك ومن جبروتك برحمانيتك ورحيميتك) لاَ اُحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ. اَنْتَ كَمَا اَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ'
"Allah'ım, Senin gadabından, öfkenden Senin rızana sığınıyorum. Ukubetinden bağışlamana sığınıyorum. Allah'ım, Senden yine Sana sığınıyorum (Kahrından lütfuna, celalinden cemaline ceberutiyetinden rahmaniyet ve rahimiyetine sığınıyorum). Ben, Seni sena edemem. Sen Seni sena ettiğin gibisin."[11] İşte Allah Rasulü ve işte O'nun iç derinliği ve cihad-ı ekberi!
d) O'nun Ardındakiler
Allah Rasulü nasıl yaşarsa sahabe de aynen öyle yaşamaya çalışırdı.
Zira sahabe, öbür tarafta O'nunla beraber olabilmenin, burada O'nu adım adım takip etmekten geçtiğinin şuurundaydı. Hatta onların arasında Sevban gibi öyleleri vardı ki, Allah Rasulü'nden ayrı kalma düşüncesi bile akıllarına geldiğinde, iştahtan kesilir ve rahatsız olurlardı.
Efendimiz bir cihada çıkmış, Sevbân ise bu seferde O'nunla bulunamamıştı. Allah Rasulü döndüğünde herkes gelip kendisini ziyaret ederdi. Bunlar arasında Sevban da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir deri bir kemik kalmıştı. Şefkat Peygamberi sordu: "Sevban ne bu halin?" Şöyle cevap verdi: "Ya Rasulallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allah Rasulü'nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir alemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah'ın Rasulü ve makamı da muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennete girmiş dahi olsam, Allah Rasulü'nün gireceği cennete girebilmem mümkün değildir O halde ben O'ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hale düştüm."
Allah Rasulü, bu dertli insana, derde derman şu ölümsüz ifadeleriyle karşılık verdi:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ
"Kişi sevdiğiyle beraberdir."[12]
Kişiyi sevmek, ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olur. Gerçekten de sahabe, bu mevzuda alabildiğince hassastı.
Bir başka misal; bir muharebe gecesinde iki sahabi nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine, "Sen istirahat et de biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım" der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri de namaza durur. Bir ara düşman vaziyeti anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabiyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak o, namazını bitirinceye kadar dayanır ve namazını bitirdikten sonradır ki, yanındakini kaldırır. Arkadaşı, onun durumunu görünce hayretten dona kalır ve 'niçin birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?" der. Cevap şöyledir: "Namaz kılıyor ve Kehf suresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.."[13]
Demek, huzur onu böyle çepeçevre kuşatmıştı. Sanki namazda Kur'ân okurken, Kur'ân bizzat ona nazil oluyor ve sanki Cibril, onun ruhuna Kur'ân solukluyordu da, o da böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan okun acısını dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü...
Bir gün Hz. Ömer'e kızı Hafsa validemiz; "Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor ve daima yeni yeni heyetler kabul edip, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?" der.
Hz. Ömer, kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa döner. Allah Rasulü ve Hz. Ebu Bekr'i kastederek:
اَمَا وَاللهِ لَئِنْ اسْتَطَعْتُ لأُشَارِكَنَّهُمَا بِمِثْلِ عَيْشِهِمَا بِمِثْلِ عَيْشِهِمَا الشَّدِيدِ. لَعَلِّي اُدْرِكُ مَعَهُمَا عَيْشَهُمَا الرَّخَى
"Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim? Doğrusu, dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette de onlarla beraber olabileyim"[14] cevabını verir.
Allah Rasulü ve sahabenin yolu budur. Onlar, her zaman Cenab-ı Hakk'la sıkı bir irtibat içinde oldular. Onların zikir ve ibadetleri, o kadar çok ve derince idi ki onları görenler, ibadetten başka hiçbir şeyle meşgul olmadıklarını zannederdi. Halbuki, onların dünyevî yanları da bundan geri değildi.
