Sûre ve Âyetler Arasındaki Münasebetler

Kur'ân-ı Kerîm'in sûre ve âyetleri arasında çok ciddi bir münasebet ve alâka vardır. Sanki, Kur'ân, bir anda ve tek bir mesele için inmiş gibi bir tenâsüp arzetmektedir. Besmele ile Fâtiha sûresi arasında da aynı hususu görmekteyiz. Ancak bu münasebeti arzdan evvel bir iki meseleye temâsta fayda vardır:

Bir lâfzın mânâya üç şekilde delâleti olur:

Birincisi: Vaz' delâletidir. Her kelime, kendine ait bir mânâya delâlet eder ki, herkesin anladığı ve anlayacağı bu mânâya, ifade edilen lâfız vaz'edilmiştir. Umum insanların anlayışı bu merkezdedir. Meselâ الْحَمْدُ للّهِ dediğimizde 'Hamd âlemlerin Rabbi Allah'â mahsustur' mânâsı vaz'î bir delâlettir.

İkincisi: Aklî delâlettir ki, bir mertebe daha hâstır. Meselâ: Aynı cümlede, niçin حَمْد (hamd) önce, للّهِ (lillah) sonra zikredilmiştir? Allah lâfzının delâlet ettiği mânâlar nasıldır? gibi sorularla bazı hakikatleri istidlâl etme aklî bir delâlettir.

Üçüncüsü : Zevkî delâlettir; bu, ikinci mertebe olan aklî delâletin bir mertebe daha üstündedir. Havâssü'l-havâsa has bir husustur. Meselâ; الْحَمْدُ للّهِ cümlesini meydana getiren kelimelerin sıralanışı ve mürâdiflerine kıyasla bu kelimelerin tercih hikmeti gibi meselelerin yanında, zâhirden öte bazı mânâları duyarak zevketme bu mânâya dahildir.

İşte bu üç yolla Kur'ân-ı Kerîm'i incelemeyi denemek hem benim, hem de belki çoklarının başından aşkın bir meseledir. Bununla beraber Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'a hürmetimin ifadesi olarak O'nun bu cephesine temas etmeden geçmeyi de Kur'ân'a karşı hürmetsizlik ve sû-i edep sayıyorum. Anlatılan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'dır. Anlatmak istediğim meseleleri ben tam anlatamazsam, siz de tam anlamasanız dahi yine de anlayacaksınız ki, bu kelâm Allah Kelâmı'dır. İşte o anlamama içindeki anlama, idrâk gibi büyük mânâ ile Mevlâ'nın huzuruna gelip الْحَمْدُ للّهِ derseniz tam halis bir teveccüh yapmış, belki de insânî miraca çıkmış olursunuz. Burada başka bir hususu da arz edeyim:

Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın mufassal mânâsını namazda düşünmek hoş görülmemiştir ve mekruhtur. Çünkü huzuru ihlâl eder. Namazda Kur'ân'ı Allah'ın kelâmı olma mânâsını Mevlâ'nın huzurunda durmayı ifade eden mânâyı, onu idrâk edememe mânâsını müşâhede, mütalâa, tefekkür etme havası ve o havanın insan üzerindeki baskısı ve ağırlığı derken, derin bir haşyet ve saygı ile Allah huzuruna gelme ki, bence matlub olan da budur.

Fâtiha sûresinin çeşitli isimleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm, bu sûre hakkında 'es-sebu'l-mesâni' tâbirini kullanmıştır. Ayrıca Efendimiz'in dilinde bu sûreye 'Ümmü'l-Kitap' 'eş-Şâfiye', 'el-Vâfiye' denmiştir.

O, ilâhi bir hazinedir. Her dertli, derdinin çaresini onda bulur. Fâtiha halkı, Hakk'a ve Hâlık'a yaklaştıran sırlı bir sûredir.

Fâtiha sûresinin kendisinden sonraki sûrelerle ciddi bir alâka ve irtibatı olduğu gibi, kendisinden evvelki besmele ile de alâka ve irtibatı vardır ki, buna sıyâk ve sibâk denir. Zaten her söz sıyâk ve sibâkıyla değerlendirilir ve aradaki münasebetler de ancak bu şekilde tespit edilmiş olur.

