Tüketim

1. İstihlâk Kavramı ve Günümüzde İstihlâk Anlayışı

İstihlâk, aslı Arapça bir kelime olmakla beraber, tamamen dilimize girmiş ve Türkçe'ye mâl olmuş bir kelimedir. İstihlâk yerine şimdilerde tüketim kelimesi kullanılmaktadır. Yalnız tüketimin, istihlâk gibi geniş kapsamlı bir kelimenin yerini tutmayacağını düşünerek bunu şimdilik işin erbabına havale ediyorum.

Umumî mânâda istihlâk; bir insanın yemesi, içmesi, giymesi ve elindeki imkânları kullanıp tüketmesi ya da aşındırması demektir. Bu kelimenin karşısında da şimdilerde, üretim denen istihsâl kelimesi bulunmaktadır.

İstihlâk ve istihsâl, iktisadî hayatın önemli iki temel rüknüdür. Öyle ki, çok defa iktisada ait diğer mevzular tamamen bunlara bağlı olarak değerlendirilir.

İstihlâkın, iktisadî hayata ait çok önemli bir husus olduğu açıktır. Zira istihlâk, bir isteğe dayalıdır. İnsan, istihlâk ettiği zaman isteyecektir. İstek de tabiî olarak talebi doğuracaktır. Öyleyse iktisadî hayatta her türlü faaliyetin temelinde istihlâk vardır denilebilir.

Devrimizde istihlâk anlayışı tamamen materyalist bir çizgide yorumlanmakta ve yaşanmaktadır. Bu anlayışa göre bütün değer hükümleri, cüzdanın kabarıklığına ve yeraltı-yerüstü servet kaynaklarına göre verilmekte ve insan 'ekonomik bir hayvan' (homoeconomicus) mahiyetinde görülmektedir.

Böyle bir anlayış açısından insan, bir fabrikadan, bir makineden farksız bir eşya gibidir. Bu sakat anlayışa, bir de fantastik zevkler inzimam edip görenek ve tiryakilikler eklenerek zenginin servetini gelişigüzele sarf etmesi ilave edilince, mesele üstesinden gelinmez ve önü alınmaz bir gaile olarak karşımıza çıkmaktadır.

Gariptir, günümüzde her mesele biraz da bu eksen üzerinde cereyan etmektedir ki, her şeye yeni bir istikamet kazandırılması, büyük ölçüde insanımıza fıtrî ve ruhî bir seviye kazandırılmasına bağlıdır. İhtimal iktisadî hayatımızı işte ancak o zaman düştüğü bu çukurdan ve şu andaki anafordan kurtarabiliriz.

Bilindiği gibi, bugünkü ekonomik sistemlerde israf, aşırı istihlâk ve lüks teşvik edilmekte; öyle ki bugün giyilen şey yarın giyilmemekte, bugün yenen şey yarın yenmemekte ve böylece korkunç bir israf fikri ve istihlâk anlayışı körüklenmektedir.

Günümüzün medenî insanları, bu mevzuda bir bakıma bedevîlerden (ilkel insanlar) daha tali'siz, daha bedbaht sayılabilirler. Çünkü bedeviyette bir insan 2-3 şeyle geçinmesine mukabil, günümüzde pek çok şeye ihtiyaç hissedilmektedir.

Bugün medenî hayat insanlığın başına öyle gaileler açmıştır ki, medenî bir insan koltuksuz bir evi yaşanmaz görmekte; buzdolapsız, televizyonsuz evi ahırla bir tutmaktadır. Ona göre, her insanın mutlaka en az bir özel otomobili olmalıdır. Yine ona göre, merdivenlere tırmanma ilkel insan işidir; mutlaka her evde bir asansör bulunmalıdır.

Tabiî bu arada benimsenen şeylerin arasında, insan tabiatına ve fıtrata ters o kadar çok belâ ve dert vardır ki, bir bir bunları sayıp dökmek mümkün değildir. Tarih boyu da hep böyle olmuş ve bu anlayıştaki medenîlerin medeniyet tarihleri bu tür şeylerin meşheri mahiyetindedir.

Bir kere, hayatını lüks ve israf içinde sürdüren medenîlerin kurduğu ciddî bir medeniyet yok gibidir. Bütün medeniyet ve umranların temelinde, o az yiyen, az içen, basit giyinen; lükse, zevke ve safaya düşkün olmayan insanlar vardır.