Âdeta ihlasın özü ve hülasasını temsil ediyor ve yaptıkları her işi Allah rızası hedefli yapıyorlardı. Her işlerinde bir iç derinliği ve murakabe vardı. İşte karşımızda yine bir ihlas abidesi olan Hz. Ömer; hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir: "Ya Ömer! daha dün, baban Hattab'ın develerini güden bir çobandın.."der ve hutbeden iner. Sorarlar: "Durup dururken seni böyle bir şeye sevkeden de neydi?" Cevap verir: "Aklıma halife olduğum geldi..." Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, yine aynı cevabı vermişti: "İçimde bir gurur hissettim ve onu böyle aşayım dedim.."
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara, "Mektubu beğendim ve içimde bir gurur hissettim, onun için onu yırttım" der.
Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş ve paklaşmış bütün bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, asla semeresiz de kalmaz. Bu itibarla, kendi iç meselelerini halledememiş riyadan, ucubdan, gurur ve kibirden kurtulamamış, şurada-burada çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeylere gelince, bunlar yapmaktan çok yıkmaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkün olsa da neticeye varmaları -üzerine basa basa ifade ediyorum mümkün değildir.
e) İlahî İnayetin Davetiyesi
Büyük ve küçük cihadı bir arada mütâlâa eden bir hayli ayet ve hadis vardır. Hiç kuşkusuz bu mevzuda en cami surelerden biri "Nasr" suresidir. Bu kısa surede şöyle denmektedir:
إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ * وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللهِ أَفْوَاجاً * فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابا
ً"Allah'ın yardımı ve zaferi gelip de, insanları bölük bölük Allah'ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamdederek O'nu tesbih eyle ve O'ndan mağfiret dile, çünkü O tevbeleri fazla fazla kabul edendir." (Nasr 110/1-3)
Bu surede, Allah'ın yardım ve fethi geldiği zaman insanların fevc fevc, bölük bölük İslâm'a girecekleri müjde veriliyordu. Ve öyle de oldu. Maddî cihad, (cihad-ı asgar), emri bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker ve Hakk'ın anlatılması sayesinde engeller bertaraf edildi, derken insanlar da İslâm dinine girmeye başladılar.
İşte bu merhalede Cenab-ı Hakk'ın emri şu oluyor:
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفرهُ
"Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile." Çünkü bütün bu olanlar, apaçık Rabbi'nin sana bir ihsanıdır.. ve aynı zamanda bunları yapıp, yaratan da Allah'tır.
Dış düşmanlara karşı kazanılan bu muzafferiyetin yanısıra insan, kendi iç dünyasında nefsine karşı da bir zafer kazanmalıdır ki, cihad tamamlanmış ve iki cihad bütünleşmiş olsun. Bu çizgide Hz. Aişe validemiz bize şunu nakleder: "Bu sure nazil olduktan sonra Allah Rasulü sürekli:
سُبحان الله وبحَمْده أستغفرُ اللهَ وأتوبُ إليه
"Allah'ı hamdine bürünerek tesbih eylerim. Allah'tan mağfiret diler, O'na tevbe ederim"[15] diyor ve teveccühlerini yeniliyorlardı.
Efendimiz (s.a.v), bir başka hadislerinde bu iki cihadı yine bir arada zikreder:
عَيْنَانِ لاَ تَمَسّهُمَا النَّارُ عَيْنٌ بَكَتْ مِنْ خَشَيَةِ اللهِ وَعَيْنٌ بَاتَتْ تَحْرُسُ في سَبِيلِ اللهِ
"İki göz vardır ki, cehennem ateşi görmez: Harp meydanları ve cephelerde nöbet tutan askerin gözü ve Allah korkusundan ağlayan göz."[16]
Sınır boylarında veya harb meydanlarında en tehlikeli anlarda nöbet tutarak uykuyu terkeden insanın cihadı, maddî cihaddır. Bu cihadı yapan insanın gözü cehennem ateşine maruz kalmayacaktır. Bir de manevî ve büyük cihadı yerine getiren göz vardır ki, o da Allah korkusundan ağlayan gözdür. Evet, bu iki göz, cehennemi ve onun azabını görmeyecekleri müjdesinde birbirine denktir.