Fâtiha sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sûresidir. Dolayısıyla evvelinde başka bir sûre yoktur. Ancak, bu sûrenin başına takdir edeceğimiz bir fiil, Fâtiha sûresine sibâk olabileceği gibi besmele de ona sibâk olabilir.

Fâtiha'nın evveline bir, اقْرَأ ْ (oku) veya قُلْ (söyle) fiili takdir olunur. Ebû Nuaym ve Beyhâkî'nin Delâillerinde, Vahy'in bidâyetine ait şu vak'â anlatılır:

Peygamber Efendimiz (sav) beşerin ızdırabıyla kalbi dilgir, insanlığı kurtarmak için bir mübarek mağarada çareler ararken, karanlık yerlerde Mehbit-i Vahy-i İlahiyye'ye tam ma'kes olabilecek, semavîleşen mukaddes kalb-i pâk'ini feyz-i akdesten gelen nurlara tevcih ettiği sıralarda, ara sıra ses duyuyordu. Ses duyulunca da koşa koşa eve geliyordu. Bir gün içini, refika-yı muhteremesi ve hayatının sonuna kadar kendisine sadâkattan ayrılmayan Hz. Hatice'ye açmıştı. O da elinden tutup O'nu amcazâdesi Varaka b. Nevfel'e götürmüştü. Varaka Hristiyanlığı kabul etmiş, Arapça İncil yazıp halka İncil'i anlatan bir zâttı. Allah Resûlü'nden evvel halka İncil'i gösteriyor ve bu Allah'ın kitabıdır diyordu. İncil'de Allah Resûlü'nün geleceğine dair işaret ve beşareti gördüğü için hemen hemen O'nun gölgesini başının üzerinde hissediyordu. Kimbilir belki de etrafındaki çok kimselere bunu fısıldamıştı. Onun çok yukarılarda aradığı belli bir zaman sonra başının üzerinde bir rahmet bulutu gibi belirecek, beşeri sulayacak, yeryüzünün yeşermesine vesile olacak Hz. Muhammed (sav) onun yanına geliverdi: 'Ben kırlarda, sahralarda dolaşırken, mağaraya girip çıkarken, Rahmet Dağından aşağıya inerken, daima arkamda Ya Muhammed, Ya Muhammed... sesini duyuyorum' dedi. Varaka İncil'de vahyin keyfiyetini gördüğü ve her Peygamberin Allah'a böyle muhatap olacağını bildiği için: 'Bir daha böyle seslenirlerse kaçma ve yerinde dur. Ne diyorlar dinle, belle ondan sonra benim yanıma gel' cevabını verdi. Allah Resûlü (sav), Varaka'nın dediğini yaptı. Hz. Cibril-i Emîn: 'Ya Muhammed!' dediği zaman Allah Resûlü yerinde durdu, durunca da vahiy başladı. Cibril nakletti, Allah Resûlü de belledi ve Fatihayı Şerife'yi sonuna kadar okudu.

Cibril'in gelip Efendimiz'e ismiyle hitap ettikten sonra بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم *ِِ الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين َ diyerek bu ilk sûreyi getirdiği rivayet edilmektedir.[1]

Bu itibarla, Fatiha'nın sibâkında, Cenâb-ı Hakk'ın 'oku' veya 'söyle' emirleri vardır. Ve Fâtiha bu iki kelimeden birine dayanmaktadır.

O, sûrelerin evvelidir. Onun içindir ki, her şey Fâtiha ile başlar. Zaten, bütün Kur'ân-ı Kerîm, esâs itibâriyle Vahy-i Semâviye dayalıdır. Fâtiha da öyle. O da, Cibril vasıtasıyla beşerin en efdalinin pâk ve mübârek kalbine vahiy yoluyla gelmiştir. Geldikten sonra da öyle dal budak salmıştır ki, bütün beşeriyet ve cin âdeta O'nun siyânet kanatları altına sığınmıştır. O, beşerin her türlü derdine derman olacak şekilde kâfi ve vâfidir.