Evet, yeryüzünde nerede bir medeniyet kurulmuşsa, onun temelinde kanaatkâr ve israftan kaçınan insanları görürüz. İşte cihanın büyük bir kısmında medeniyet kuran ilk Müslümanlar! İşte sahabe-i kiram! İran'da, Turan'da, Bağdat'ta, Endülüs'te kurdukları medeniyetler bunun en canlı şahitleridir.

Ve işte Osmanlı! Eğersiz atlar sırtında parlak bir medeniyet kurmuş ve dört asrı aşkın bir süre dünyayı kontrol edebilmiştir. Amerika'ya giden ilk seyyahlar da Kızılderililerle savaşa savaşa, aç-susuz, yokluk içinde -ne kabul edilirse edilsin- yeni bir medeniyet kurmuşlardır.

Daha nice devlet ve millet vardır ki, seviyeli bir umrana ancak istihlâka sınır koymakla; israf, lüks ve sefahatten kaçınmakla ulaşabilmişlerdir.

Dünyanın en büyük, en geniş servet kaynaklarına da sahip olsalar, bugün şu bin bir sefahat içinde yüzen insanların bir medeniyet kurmalarını ve ciddî bir millet olma seviyesine yükselmelerini düşünmek oldukça zordur. İsraf, lüks ve sefahati terk etmedikten sonra, rahata ve rehavete alışmış, zevk içinde yaşamadan başka bir şey düşünmeyen bu insanların, insanlık adına yapacağı hiçbir şey yoktur.

2. İslâm Tüketime Sınır Koymuştur

Günümüzün medeniyeti, onu kuranların cehaleti ve insanı tanımaması yüzünden beraberinde bir sürü de gaile getirmiştir. Dahası o, ruhlarımızda korkunç ve devamlı bir yaşama arzusu ve maddî refah düşüncesi hâsıl ederek, bizi bize ait bir kısım hususiyetlerimiz açısından kör-topal yapmış ve şaşkına çevirmiştir.

Bu sebeple günümüz insanı, her gün bitmeyen bir kısım tûl-i emellerle evinden ayrılmakta, tûl-i emeller içinde yatağa girmekte; rüya ve hülyalarında bitmeyen ihtiraslar arkasında koşmakta ve bir türlü tatmin olmamaktadır. Zira onun ruhunu, sonu gelmeyen ümniyeler, boş hayaller, günü gün etme arzuları, lüks ve sefahat içinde eğlenme düşünceleri ve korkunç bir bohemlik arzusu esir etmiştir.. ve onun için tüketimin âdeta sınırı yok gibidir.

İslâm ise bu hususa bir sınır koymuş ve: "Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver, elindekileri saçıp savurma. Şüphesiz saçıp savuranlar, şeytanlarla kardeş olurlar. Şeytan ise Rabb'ine karşı pek nankördür." (İsrâ sûresi, 17/26-27) gibi beyanlarıyla bize dengeli olmayı yeğler.

Evet, Kur'ân, müntesiplerini: "Yakınındaki fakirlere infakta bulun. Kazandığın her şeyde onların da bir hakkı olduğunu düşün. Cüzdanına koyacağın her kuruşta, yakınındaki fakirlerin de bir hakkı olduğuna inan. Miskini gözet ve bunları yaparken, yani hem yerken hem yedirirken, hem giyerken hem giydirirken savurganlığa sapma, israftan kaçın; kaçın ve istihlâkte aşırılığa girme. Zira saçıp savuranlar, şeytanın arkadaşı ve kardeşidirler. Şeytan ise, Rabbine karşı en büyük nankördür." türünden fermanlarıyla uyarır ve dengeli yaşamayı öğütler.

O: "Ey âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyerek gidin. Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." (A'râf sûresi, 7/ 31) … gibi fermanları ve: "Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet, dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuk isteme; çünkü Allah bozguncuları sevmez!" (Kasas sûresi, 28/77) türünden buyruklarıyla hep itidali salıklar.