Memeden çıkan sütün tekrar geriye dönmesi nasıl imkansız ise, Allah korkusundan ağlayan gözün cehenneme girmesi de o kadar ilâhî vaad ve rahmete zıttır. Allah yolunda cihad eden ve üstü-başı toz toprak içinde kalan bir insanın durumu da bundan farklı değildir. Çünkü Allah Rasulü, bu toz ve toprağın cehennem ateşiyle bir araya gelmeyeceği mevzuunda birçok tebşirde bulunmuşlardır.
Allah korkusuyla ürperip ağlayan göze, düşmanın geleceği yerleri gözetleyen, tehlike noktalarında nöbet bekleyen, kendini bu işe adayan, memleketin başına gelecek felaketler karşısında her zaman göğsünü siper eden; insanını gerçek insanlığa yükseltmek için müesseseler kuran, başkalarını yaşatma zevkiyle, şahsî yaşama hazzından uzak kalabilen insanların gözleri, cehennem ateşi görmeyecektir. Bu itibarladır ki, cihadı, şurada-burada diyalektik yapmaktan ibaret görenler, şayet anlattıklarını ne ölçüde tatbik ettiklerini kontrol etmiyorlarsa, sadece ve sadece vakit öldürüyor ve bir de kendilerini aldatıyorlar demektir. İçlerini zapt-u rabt altına alamamış, riyanın burnunu kıramamış, fahirlenmeyi ayaklarının altında ezememiş, başkalarına iş buyurmayı ve gösteriş yapmayı ruhlarından söküp atamamış insanların yaptıkları da yapacakları da huzursuzluk kaynağı olma ve gürültü çıkarmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Öte yandan, meseleyi yalnız manevî cihad şeklinde ele alıp "kendi kavgamı vermeden, başkalarıyla uğraşmam doğru olmaz" diyerek bir köşeye çekilenler, çekilip nefislerine derece kazandırmayı her şeyin üstünde görenler ve insanların irşad mücadelesine iştirak etmeyenler ise en hafif ifadeyle İslâm'ı mistisizme karıştırma hatası içindedirler.
Cihad mevzuunu yalnız manevî yönüyle ele alıp "kendi kavgamı vermeden başkaları ile uğraşmam doğru olmaz" diyenlerin bazılarında şöyle bir düşünce hakimdir: "Koyunu kendi ayağından, keçiyi de yine kendi ayağından asarlar. Nefsini kurtaramayan, başkasını da kurtaramaz. Öyleyse insan; önce kendini kurtarmaya bakmalıdır!" Oysa böyle düşünen kimseler, her şeyden önce bilmelidirler ki, insan, nefsini kurtardığını zannettiği gün, kendini girdapların en korkuncuna kaptırmış sayılır. Aslında, kim kendini kurtardığını söyleyebilir ki?.. Kur'ân,
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ
"Yakîn sana gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr, 15/99) buyurmaktadır. Yani kimse, perde açılıp da öbür alemden "artık buyur" deninceye kadar, kulluk mânâsına dahil hiçbir amelden uzak kalamaz. Evet insan son nefesine kadar kullukla mükelleftir.
Bu durumda, mükellefiyetleri devam eden bir insanın kendini kurtardığını söylemesi nasıl mümkün olabilir! Öyleyse insanın nefsiyle cedelleşmesi, içindeki fena huylarla yaka-paça olması ve kendini ıslaha çalışması hayatının sonuna kadar devam edecek demektir.
Biz, her zaman havf ve reca ağırlıklı bir hayat yaşamak mecburiyetindeyiz. Neticeden emin olmak mümince bir düşünce olmadığı gibi, ümitsizlik de, aynı şekilde müminin sıfatı olamaz. Ancak, dünyada hep havf tarafı ağır basmalıdır. Düşünün ki, Hz. Ömer gibi bir insan bile, son anlarını yaşarken kendi hesabındaki endişeleri solukluyordu. Ancak hakkında İbn-i Abbas'ın hüsn-ü şehadette bulunması ve "senin iyi bir insan olduğuna ahirette ben de şahid olurum"[17] demesi, bir mânâda onun bu ürperten endişelerini hafifletmişti. Zaten Kur'ân-ı Kerim'de de:
وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ
"Rabbinin azametinden korkana, Cenab-ı Hakk iki cennet vaad etmektedir" (Rahman, 55/46) buyurulmuyor mu?