'Bismillahirrahmânirrahim' ile Fâtiha'nın çok sıkı münâsebeti vardır. Âdetâ 'Bismillahirrahmânirrahim' Fâtiha'dan bir âyet gibidir. Onun içindir ki bir çok fukahâ 'Bismillahirrahmânirrahim'i Fâtiha'nın yedi âyetinden biri saymıştır. 'Bismillah' ile Fâtiha arasında âdeta şiir ahengi içerisinde bir münasebet mevcuttur. 'Bismillahirrâhmanirrahim'in mânâ-i münifini arzederken; Cenâb-ı Hakk'ın Celâli ile mahlukâtı çalkaladığını, yarattığını ve yokluğa varlık tohumu attığını, Hz. Muhammed'in (sav) çekirdeğinin nûru etrafında kâinatı geliştirip mânâlandırdığını ve kâinat ağacı insanı meyve verdirdiğini arzetmeye çalışmıştık. 'Bismillah' Allah'ın ismiyle başlar, Allah var başka bir şey yok. Ve sonra Allah (cc). Besmele'nin sonunda Habibine ad olarak taktığı, Rahmetenlilâlemin ve Rahim olan Hz. Muhammed'in (sav) nûrunu yarattı. O'nun nûrundan kâinat teselsül edip geldi. Hâdiseler zincirleme birbirini takip etti. Siz isterseniz onlara jeolojik devirler, isterseniz gazların kaynaştığı devirler deyin. Atılan çekirdek artık ağaç olmuş büyümeye doğru gidiyordu...

Siz bağınıza, bahçenize meyve verecek olan bir ağaç dikersiniz. Bu ağacı diktikten sonra çeşitli devrelerde gösterdiğiniz çeşitli tımar ve ameliyelerle hep onu karşınızda görür ve nazarınıza daima onun başındaki meyvelere çevirirsiniz. Hatta ağacın kökünde hayatiyet olmayabilir, ağacın kabuğu mânâsız olabilir, meyve vereceği ânâ kadar açan dalı budağı, yaprağı hepsi de mânâsız olabilir. Fakat o ağaç esasen büyük bir mânâ için dikilmiştir. Sizin matmah-ı nazarınız, ağacın başında, çiçekler arasında arz-ı endamla size tebessüm edecek, kendini sizin kucağınıza atacak ve Allah tarafından konserve mahiyetinde hazırlanmış olan meyvelerdir. Onun gibi Allah (cc) yokluğa Hz. Muhammed nûrunu tohum olarak attı. İşte bu varlık, ondan meydana geldi. İsterseniz, elektronlar ondan teşekkül etti, atom âlemi ondan hâsıl oldu diyebilirsiniz. Bütün bunlar bizim malumat ve idrâkımızın dışında olan meselelerdir. Bildiğimiz bir şey varsa o da, arş-ı âzâmdan bize doğru uzanan ve yokluğa atılmış Hz. Muhammed çekirdeği üzerinde boy salan kâinat ağacıdır. Ve bu ağaç neticede meyve verdi. O meyve insandır. O meyvenin meyvesi de insanlığın hulasası Allah'ın 'sâfi, öz, hulâsa' mânâsına Mustafa adını verdiği Hz. Muhammed'dir (sav).

İşte Bismillah bize bu mânâları ifade ediyor. Allah, Celâliyle kâinatı çalkalıyor, bir ağaç meydana getiriyor. Rahîmiyetiyle bizlere irâde veriyor; kâinatın mânâsını, büyüklüğünü anlamaya muvaffak kılıyor. Bu mânâları ifade edince Bismillahirrahmânirrahim ile Elhamdülillah arasında münasebet kurabiliriz.

