Ücret
Ücret, Arapça bir kelime olup, "Bir iş veya hizmet karşılığı verilen hak" demektir. Ücret, çalışmanın hedefi ve tabiî bir neticesidir.
Beşer tarihinde ücret meselesini en iyi şekilde ele alıp, onu en âdil esaslara bağlayan tek sistem İslâm'dır. O, maddî-mânevî hiçbir çalışmanın karşılıksız kalmayacağı prensibini getirmiş biricik sistemdir.
1. Ücret Teorileri
Ücret neye göre değerlendirilecek, nasıl ve ne zaman verilecektir? Bugüne kadar iktisatçıları en çok meşgul eden konulardan biri hiç şüphesiz bu soruya verilecek cevap olmuş ve bu amaçla çok sayıda ücret teorileri ortaya konmuştur.
Ricardo'ya göre, insan emeğinin bir tabiî, bir de piyasa fiyatı mevcuttur. Bunlardan ilki, asgarî geçinme haddi olup, işçinin kendisini ve ailesini yaşatacak asgarî bir ücret seviyesi; ikincisi ise, işgücü arz ve talebine bağlı olarak piyasada teşekkül eden ücret seviyesidir. Böylece Ricardo, emeği bir meta gibi değerlendirip, ücreti emeğin arzı esasına dayandırmıştır.
John Stuart Mill tarafından geliştirilen ve klasik ücret teorilerinden biri kabul edilen, ücret fonu teorisine göre ise, ücreti tayin eden, Ricardo'nun görüşünün tam aksine emek talebidir. Bu teoriye göre, belli bir dönemde millî sermayeden işçi ücretlerine ayrılan fonun işçi sayısına bölünmesi ücret seviyesini belirler. Ücret fonu nüfustan daha hızlı bir artış gösterdiği takdirde, ücretler yükselir, aksine nüfus ücret fonundan daha hızlı yükseldiğinde ücretler düşer.
Bu teori, Malthus'un nüfus planlaması teorisiyle çok ciddî bir irtibat içindedir. Malthus'a göre, nüfus geometrik, üretim ise aritmetik bir yol izleyerek artmaktadır. Dolayısıyla bir gün gelecek, yeryüzünde mevcut gıda maddeleri insanlara kâfi gelmeyecektir. Bu kötü neticeye düşmemek için nüfus planlaması kaçınılmazdır. Zira her doğan çocuk, sofradaki mevcut ekmeği küçültmektedir.
Malthus ve günümüzde onun söylediklerini -hâşâ!- ilâhî bir mesaj gibi kabul eden hayranları, insanı ve onun muhtaç olduğu her şeyi yaratanın Allah olduğunu unutarak böyle yanlış bir yola sapmışlardır. O Allah ki, yarattığı her canlıyı rızkıyla beraber yaratmaktadır. Her doğan çocuk, sofraya elindeki ekmekle iştirak etmekte ve bir bakıma sofraya daha bir zenginlik kazandırmaktadır.
Ne var ki bizim burada konumuz, nüfus planlaması ve onun tenkidi olmadığından, şimdilik o hususa girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz mesele, klasik ücret teorisinin bu sakat düşünce ile olan irtibatıdır. Dolayısıyla da bunun, hiçbir insanî yanının olmadığını vurgulamaktır.
Marks, ücret meselesinde daha ciddî bir yanılgı içindedir. Kâr, ona göre işçinin ücretinden çalınmış bir haktır ve ücret tamamen emeğe dayalıdır. Dolayısıyla elde edilen mamulün hepsinde, eş bir ücret standardı olmalıdır.
Batı dünyasında en çok kabul gören ücret teorilerden biri de marjinal verimlilik teorisidir. Bu iyimser teoriye göre ücret seviyesi, üretime katılan sonuncu işçinin marjinal verimliliğine göre belirlenir. Yani marjinal (sonuncu) işçinin sağladığı hâsıla artışı, ücret seviyesini belirler. Buna göre, emeğin verimliliği arttıkça üretim, üretim arttıkça da ücret artacaktır.