Yani bizlere: "Allah'ın sana lütfettiği nimetlerden ahiret yurdunu araştır; onun arkasına düş ve sıhhatini, gözünün ziyasını, dizinin ferini ahireti kazanma istikametinde kullan. Senin için topraktan çıkanı, çıkarılanı, gökten ineni, başından yağanı ahireti kazanma yolunda harca. Ama dünyadan da nasibini unutma. Yani burada da aziz ve şerefli olarak yaşama imkânlarını araştır, ötelerde de.. ve sakın ahireti hiç düşünmeyen tali'sizler gibi olma. Zira sen, ahireti düşünmez ve sadece dünyaya dalar, hep menfaatperest olarak yaşarsan, yeryüzünde anarşi vesilesi olabilirsin. Sakın böyle bir muvazenesizlik yaparak yeryüzünde fesada sebebiyet verme, fesat çıkarma. Günde beş defa her namazda Allah'tan (celle celâluhu) istediğin itidalin insanı ol ve Allah'ın kurduğu dünya-ukbâ muvazenesi içinde, yeryüzünde nizam ve intizamın teminine çalış." der.

Tüketim anlayışımıza ait zikretmeye çalıştığımız bu ölçüler, mutlak mânâda tüketim anlayışının bilinmesine ve kabullenilmesine bağlıdır. İnşâallah bundan sonraki bölümde bunu daha teferruatlı olarak ele almayı düşünüyoruz.

3. Tüketim Anlayışımız

İslâm, tüketim anlayışıyla da diğer bütün sistemler karşısında bir faikiyet arz eder. Her şeyden önce İslâm'a göre tüketim, dinin temiz kabul ettiği şeylerden yapılır. Yani, tüketim mallarının dinen helâl ve temiz olması şarttır.

Müslüman olarak bizler, her şeyi ağzımıza koyamaz ve her önümüze geleni de yiyemeyiz. Çünkü istihlâk ettiğimiz şeyleri istihlâk ederken, bununla ruhumuzun gelişmesini, duygularımızın inkişaf etmesini ve zâhir-bâtın hâsselerimizin uhrevî âlemler için istidat kazanacağını düşünürüz. Bu itibarla da bize uhrevî hayatımızı kaybettirecek şeylerden şiddetle kaçınır ve onların hem dünyada hem ukbâda doğuracakları zararları mutlaka hesaba katarız.

Onun için biz, istihlâki dinin tespit ettiği prensipler içinde yapar ve tüketeceğimiz maddenin evvelâ helâl ve temiz olmasına dikkat ederiz. Zira Kur'ân-ı Kerim: "Ey insanlar! Yeryüzündeki helâl ve temiz şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır." (Bakara sûresi, 2/168) buyurarak, pek çok âyetiyle bize bunu öğütler ve "Ey insanlar! Size temiz olarak verdiğimiz rızıklardan yiyin. Şeytanın arkasına takılmayın. Zinhâr ilâhî prensiplerin dışındaki vaidlere bel bağlamayın; Kur'ân dışı anlayışlara göre hareket ederek yaşayışınızı şeytana bağlamayın; zira o, Allah'ın hem hasmı hem de düşmanıdır." buyurur.

Başka bir âyette buna daha bir vuzuh (açıklık) kazandırarak şöyle ferman eder: "Ey iman edenler! Size helâl rızık olarak ihsan ettiğimiz şeylerden yiyin ve eğer Allah'a kulluk peşinde iseniz, O'na şükredin." (Bakara sûresi, 2/172)

Evet, eğer siz de Allah'a kullukta bulunuyor ve kulluğunuzun da şuurunda iseniz, yani aczinizi, fakrınızı, eşya ve hâdiseler karşısında hiçliğinizi anlamış iseniz, Allah'ın helâl olarak yarattığı rızıklardan yiyiniz, içiniz ve Allah'a şükrediniz.

Mâide sûresindeki şu âyetler bu hususu daha da bir müşahhaslaştırır ve kesin hatlarıyla bize Kur'ânî yolu gösterir:

"Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar; (canı çıkmadan önce kesmediğiniz) boğulmuş, bir yerinden vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, (başka bir hayvan tarafından) boynuzlanmış, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanlar ile dikili taşlar adına boğazlanan hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı." (Mâide sûresi, 5/3)

Başka milletler çeşitli düşüncelerle kendi müntesiplerine bunları helâl gösterip onlara haram işletebilirler. Ne var ki, Allah (celle celâluhu), fıtraten temiz ve nezih yarattığı kuluna, habâset ve pislik ifade eden şeyleri lâyık görmez. Onun içindir ki, "Temiz olan, temiz olana lâyıktır." (Nur sûresi, 24/26) prensibince İslâm, kendi müntesiplerine lâyık olmayan şeyleri yasaklar.