Besmele'de Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir câzibesi vardır. Hiçbir şey kendini bu câzibeden kurtaramaz. Öyle ise Fâtiha sûresi de bu câzibeden uzak kalmayacaktır. Zaten biz, bütünüyle Kur'ân okumaya başlarken besmele ile başladığımız gibi, Fâtiha'ya da besmele ile başlıyoruz. Bu başlayışın altında bize tevcih edilen şu mukadder sorular vardır: Besmele'de, kendisini bu şekilde, Rahmâniyet ve Rahîmiyetiyle anlatan Cenâb-ı Hakk'a karşı siz nasıl mukâbele etmelisiniz? Bismillah'da, Celâliyle, Cemâliyle tecelli eden bu câzibe-i rahmete karşı, hangi sözle karşılık vereceksiniz? İşte bu mukadder sorulara bizim cevabımız ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين şeklinde oluyor. Bununla, bizi bu kadar rahmetiyle perverde eden Zât'a hamd ve senâlar olsun demek istiyoruz. 'Bismillahirrâhmanirrahim' le Cenâb-ı Hakk küllî ve umumî olarak tecelli ediyor ve Rahîmiyetiyle de bize kendi iradesinden bir irade veriyor ve artık eşyanın mânâsını anladığımıza göre, bir şeyler alma yolunu açıp bize hidayet ediyor. Yani, Allah, bizi önce varlığa, sonra insanlığa sonra da müslümanlığa erdiriyor ve Besmele'nin sonundaki en son isimle şereflendirdiği ismin sahibine bizi ümmet kılıyor. Böylesine rahmet câzibesiyle çepeçevre bizi saran Allah'ın rahmeti, bize الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين dedirtiyor: Allah'a hamdolsun bizi var etti. Allah'a hamd olsun bizi insan olarak yarattı. Allah'a hamd olsun bizi müslüman kıldı. Allah'a hamd olsun bizi insaniyet-i kübrâ sayılan Hz. Muhammed'e (sav) ümmet olma şerefiyle şereflendirdi...

'Bismillahirrâhmanirrahim'de gâibane gezişler içinde bulunuyor ve Allah'ın âsârında Allah'a ait delilleri araştırıyoruz. Sonra Allah (cc) Rabbülâlemin olarak kâinatı tesbih yapıp evirip çeviriyor ve bize büyüklüğünü gösteriyor. Sonra da hemen Fâtiha'da da 'Errâhmânirrahîm' isimlerini mütâlâaya davet ediyor. Yani yeryüzünü bir nimet sofrası gibi merhamet ve şefkatiyle hazırladığını gösteriyor. Ve görüyoruz ki, kâinat Rahmânirrahim'le kaynamakta, âdetâ bir şefkat dalgasıdır, birbirini takip edip gitmekte, bir merhâmet mevcesi teselsül etmekte ve bütün bunların verâsında da Allah kendisini hissettirmektedir. Kendisini bize Rahmetiyle böyle hissettiren Allah'ın sonsuz Rahmetine karşı, bütün mahlûkatın ağızlarıyla, duyuş-larıyla ve kalbî hissedişleriyle ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين diyoruz. İşte ِِالْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِين ile بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم arasında böyle münasebetler var.

Biz araştırmalarımızı gâib ve Allah'dan uzak olarak yapıyor ve bir mânâda Allah'tan uzak bulunuyoruz. Bismillah'ın başında da gaybûbet ve fark makamı olduğunu tasavvufî bir edâyla arzetmeye çalışmıştık. Bu makam, gaybûbet ve fark makamıdır. Halbuki cem' makamı, insanın kâinattaki bütün hakâiki, teleskobik bir gözle kavrayıp, onunla Allah'ın huzuruna gelmesi şeklinde olur. Bunu şöyle arz edebiliriz:

Allah'ın büyüklüğüne uygun bir kavrayış ve idrak, insanın kalbinde o büyüklüğe uygun bir teveccüh ve Allah'a kulluk ancak bütün kâinatın mânâsını birden kavramakla olur. Bütün kâinatın mânâsını birden kavramak için de nâmütenâhi makamı görecek bir teleskop lazımdır ki, bu geniş dairede Allah'ın icraatını müşahede edebilsin, anlayabilsin, kavrayabilsin ve içinden geldiği gibi اللّه أَكْبَرُ diyebilsin veyahutta Allah'ı tesbih ve takdis edebilsin. Halbuki bütün bunlara kâmil mânâda muttali olamadığımız için biz daima gayb makamında bulunuyoruz ve gayba iman ediyoruz.