Ancak, pratikte işçiye verilen ücretin, bu teoride ileri sürüldüğü şekilde işçi lehine doğru sarktığı hiç görülmemiştir ve işçi, ekseriyet itibarıyla hep asgarî ücret üzerinden muamele görmüştür. Belki bazen, asgarî ücret çok aşağıya çekilmiş ve verilen ücretler yüksek gibi gösterilmiştir ama, neticede işçinin aldığı ücret onun için hep boğaz tokluğu ölçüsünde kalmıştır.
Batı dünyasında geliştirilen bir diğer iyimser ücret teorisi de pazarlık gücü teorisidir. Bu teori, işçinin teşkilatlanmasını ve işverene karşı bir güç olarak çıkıp onunla pazarlık yapmasını savunur ve ücret seviyesinin belirlenmesinde bu gücü esas kabul eder.
Bu iyimser ücret teorileri suiistimale uğramadıkları ölçüde, işçi adına kısmen faydalı olmuştur. Ancak bunlardan marjinal verimlilik teorisinde ücretin seviyesi emeğin verimliliğine bağlandığından ve bunun tespiti de tamamen işverene bırakıldığından kötüye kullanılma yolu da açıktır. Buna karşılık, pazarlık gücü teorisinin tatbik görmesi, suiistimal edilmesi hâlinde belli ölçüde işverenin mağduriyetine yol açabilir.
Günümüzde durum biraz daha farklıdır. Bilhassa ileri ülkelerde, işçiye eskisine göre daha insanca bir muamele yapılmaktadır. Şu kadar var ki, İslâm'ın teklif ettiği ücret sistemine ve ücret seviyesine henüz hiçbir beşerî sistem ulaşabilmiş değildir. Nitekim İslâm'ın mevzu ile alâkalı prensiplerini zikrettiğimizde, bu durum daha açıkça görülecektir.
2. İslâm'da Ücret
İşçi, ne kapitalist ve liberal sistemlerde ne de komünist ve kolektivist sistemlerde aradığını bulmuş değildir. Her ne kadar Batıda işçinin hayat standardı biraz yükselmiş olsa da, yine de o, çarşı ve pazardaki arz-talep ölçüleri seviyesinde bir ücret alamamaktadır.
Komünist ve kolektivist sistemlerde arz-talep bütünüyle devlet tekelinde olduğundan, işçinin, kendi standardının ne olması gerektiği hakkında hiçbir tercih şansı olmamıştır/olmamaktadır. Bütün mukayese zemininin ortadan kaldırıldığı bu dünyada işçi, eline verileni öpüp başına koymak zorundadır. Bu sistemlerin tek ortak yanı, hepsinde de işçinin istismar edilmesidir. Birisinde bu istismar makyajlı iken, diğerinde bütün çirkinliği ile ortadadır.
İslâm'a göre ücret, işçi ile işveren arasındaki pazarlığa bağlıdır. Ancak önceden bir pazarlık yapılmadıysa ecr-i misil (emsal ücret) verilir ki, bu da örfe göre tespit edilir. Esasen bu esneklik tamamen işçinin lehinedir. Ancak işveren adına da herhangi bir haksızlık söz konusu değildir.
Biz, İslâm'ın bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilmesi ve tatbikinin bir bütün olarak yapılması mevzuu üzerinde hep ısrarla durduk. Ücret meselesi için de aynı durum söz konusudur. Ücret konusu, işçi ile işveren arasındaki münasebetlerden sadece biridir. Bu itibarla, onu müstakil olarak ele almanın, istenilen sonucu vermeyeceği açıktır.
Bu sebeple, ücretle birlikte diğer karşılıklı hak ve sorumluluklar da nazara alınmalı ve ücret, bu münasebetler zincirini meydana getiren halkalardan biri olarak değerlendirilmelidir. Hatta bu mesele, İslâm'ın içtimaî ve iktisadî diğer prensip ve müeyyideleri arasındaki yer ve durumuna göre de ele alınıp incelenmelidir.
Bununla şu noktayı hatırlatmak istiyorum: Ücret, işçi ve işveren arasındaki anlaşmaya bağlanırken, İslâm'ın çizdiği işçi ve işveren motifini gözden ırak tutarsak, İslâm'ın bu mevzudaki üstün yanını bütün berraklığı ile göremeyiz. Onun için, evvelâ bu noktaların iyi bilinmesi ve değerlendirmelerin bu bilgiler üzerinde gerçekleştirilmesi zaruret derecesinde önemlidir.