Evet, tüketeceğimiz şeyler, her zaman için temiz olmalıdır. Temizlik, İslâm'da çok mühim bir esas ve bir mânâda önemli bir rükündür. Onun içindir ki, Mefhar-i Mevcudat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Temizlik imanın yarısıdır."[1] buyurmuşlardır.

a. Helâllik ve Temizlik

Tüketilecek malların temizlik ve helâlliği konusunda yukarıda yaptığımız genel izahtan sonra isterseniz bu konuyu biraz daha açalım.

İslâm, her şeyin öyle gözü kapalı tüketilmesine, yenilip içilmesine izin vermez. Tüketime konu olan maddeler, yukarıda da belirttiğimiz gibi, helâl ve temiz olmalıdır. Buna binaen meselâ içki, İslâm'a göre tüketim malı olamaz. Zira Kur'ân, içki hakkında rics kelimesini kullanmaktadır ki, bu, ister maddî isterse mânevî yönden olsun, içkinin bir pislik olduğunu ifade eder.[2]

Sekir ve sarhoşluk veren her şey, içki hükmünde olduğundan İslâm, onları mal olarak da kabul etmez. Bundan dolayı, meselâ, bir insan yüklü miktarda içki çalsa tecziye edilmez. Yine bu insan, bir miktar içkiyi dökse, ona tazmin ettirilmez. Çünkü İslâm Hukukuna göre o, mâl-i mütekavvim (kıymet ve değeri olan) bir mal değildir.

Dinde temizlik, hem Kur'ân-ı Kerim'de hem de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sözlerinde tebcil ve teşvik edilmiştir.

Kuba halkı, istincâda önce taşlarla temizleniyor, sonra da su kullanıyorlardı. Onların bu davranışları bizzat Cenâb-ı Hak tarafından Kur'ân diliyle takdire şâyân görülmüştür:

"Orada temizliği seven insanlar vardır; Allah temizlenenleri sever." (Tevbe sûresi, 9/108)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu âyet nazil olunca, hemen Kuba halkının yanına gidip onlara: "Siz nasıl bir amel işliyorsunuz ki, hakkınızda bu âyet nazil oldu?" diye sorar.

Onlar da, bir müddet düşünüp taşındıktan sonra yaptıkları işi söylerler. Yani önce taş kullandıklarını, sonra da su ile necaset mahallini yıkadıklarını ifade ederler.[3] Demek ki, onların bu kadarcık olsun temizlikte titiz davranmaları, Cenâb-ı Hak tarafından tebcile vesile sayılıyor.

Ve Allah Resûlü ferman ediyor: "Herhangi biriniz uykudan kalktığı zaman elini su kabına daldırmadan önce yıkasın. Zira o, elinin gece nerelerde dolaştığını bilemez?"[4]

Yani, önce elini yıkasın, sonra yiyeceği veya içeceği şeyi eline alsın, zira gece elinin nerelere temas ettiğini bilemez. Yani uyku hâlidir, eli her tarafta dolaşabilir. Elin dolaştığı bu yerler mikropların yaşaması için en müsait yerler olabilir. Öyle ise, uykudan kalktığınız zaman, zinhâr yıkanmadan, elinizi yiyecek ve içeceğinize uzatmayın; önce tertemiz yıkayın, sonra yapacağınızı yapın.

Burada, koruyucu hekimlik açısından bu hadisin üzerinde durulabilir ama, ben o işi erbabına havale etmek istiyorum. Bizim burada esas işaret etmek isteğimiz husus, istihlâkte temizliğin bir ön şart olması hususu ve Müslümanların bu noktaya çok dikkat etmeleri gerektiğidir.

b. İtidal ve İstikamet

İslâmiyet'te, tüketilecek malın helâl ve temiz olması şartının yanında onun dengeli tüketilmesi de çok önemlidir.