İnsan kâinattaki geniş tasarrufa baktıkça Allah'a doğru bir kurbiyet ve yaklaşma kazanır. Kazanılan bu kurbiyet ve yakınlık onun içindeki buzları çözer ve eritir. Artık o, o güne kadar anladığı şeylerden çok başka şeyler hissetmeye başlar ve sonra كل ما خطر ببالك فالله ورآء ذلكُ hakikatına yükselir. Bu öyle bir zirvedir ki akla ne geliyorsa verâsında Allah vardır. Meselâ çiçeğe baktığınızda kalbinizde 'onu o vaziyette tanzim eden Allah'tır' hissi belirir. Ağacın başındaki meyveyi gördüğünüz zaman, bunu böyle tasvir eden, buna bu şekli veren ve onu böylesine kıvâma getiren Allah'tır hakikatı içinizi sarıverir. Ve kendi nevinizin sîmâsında, bütün güzelliğiyle Rahmân ve Rahîm'in tecellisini müşâhede edersiniz. İşte bütün bu duyuş, görüş ve hissedişlerle insan, gaybûbet maka-mından kurtulmak için çırpınıp durur. Ve derken kalp ve vicdanında Cenâb-ı Hakk'a karşı 'Sen' diyebileceği bir 'sen' hissi belirir. Ve bu his belirir belirmez, o, kendini Mevlâ'nın huzurunda hisseder. Diğer bir tabirle kendini Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın isimlerinin halitası önünde görür. Ve bütün samimiyet ve içtenlikle: إِيَّاكَ نَعْبُدُ 'Yalnız sana kulluk yaparız' der ve Allah'a 'sen' diyebileceği makama erer.

Sultan'ın huzuruna çıkılırken hediye ile çıkılır. Allah'a vereceğimiz hediye ise Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratmada tuttuğu maksat olacaktır. O da Ma'rifet-i İlâhi'dir. Biz, O'nu bildiğimizi O'na takdim edecek, zimamın O'nun elinde olduğunu kabullenecek ve ancak bu sayede vicdanımız 'sen' diyeceği muhâtabını bulmuş olacaktır. Vicdanımızda Allah'a ait bu duygu mündemiçtir. Ancak, vicdanımız üzerine konan tozu, toprağı süpürdükten sonra, yani 'Rabbülâlemin'in icrâatını ve Rahmetle tecelli ettiğini gördükten sonra içimizdeki gubâr silinecek ve apaçık 'sen' ortaya çıkıverecektir. Ondan sonra 'sadece' mânâsını ifade eden إِيَّا ya 'sen' mânâsına gelen ك i ekleyecek ve إِيَّاكَ نَعْبُدُ 'Ancak Sana kulluk yapıyoruz' diyeceğiz.

Kul bu kurbiyeti kazandıktan sonra إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ der. Zirâ o, kulluk mükellefiyetinin altından, ancak böyle bir istiâne ve yardım talebiyle kalkabilir. Artık arada vasıta ve vesile de yoktur. Hitap makamına urûç ettiği böyle bir an ve zamanda, elbette yardımı da sadece Allah'tan isteyecektir. Çünkü o, her şeyin verâsında, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametini müşahede etmiş ve gayb makamından hitap makamına da ancak bu sayede ermiştir.

Ve sanki insan, bu makamda kendisine bir fırsat ve selâhiyet verildiğini keşfeder gibi olur. Binaenaleyh, onun bu fırsatı en iyi bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu itibarla istenmeye en lâyık husus ne ise o istenmeli ve bu fırsat kaçırılmamalıdır. Onun içindir ki hiç vakit kaybetmeden, doğru yola hidâyeti taleb sadedinde

der ve Rabbinden kendini Sırât-ı Müstakîme اهدِنَــــا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ ulaştırmasını ister.

Demek oluyor ki, ezelde ve Besmele'de bâtın olan hakikat Fâtiha'da ve şu anda bizim hâlihazır durumumuzda zâhir bir mütekellim olmuştur. Bu muammaya parmak basan Nebiler Sultanı: 'Allah, kendi kelâmında kullarına zuhur etmiştir. Fakat onlar O'nu göremezler' sözüyle bunu ifade etmektedir. Bütün bu anlattıklarımız 'Bismillahirrahmânirrahim' ile Fatiha'nın münasebeti idi. Böylece hep beraber görmüş olduk ki bu ikisi bir şiir ahengi içerisinde ve birbirine çok sıkı bağlanmış durumdadır. Besmele'nin sıyâkıyla alâkalı münasebette de birçok nükteler vardır: Nasıl ki biz, Besmele'ye dayalı Fatiha'da tam huzura erebiliyorsak, öyle de Fatiha'nın bizzat kendisinde de bu huzuru bulmamız mümkündür.