f) Selef'in Anlayışı
İslâm'ın yetiştirdiği büyük ve hakiki mürşidlerden hiç biri, cihadı tek yönlü olarak ele almamış; almamış ve demir parmaklıklar arkasında bile hakkı neşretme gayretinden bir an dahi geri kalmamışlardır. Bunlar, aynı zamanda Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş ve hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun, kalp dairesini hiç mi hiç ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede veralardan duydukları her şey, onlarda yeni bir irfan peteğinin oluşmasına vesile olmuş ve böylece hep ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenab-ı Hakk'ın murakabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü, tutan eli olmuş ve böylece de onların birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır.
g) Günümüz İnsanına Düşen
Günümüzün insanı, Cenab-ı Hakk'ı hoşnud edecek bir cihad yapmak istiyorsa -ki öyle yapması lazımdır- başkalarına hak ve hakikati anlatıp neşretmenin yanı sıra kendisini ve arzularını da kontrol altına alıp, ciddi bir iç murakabeye endekslenmelidir. Yoksa, kendi kendini aldatma ihtimali çok kuvvetlidir. Dolayısıyla da yaptığı şeylerin ne kendine, ne de başkalarına yararı olmayacaktır.
Cihad eri, Allah'ı her şeye tercih edecek şekilde ihlaslı, samimi, yürekten ve gönül insanı olmalıdır. Ancak o zaman, verilen mücadele faydalı ve kalıcı olur. Evet o, başkalarına karşı demagoji yapıp zihinlere faydalı-faydasız bir sürü malumat yığını aktarma yerine, onların kalp ve kafalarına mümkün olduğunca samimiyet, hüsn-ü niyet, içtenlik ve gönül adamı olma şuurunu yerleştirmeye çalışmalıdır.
Cihad, bir iç ve dış fetih dengesidir. Onda hem erme, hem de erdirme söz konusudur. İnsanın özüne ermesi, büyük cihaddır. Başkalarını erdirmesi ise, küçük cihaddır. Bunun biri diğerinden ayrıldığında, cihad cihad olmaktan çıkar. Birinden miskinlik, diğerinden anarşi doğar. Halbuki biz, Muhammedî bir ruhun doğmasını bekliyoruz. Her meselede olduğu gibi bu meselede de, ancak ve ancak Allah Rasulü'ne ittiba ve uymakla mümkün olacaktır.
Ne mutlu onlara ki, kendi kurtuluşları kadar başkalarının kurtuluşları için de yol ararlar. Ve yine ne mutlu onlara ki, başkalarını kurtaralım derken, kendilerini unutmazlar!..
Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Zira biz ne denli insancıl davranırsak davranalım mutlaka küfründe ısrar eden kâfirler bulunacaktır. Onun mevcudiyeti ise, bizim cihadımızın devam etmesi demektir. Biz, herkese Rabbimizi anlatmakla mükellefiz ve dünyaya karşı hem manevî cihad hem de maddî cihadda muvaffak olmak zorundayız. Aksi halde insanca yaşama hak ve imkânlarını kaybederiz.
Bir dönemde atalarımız hep bunun kavgasını verdi. Evet 'salip' onun bu insanlık mefkûresine mani olmak isteyince, o da bu maniayı bertaraf etmenin çaresini güçlü olmada gördü. Ecdadımızın, cihanla kavgasının mânâsı işte buydu. Hâşâ ki, onlar gittikleri yerlere başka bir gaye için gitmiş olsunlar. Ve yine hâşâ ki, onları harekete geçiren saik, ülkeleri istila etme sevdası olsun. Onlar, i'la-yı kelimetullah'ın sevdalısıydılar.. ve tek dertleri cihanın dört bir yanında "Lâ ilâhe illallah" hakikatinin duyurulmasını te'min etmekti. Böylece, yeryüzünde karanlık tek nokta kalmayacak ve her taraf iman ışığı ile aydınlanacaktı. Sanki onlar kendi dönemlerinde birer müezzin idiler. Bulundukları asrın minaresinin başına çıkmış ezan okuyor ve bu şekilde bütün kainata dinlerini ilan ediyorlardı.