Dinimiz, her şeyde olduğu gibi tüketimde de bir ölçü koymuş ve insanı, yeme-içme vb. alanlarda -meşru olmak kaydıyla- harcamalarda bulunmaktan ne tamamen menetmiş ne de malını sorumsuzca saçıp-savurmasına izin vermiştir.  Bu cümleden olarak o: "Yiyin, için, fakat israf etmeyin." (A'râf sûresi, 7/31) diyerek bize her hususta dengeli davranmayı emretmiştir.

Hayatlarını Kur'ân yörüngeli şekillendiren mü'minler, Kur'ân-ı Kerim'in bu âyetini bir ölçü olarak kabul etmeli ve harcamalarını israfa varmayan bir iktisat anlayışı içinde yapmalıdırlar. Gerçi böyle bir davranış bazı insanlar nazarında bir hisset (cimrilik, tamahkârlık) olarak değerlendirilebilir. Ancak insanların gelir düzeylerinin farklı olması ve bu farklılık sonucu bir kısım insanların açlıktan vefat ederken, diğerlerinin saça-savura bir hayat yaşamaları düşünüldüğünde, aslında bunun çok da öyle olmadığı anlaşılacaktır.

Cenâb-ı Hak, konuyla alâkalı başka bir âyet-i kerimede, "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin, sınırı aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yeyin ve inandığınız o Allah'tan korkun." (Mâide sûresi, 5/87-88) buyurarak, onların yeme, içme, giyinme, kuşanma ve daha başka hususlarda, ifrat ya da tefritlere düşebileceklerini haber vermek suretiyle onları bu tür aşırılıklardan sakındırarak itidal ve istikamete davet etmektedir.

Aslında, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine baktığımızda, O'nun da söz ve davranışlarıyla ümmetine aynı tavsiyeleri yaptığını görürüz. Şöyle ki, yer yer sahabeden bazı insanların gelip, "Yâ Resûlallah! Biz her gün oruç tutacak ve bir şey yiyip içmeyeceğiz. Yine gece sabaha kadar namaz kılıp, ailelerimize yaklaşmayacağız!" dediklerinde O denge insanının cevabı şöyle olmuştu:

"Ailenizin, çoluk-çocuğunuzun, nefsinizin sizin üzerinizde hakları vardır. İçinizden Allah'a en yakın olanınız ben olduğum hâlde, bazen oruç tutar, bazen iftar ederim. Bazen namaz kılar, bazen dinlenirim ve evlenirim. Benim sünnetimi terk eden benden değildir."[5]

Böylece onlara itidal ve istikameti tavsiye etmiştir.

O'nun bu mevzuda, "Kuvvetli mü'min zayıf mü'minden daha hayırlıdır."[6] hadisi de üzerinde durulması gereken başka bir hususu işaretlemektedir. Ne var ki, bunun yanında O (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler, karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, tembellik ve yakîn azlığıdır."[7] gibi hadisleri de konunun diğer yanına işarette bulunmaktadır ki, itidal ve istikamet de ancak bu suretle gerçekleşmektedir. Zannediyorum, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık." (Bakara sûresi, 2/143) âyeti buna da işaret etmektedir.

Efendimiz her mevzuda olduğu gibi, istihlâkte de hep vahyin emri doğrultusunda hareket etmiş ve her şeyde olduğu gibi, bu mevzuda da bize örnek olmuştur.

Bütün bu örnekler gösteriyor ki, İslâm, bir kısım maddeci (materyalist) anlayıştan uzak olduğu kadar, zahitlik adına her şeyden el etek çekme anlayışından da uzaktır. Onun kendine has bir tüketim telakkisi vardır ki, ona, ifrat ve tefritten uzak, Kur'ân ve Sünnet'in öngördüğü temel prensipler çerçevesinde bir itidal ve istikamet anlayışı diyebiliriz.

c. Fazilet ve Fedakârlık

İnsan, sadece maddeden ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı, maddesine hitap eden ve maddî ihtiyaçlarına cevap veren hususların karşılanmasıyla onun bütün ihtiyaçları giderilmiş ve mutluluğu sağlanmış olurdu. Oysaki, durum hiç de öyle değildir.