Zira Fatiha ile Rabbülâlemin ünvanının sahibi bizim elimizden tutar ve bize kâinatı gezdirir. Biz eşya ve hâdiseleri işte bu Rabbülâlemin ünvanı altında kavrar ve idrâkına ereriz. Kâinatta câri bütün kanunlar, namuslar ve bütünüyle fıtrat, Cenâb-ı Hakk'ın bu ünvanına bağlı olarak cereyan etmektedir. Ancak, hâdiseler dehşet verici ve ürkütücüdür. Sadece bu ünvana bakan insan hayret ve dehşetten dona kalır. İşte burada, 'Errahmân' ve 'Errahîm' isimleri imdada yetişir ve ünsiyet verir. O Allah ki nâmütenâhi bir şefkat ve merhamete sahiptir, öyleyse O'nun saltanat ve mülkünde korku ve dehşete yer vermek gereksizdir. Aynı zamanda O, din gününün sahibidir. İyilerin mükâfat, kötülerin ceza göreceği o günün varlığı, bir insanın huzuru tadabilmesi için en lüzumlu bir husustur. 'Zira huzurlu olabilmek için huzursuz olmamak kâfi sebep değildir. O, bizzat var olmalıdır.' Bu varlık ise, ancak ve ancak gücü, iyilere mükâfat, kötülere ise ceza vermeye kâfi bir zâtın öyle bir güne sahibiyetiyle mümkündür. Ve işte insan, Fâtiha'nın içinde dolaşırken, onda, siyâk itibariyle böyle bir huzura erer. Erer çünkü o, إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyecek ve Cenâb-ı Hakk'a bizzat muhatap olacak bir makama yükselmiştir.

Böylece anlıyoruz ki, Fatiha, hem siyâk hem sibâk itibariyle bir bütünlük arzediyor. Zira Fatiha'nın Kur'ân'la öyle bir alâkası var ki sanki tek başına bir yıldız gibi ve sair gezegenlerle hiçbir bağı yok ve âdeta bir güneş gibi tek başına dolaşıyor, ama sanki diğer sistemlerle içli-dışlı. Yıldızlar Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerine, sûrelerine çok benzerler. Zirâ Kur'ân âyetlerinin bir mânâsı da 'Necm' dir. Necm aynı zamanda yıldız demektir. Semânın yıldızları nasıl hem aynı hem gayrı, hem bağlı hem kopuk; öyle de Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'ın âyetleri dahi sanki müstakil ve sanki birbirine bağlı, işte böyle bir nizâm ve âhenk içindedir.

Fâtiha, 'Hamd' kelimesiyle başlar. Hamd, kelime olarak şükür ve medih mânâlarına geldiği de olur. Ancak arada birçok farklar vardır. Onun içindir ki Fatiha sûresi, للَّه المدح, للَّهِ الشَّكر ile değilde الْحَمْدُ للّهِ ile başlıyor.

Hamd

Hamd edilecek zâtın ihtiyarıyla verdiği nimetlerine mukâbelede bulunma ve ona teşekkür etmenin yanı sıra O, hamdedilmeye lâyık ve bütün ihsânın menbâı olması sebebiyle de O'na karşı arz-ı şükür etme mânâsını ihtiva eder. Hamd'de O'nun sahip olduğu ihsan ve nimetlerin bize ulaşıp ulaşmaması önemli değildir. Önemli olan, o şahsın böyle bir hamde liyâkatıdır. Dolayısıyla bizim Cenâb-ı Hakk'ın büyüklük ve lütuflarına karşı şükür ve medih hissimizi arzetmemiz bir hamddir.