Müslüman işçi, yaptığı işi Allah'a, Resûlü'ne ve bütün mü'minlere arz edecek şekilde en mükemmel şekilde yapar.[1] Böyle birinin işverenin hakkına tecavüzü imkânsızdır. Bu anlayışta olan biri ne vakit zayi eder ne de harcaması gereken emeği esirger. Çünkü o, yapacağı her şeyin teker teker hesabının sorulacağı bir güne inanmaktadır.
Müslüman işverene gelince; emri altında çalıştırdıkları onun kardeşleridir. Yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve onlara gücünün üstünde yük yüklemez. Yükleyecek olursa, kendisi de o yükün altına giriverir.[2] Gönül verdiği temel kaynak itibarıyla bütün bunlar daha önceden onun kulağına birer teşvik olarak fısıldanmıştır.
Ne var ki, âlemşümûl bir adalet mesajıyla gelen İslâm, zaten diğer dinamikleriyle de böyle bir zemin hazırlamaktadır. Dolayısıyla bu teklifler, hiçbir Müslüman işveren için tâkatinin üstünde teklifler değildir. Aynı zamanda Müslüman işveren, işçinin ücretini, daha alın teri kurumadan verir. Bu, işçiyi psikolojik olarak rahatlatacağı ve onun şevkini artıracağı gibi, işvereni de aynı şekilde rahatlatacaktır.
Diğer taraftan işçinin sağlığı ile oynayan hiçbir iş koluna, İslâm cevaz vermez; zira bir insanın hayatı, Allah katında bütün insanların hayatı kadar değer ve kıymete sahiptir.[3] Durum böyle olunca, yüzde yüz emniyet ve yüzde yüz sıhhat kazandırılmadıkça, İslâm bir işçiyi yerin derinliklerine salıp oralarda çalıştırmaya asla razı olamaz. Zaten şuurlu hiçbir Müslüman işveren de böyle bir vebali göze alamaz.
Böyle bir durumda mesele, zaten, hiçbir zaman ferdin şahsî inisiyatifine de bırakılamaz. Bu gibi iş yerlerini denetim ve kontrol altında tutmak devletin vazifesidir.
a. Ücretlerde Farklılık
Ücret mevzuunda üzerinde durulması gereken bir diğer husus da ücretin çeşitliliği meselesidir. Cenâb-ı Hak, insanları ayrı ayrı istidat ve kabiliyette yaratmıştır. Kabiliyetlerdeki bu ayrılığın, yapılan işe aksetmesi ne derece normal ise, yapılan işlerdeki ayrılığın da ücrete aynı şekilde aksetmesi o derece tabiîdir.
Dünya, insanın istidat ve kabiliyetlerinin inkişaf edebileceği bir meydandır. Biz bu noktada diğer canlılardan ayrılırız. Onlar, hayata başka bir âlemde talim ve terbiye görmüş gibi gelirler ve bütün şartlara âşina ve nigehbân olarak dünya ile tanışırlar. Bediüzzaman 23. Söz'de meseleyi bu zaviyeden ele almış ve bu farklılığı ciddî bir şekilde tahlile tâbi tutmuştur.[4]
Dünya, insan için, duygu ve kabiliyetleri inkişaf ettirme yeridir. Onun için İslâm, duygu ve kabiliyetlerin inkişaf ettirilmesine göre bir mükâfat prensibi vaz'etmiştir.
Fevkalâde istidat ve kabiliyet, fevkalâde muameleyi gerektirir. Bu, İslâm'ın ücret ve mükâfat mevzuunda değişmeyen bir prensibidir. Kur'ân, "İnsana sa'yinden başka bir şey yoktur." (Necm sûresi, 53/39) derken, beyin ameliyesi yapana da, beden ameliyesinde bulunana da emekleri nispetinde karşılık verme ölçüsünü getirmiştir.
Dolayısıyla insanlar içinde Hz. Ömer kafasını taşıyana verilecek olan mükâfat ile, omuzları üzerinde cılız bir kafa taşıyan birine verilecek mükâfat her hâlde aynı olmayacaktır ve olmamalıdır da.
Gece-gündüz durmadan düşünen bir insanla, sırt üstü yan gelip yatan insanı birlikte değerlendirmek elbette doğru değildir. Onun için, dünyanın büyük bölümünde, uzun zaman eşit ücret teorisi tamamen beşerin tabiatına, fıtratına ters bir istikamette işlemiş ve asla her zaman kabul edilebilir bir tatbikat görmemiştir.