İnsanın maddesinin yanında, ondan çok daha yüksek, çok daha derin ve çok daha kıymetli ruh, kalb, sır gibi bilinir-bilinmez nice duyguları vardır. Ondaki bütün bu duygular, kendi buudları ve çerçeveleri içinde tatmin istemektedir. Öyle ise, insanın yalnız maddî ihtiyaçlarının karşılanması sadece kaba bir tatmin; ona yalnız maddesiyle yaklaşmak da, onu anlamaktan çok uzak bir yaklaşımdır.

Eğer insan, bazılarının zannettiği gibi, sadece maddeden ibaret ekonomik bir hayvan olsaydı, para ve emtia ile onun bütün ihtiyaçları giderilir, o da bunlarla mesut ve bahtiyar olabilirdi.

Hâlbuki yukarıda da arz ettiğimiz gibi, insanın, maddesinin yanında belki ondan daha fazla ihtiyacı olan kalbi, aklı, ruhu ve hissiyatı… gibi derinlikleri vardır. Özellikle günümüz insanı, bu hususlar açısından tam beslenmediği için hep stres ve buhran içindedir. Bütün bu buhranların ve streslerin altında da, onun duygularının ihtiyaçlarına cevap verememe vardır. İşte bizler, tüketim meselesini ele alırken meseleye bir de bu zaviyeden bakarak incelemeye çalışacağız.

Evet, biz, tükettiğimiz her şeyi, ruhî ve kalbî hayatımızı, his ve duygularımızı inkişaf ve terakki ettirmeyi hedef alarak tüketme durumundayız. Dahası, tüketirken de, meselenin sadece helâl veya haram olmasına bakmayıp, bazen Rabbin rızasını kazanmak için icabında helâl olanları bile terk etmek suretiyle, zahidane davranır ve meselenin bu yanına, maddî yöne verilen ehemmiyetten daha çok ehemmiyet verir ve hayatımızı âdeta kılı kırk yararcasına yaşarız.

Biz, insanı bütün olarak ele alır ve kazanmada olduğu gibi tüketimde de faziletli olmaya çağırırız. Bir yönüyle meselelerimiz objektif ve paraya dayalıdır. Diğer yönüyle de subjektif ve insanın ruh, kalb ve latîfeleriyle yakından alâkalıdır. Zaten insanı faziletli kılan da, bu iki yönün beraber temsil edilmesine bağlıdır.

Her şeyden evvel fazilet, insanın dünyaya geliş gayesidir. Paraya gelince o ancak, Allah (celle celâluhu), Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve insanlar nazarında faziletli olan insanların elinde bir fazilet unsuru olabilir. Evet, para, yerine göre fazilete yardımcı bir esas olsa da, bazılarının zannettiği gibi o, hiçbir zaman faziletin muallâ yerine bizzat çıkıp oturamaz ve oturmamalıdır da.

Para daha önce de izah ettiğimiz gibi Tebük'te bir işe yaramış ve fazilete hizmet etmiştir. O, Tebük'e katılanları faziletli kıldığı gibi, din, iman, ülkü ve ülkü yolundaki katkılarıyla bir fazilet vesilesi sayılsa da, kendi olarak çok fazla bir şey ifade etmemektedir.

d. Fazilet Potasında Yoğrulanlar

İsterseniz kudsî bir gaye ve başkaları için yaşama duygusunu biraz daha açarak, fazilet potasında yoğrulmuş yüksek seviyeli fertlerin, mal ve serveti, lüks ve müreffeh dünya hayatını nasıl istihkâr edip küçümsediklerini ve insanı yutan bu uğursuz tüketim girdaplarından onların nasıl kurtulabildiklerini bir iki misalle tespit etmeye çalışalım. Zannediyorum bu kadarcık olsun bir kapı aralamakla, tüketim anlayışımızdaki fazilet ve fedakârlığın yeri daha da iyi anlaşılmış olacaktır.

Şöyle ki; sıcak bir mevsimde, kıtlığın hükümfermâ olduğu bir dönemde, Bizans'a karşı harp değil de, bu coğrafyada başkalarının da bulunduğunu gösterme ve onlara gözdağı verme türünden, arkasına aldığı, o dünyayı istihkâr eden cemaatiyle Mefhar-i Mevcudat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) çöllere yeni bir velvele salmak istemişti.