Şükür

Şükür, kendisine teşekkür edeceğimiz zât tarafından, bize ihsan edilen nimetlere mukâbil yapılan bir teşekkürdür. Bu teşekkür nimete karşı olur. Bu da ya lisan, ya davranış, ya da kalble yapılır. Görülüyor ki teşekkür umumidir. Hem dille, hem kalble, hem de hareketlerle yapılabilir. Onun içindir ki namaz, Allah'a karşı bir teşekkürdür. 'Eşşükrü lillah' demek, Allah'a karşı bir teşekkürdür. Ve kalbin Allah'ın nimetleri karşısında eziklik hissetmesi veyahut o nimetlerden dolayı Mevlâ'nın kendisine merhamet ettiğini düşünüp vecd ve istiğrak içinde bulunması, Allah'ın nimetlerine mukâbil bir teşekkürdür.

Medih

Medhe gelince o hem canlı hem de cansız varlıklar için kullanılabilir. Allah'a güzelliğinden dolayı medih olabilir. 'Güzelsin Allah'ım, Cemâl sahibisin Allah'ım, mevce mevce kâinatta dalgalanan bütün güzel-likler, senin güzelliklerinin cilve-i in'ikâsıdır Allah'ım' demek, bütün bunlar birer medih olur. Bununla beraber medih, bir ağacın veya bir yemeğin medhi gibi cansız şeylere de olur. Bazan da medih hiç lüzumu olmadığı halde, başkalarına karşı müdahane yapma işinde kullanılabilir. Onun içindir ki Allahu Teâlâ Hazretleri'ne medyûniyet ve şükran hislerimizi teşekkür ve medihle değil hamdle ifade ediyoruz. Allah Resûlü: إذا لقيتم المدّاحين فاحثوا في وجوههم التراب 'Yüzünüze karşı medih edenlerin yüzlerine toprak saçın'[2] demek suretiyle medhi zemmediyor ve tecviz etmiyor. Allah Resûlü (sav): من لم يشكرالناس لم يشكر اللهِ buyurarak hamdi de medhediyor.

'İnsanlara karşı hamd ü senâda bulunmayan, onların nimetlerine karşı nankörlük yapan insan, Allah'a karşı da hamd etmez.'[3] diyerek medih ile hamd'i birbirinden ayırmaktadır. Medih başkadır hamd başkadır. Allah'a hamd ve şükür etmenin bir bakıma iç içe girdiği ve bir bakıma da birbirinden ayrıldığı noktalar vardır. Şükür, sadık insanların şiarıdır ve buna da muvaffak olan insanlar da çok azdır. Allah'ın lâyuâd ve lâyuhsâ nimetleri vardır. Sadi Şirâzî, Gülistan'ında: 'Bir insan her nefeste Allah'a karşı iki şükür borçludur' der. Bir soluk alıp vermede hayatını iki defa bağışlayan Allah'tır. Böyle bir Allah'a elbette dilinle, halinle, kalbinle teşekkür etmen icâb eder. Bundan dolayı teşekkür çok ağır, teşekküre muvaffak olan da çok azdır. Onun için Kur'ân-ı Kerîm: 'Kullarımdan şükreden ne kadar az' وَقَلِيلٌ مِنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ' (Sebe, 34/13) diyor. Fakat şükür, sadâkat ma-kamıdır. Her hâlükârda Allah'a şükretmek, Allah'a karşı 'minnet ve şükran Sana'dır' demek bu sadâkatın nişanıdır. Hamde gelince; Allah Resûlü: رأس الشَّكُورُ الْحَمْدُ

'Hamd, Allah'a teşekkür etmenin başıdır' buyurmaktadır. Hamd bir bakıma Allah'tan bize ihsan gelse de, gelmese de kulluğumuzu, aczimizi anlayıp O'na minnet ve şükran hislerimizi ifade etme bakımından ivazsız, garazsız, mukabelesiz, samimi olarak Allah'a teveccühün ifadesi olması itibariyle şükürden üstündür. Hamd ihlas makamında söylenir, hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir mukabele görmeden Allah'a karşı kulluğunu idrâk edip الْحَمْدُ للّهِdemek, samimi ve muhlis kimselerin şiârıdır.


[1] İmam Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed el-Vâhidî en-Neysâbûrî, Esbâbu'n-Nüzûl, s;12
[2] Müslim, Zühd, 69, 69-Ebu Dâvud, edeb, 9
[3] Ebu Dâvud, Edeb, 11 - Tirmizi, Bir, 35 -Müsned, II, 257, 295, 303, 388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V, 211, 212