Öyle ise, her istidat ve kabiliyet, kâmet-i kıymetine göre ücret almalıdır. Ancak, en aşağı seviyedeki insana verilen ücret, mutlaka onun insanca yaşamasına yetecek ölçüde olmalı; fazlalıklar ise, insanların o mevzudaki maharet ve tecrübelerine göre tespit edilmelidir.
b. İşçi-İşveren Münasebetleri
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde en iyi kazanç, hassasiyetle işin üzerinde durularak ve işverene saygı gösterilerek elde edilen kazançtır.
İslâm, işverenin hakkının zimmete geçirilmesini haram saymaktadır. Patron işçiye zulüm yapsa dahi, işçi ona zulüm yapmamalıdır. Aynı mesele aksi durum için de söz konusudur. Zira başkasının zulmü, insanı zulüm işlemekte mazur hâle getiremez:
"Başkalarının zulmü ve cevri sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Âdil olun, zira bu, takvaya daha uygundur." (Mâide sûresi, 5/8) âyeti karşısında her mü'min tir tir titrer.
İslâm'ın çizdiği motif içinde işçi ve işveren, aynı cesedin uzuvları gibidir. Aralarında nefret, adavet, kin ve şekavet yoktur. İşçi işçilik ahlâkına, işveren de işveren ahlâkına riayet eder. Birisi işi en güzel şekilde yapar, diğeri de ona daha teri kurumadan hakkını verir ve her iki taraf da birbirine kardeş gibi davranır.
Bu sistemde, işçi ile patronun asgarî müşterekleri o kadar çoktur ki, işçi ile patron arasında hayat standardı bakımından âdeta bir fark yok gibidir. Zaten İslâm, lüks ve israfı haram kılmış, daima sade bir hayatı teşvik etmiştir.
İşveren, ne kadar zengin olursa olsun, İslâmî bir ölçü içinde yaşayacak olursa, onun hayat standardı ve yaşama seviyesi sıradan bir insanınkinden çok da farklı olmayacaktır. Yani, İslâm'da ferdin tabiî hayat tarzı budur. İşte böyle bir cemiyet içinde aşırı derecede standart farklılıkları da olmayacaktır.
Bu sistemde, Ebû Zerr'in yaptığı gibi, bir insanın kölesiyle aynı elbiseyi giymesi ve aynı şeyi yemesi gayet normaldir. Ve yine halife ile hizmetçisinin bir tek bineği nöbetleşe kullanıp, deveye sıra ile binmeleri hiç de fevkalâdeden bir hâdise değildir.
İşte İslâm'da ücret meselesi, böyle bir espri içinde ele alınmakta ve hem işçi hem de işveren asla mağdur edilmemektedir.
Bu sistemde grev ve lokavt teşvik edilmemektedir. Elbette beşerî münasebetler içinde bazı uyuşmazlıklar olacaktır. Ama kendilerini mağdur kabul eden insanların müracaat edecekleri bir kuruluş mutlaka bulunacaktır. İslâm'da bu gayeye matuf hizmet amacıyla kurulmuş "Hisbe teşkilatı" diye bir kurum vardır.
Zannedilmesin ki, biz bu sözlerimizle ütopik bir hayattan bahsediyoruz. Aksine, asırlarca amansız bir dünyanın en acımasız darbeleri karşısında dahi sarsılmayan ilâhî bir sistemden bahsediyoruz.
Farabî, el-Medinetü'l-Fâzıla'sında ütopiktir. Eflâtun bir ütopya yazmıştır.. ve daha niceleri… ama bunlar hiç yaşanmamıştır. İslâm'la ortaya konanlar ise birer vak'adır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kısa zamanda ilelebet pâyidâr olacak bir sistem kurmuştur.
Şayet günümüzün İslâm âlemi, iktisadî bir çöküntü içinde ise, bunun sebeplerini âfâkta (dışarılarda) aramak yerine her fert kendi vicdan ve hayatındaki boşluklarda aramalıdır. Aslında bu his ve duygu olmadan da hiçbir yere varmak mümkün değildir.
- tarihinde hazırlandı.