Aslında tam ağustos ayında ve meyvelerin, çiçeklerin insana tebessüm ettiği bir dönemde ve sahabenin işiyle-gücüyle meşgul olduğu bir hengâmda sefere davet olunmak oldukça ağır bir teklifti.

Ne var ki, hiç kimse bunu ağır kabul etmemişti. Herkes, seve seve bu ağır, ağır olduğu kadar da çok sevaplı yolculuğa hemen çıkıvermişti. Yalnız böyle bir hareket için gerekli bir teçhizata ihtiyaç olduğu da açıktı. Onun için de Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), meseleyi halkın hiss-i semâhatına (cömertlik duygusuna) arz etti ve bu hususta da onların olurunu aldı.

Her zaman hayır adına yarışan bu insanlar, böyle sıcak bir çağrıya bütün varlıklarıyla "Evet!" dediler. Bu "Evet!" deyiş farklı farklı olmuştu: Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) bütün mal varlığını getirmiş, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) servetinin yarısını takdim etmişti.

Hz. Osman (radıyallâhu anh), o gün çok zengindi. Suriye ve Medine arasında ticaret için büyük kervanlar teşkil ediyor ve ticaret yapıyordu. O da bu davete, taşımakta zorluk çektiği kucak dolusu altınla icabet etmiş ve bunları Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek eteğine boşaltıvermişti. Bu civanmertlik karşısında Allah Resûlü, o dolu dolu duygularıyla: "Vallahi, Osman'a bundan sonra yaptığı kötülükler zarar vermez!"[8] buyurmuşlardı. Bu müjdeli beyan, -muhalfarz- Hz. Osman (radıyallâhu anh) günah işlese bile, Allah (celle celâluhu), o gün gösterdiği bu cömertlikten dolayı artık onu muaheze etmeyecek demekti.

Evet, servet, yerinde kullanmak için kazanılmalıdır ve o, insanı fazilete erdiren bir vasıta olmalıdır. Aksine eğer servet, insanı fazilete götürmüyor, hatta aksine, fazilete giden yolları tıkıyorsa, mü'min onu bir afet ve bir belâ görmelidir. Nitekim Abdurrahman b. Avf da (radıyallâhu anh) kendisini Cennet'e koşarak gitmekten mahrum edeceğini duyduğunda neredeyse servetinin bütününü infak etmişti.[9]

Servetin bu türlü fazilete medar ve vesile olması ayn-ı fazilettir. Ne var ki, servet, faziletin ne remzi ne işareti ne de onun esasıdır. Çünkü fazilet, ancak kulun, yüksek insanî değerlerle Allah'a yaklaşmasına bakan ledünnî yanıdır.

e. Fazilet Bahçesinin Gülleri

Tüketimde faziletin ne demek olduğunu ve faziletin nerede, ne zaman ve ne ifade ettiğini anlamak için şu hâdise üzerinde biraz düşünmemiz yeter zannediyorum:

Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bâdiyede (çöl) Zâhir adında, çiçek gibi bir dostu vardır. O, bedevî bir insandır. Çölde bulduğu şeyleri getirir, Medine pazarında satar ve her Medine'ye gelişinde de Resûl-i Ekrem'e bir demet çiçek sunardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Zâhir, bizim bâdiyemiz, o bizim çöl insanımızdır." buyururlardı.

Bir gün o, Medine pazarında ticaret yaparken Allah Resûlü sessizce arkadan gelip Zâhir'e yaklaştı ve gözlerini tuttu. Zâhir önce, "Kim O? Kimse bıraksın beni!" dedi. Sonra Resûl-i Ekrem olduğunu anlayınca O'na sırtıyla iyice yaslanıverdi. Yümnünden, bereketinden, şeref ve nuraniyetinden istifade etmek için, o mücessem nurla tam bir kurbet ve yakınlık düşüncesiyle bunu yapıyordu.

İşte bu esnada Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), çevresindekilere seslenerek, "Bir köle var, satıyorum, alan var mı?" diye buyurdu.

Bu, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün hayatında yaptığı üç-beş latifeden biriydi. Zâhir, bünye itibarıyla görkemli, boylu-poslu birisi değildi. Ona çirkin denemezdi, ama güzel olduğu da söylenemezdi.