Bizde her zaman milletin minaresinin başından, ordu dili ve silahların tarrakalarıyla, âfâk-ı aleme "Lâ ilâhe illallah, Muhammedü'r-Rasulullah"ı haykırma devam edegelmiştir. Bizde istila, bizde tegallüp yoktur. Hz. Fatih'in, Hz. Yavuz'un ve daha nice büyük hükümdarların bir müezzin gibi devlet minaresinin başında, dünyanın karanlık noktalarına, "Allah'tan başka ma'bud yoktur" diye kükremeleri öyle müthiş bir müezzinliktir ki, siz her zaman bu müezzinliğin şahidlerini, Belgrad Ormanlarından Himalaya eteklerine kadar çok geniş bir sahaya yayılmış bulacak; okyanusların mevcelerinin bile bununla dalgalandığını görüp duyacaksınız. Evet, bütün muzlim noktaları aydınlatmak, karanlık yerlere Rasulullah'ın adının ışığını götürmek ve dört bir yanı Kur'ân'ın envarıyla nurlandırmak için cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Ve müminler, devletler, milletler arası dengede ümmet-i vasat olmanın hakkını vermek uğruna, maddî cihadı da sonsuza kadar devam ettireceklerdir.
Millet olarak, biz de bu muallâ mevkiyi ihraz etmekle mükellefiz.. hedefimiz sadece ve sadece budur. Zira, Allah bizim için
وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ
"Sizi, insanlara şahid olasınız diye ümmet-i vasat kıldım" (Bakara, 2/143) buyurmaktadır. Bunun mânâsı, "sizi devletler arası müracaat mercii, muvazene unsuru ve istikametin şahidi yarattım" demektir. Allah (c.c), bizi âlâ-yı illiyin-i insaniyete, maddî-manevî mükemmeliyete; âdeta Himalayalar'ın zirvesini ihraz etmeye, Hira Dağı'nın başına ulaşmaya, Rasul-i Ekrem'in duyup hissettiklerini paylaşmaya; Allah mevhibesi olan aslımızla, özümüzle bütünleşmeye çağırıyor. Ya o noktaya çıkma azmini yenileyecek ve aynı zamanda yaşama hakkını da kazanmış olacağız, ya da pes himmetlik edip halimizden razı olacak ve esfel-i safilîne sukût edip, ayaklar altındakalacağız.
[1] Bkz. Keşfü'l-Hafâ, 1/511; İhyâ-u Ulûmi'd-Dîn, 3/10
[2] Buhârî, Cihâd 52; Müslim, Cihâd, 78
[3] Müsned, 4/25; Nesâî, Sehv, 18
[4] Müslim, Cenâiz 12; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77
[5] Buhârî, Savm 48; Müslim, Sıyâm, 60
[6] Müslim, Sıfâtü'l-Münâfikîn, 81; Buhârî, Teheccüd, 6
[7] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 3/181
[8] Buhârî, Tefsîru Sûre, (4)/9; Müsned, 1/433
[9] Buhârî, Deavât, 3
[10] İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, 2/164
[11] Müslim, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât 152; Tirmizî, Deavât, 76
[12] Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50; Müsned, 1/392
[13] Ebû Dâvûd, Tahâret, 78; Beyhakî, Delailü'n-Nübüvve, 3/378-379; Yusuf Kandehlevî, Hayâtü's-Sahâbe, 1/481-482
[14] Ebu Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 1/48-49; İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-Safve, 1/147-148; İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, 3/277-278
[15] Müslim, Salât, 220; Müsned, 6/34
[16] Tirmizî, Fedâilü'l-Cihâd, 12
[17] İbn Sa'd; et-Tabakât'l-Kübrâ, 3/352
- tarihinde hazırlandı.