Zâhir, Allah Resûlü'nün latifesine şu şekilde mukabelede bulundu: "Yâ Resûlallah! Beni satsan çok para etmem. Çünkü güzel değilim!" Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) içini çekti ve şöyle buyurdu: "Fakat sen, Allah yanında çok kıymetlisin..."[10]

İşte bir başka misal daha; Tebük seferinde cihana fazilet dersi veren bir cemaatten damla damla dökülen bir misal:

Daha evvel bu seferin ne kadar zor ve nâmüsait şartlar altında gerçekleştiğini belirtmiştik. Bu sefer esnasında maruz kalınan susuzluğu anlatırken bir sahabi aynen şöyle der:

"O kadar susamıştık ki, vaha kenarlarındaki bir kısım otları topluyor, sıkıyor ve damlayan birkaç katreyi dilimize dudağımıza sürüyor ve susuzluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. Hatta susuzluktan develeri boğazlıyor ve hörgüçlerinde biriken suyu içiyorduk."

Bu kadar susamış olmalarına ve bu kadar şiddetli sıcağa, açlığa, hatta çok defa ağızlarına götürecek bir tek hurma bulamamalarına rağmen bir fırtına gibi Bizans önlerinde esmişler ve Bizanslıların kalblerine korkular salmış, sonra da hiçbir zarara maruz olmadan ve yolda takılıp-kalmadan tekrar geriye dönmüşlerdi.

Hacca gidenler, oranın temmuz veya ağustos aylarındaki sıcaklığını çok iyi bilirler. Hararetin gölgede 60-70 dereceye ulaştığı ve hiçbir esintinin bulunmadığı, insanlar ayaklarını taşa basarken ateşten korlar üzerine basıyor gibi ürperdikleri bir zemin ve zamanda, o korkunç çölü kat'etme tehâlükü öyle müthiş bir hâdisedir ki, böyle bir şey sahabeden başkasının da yapacağı iş değildir.

Şâyân-ı dikkattir, bu kadar ağır şerait altında hiçbir sahabi, "Bizi nereye götürüyorsun? Niçin gidiyoruz?" dememiştir. Aksine, geriye kalmış olanlardan Ebû Heysem ve Ebû Zer (radıyallâhu anh) hazretleri gibileri, sırtlarına eşyalarını vurmuş, koştura koştura arkadan Resûl-i Ekrem'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) yetişmişlerdir ki, böyle bir durum insanlık tarihinde ender hâdiselerdendir.

Evet, Medine'den kendilerine doğru kopup gelen bir toz bulutu Resûl-i Ekrem'e gösterilince, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Ebû Zer olsa gerek!" buyurur ve toz bulutu dağıtılınca da içinden Ebû Zer çıkıverir. Allah Resûlü de ona hâl ve istikbalini haber veren bir mukabelede bulunarak, "Allah Ebû Zer'e merhamet etsin! O, yalnız yaşayacak, yalnız gezecek ve yalnız ölecek!" buyurur.[11]

İtiraf etmeliyiz ki, böylesi ağır işleri, zevk u sefaya alışmış insanlar kat'iyen yapamazlar. Zevkin, sefanın zebunu insanların medeniyet adına ortaya koydukları hiçbir şey yoktur. Eğer şanlı tarihimizde yapılmış bazı şeyler varsa, onları perhize alışmış, varlık içinde iktisat ve itidalle hareket eden, kalbinin ve ruhunun hakkını da ihmal etmeyen fazilet insanları yapmışlardır.

Hâsılı, bizim tüketim anlayışımızda, diğer sistemlerden farklı olarak üç önemli esas ve prensip vardır: Temizlik, itidal ve fazilet.

4. Tüketimde Öncelik

İstihlâk (tüketim) mevzuunda üzerinde durulması gereken önemli diğer bir husus da tüketimde öncelik meselesidir. Sistem olarak biz, bu açıdan da diğer anlayış ve sistemlerden oldukça farklı sayılırız.

Diğer anlayış ve sistemler, lüks ve israfı esas aldıklarından iktisadî çarklarını bütünüyle tüketim esası üzerine kurmuşlardır. Hâlbuki bizde esas olan, yeterlilik ve kifayet ölçüsüdür.

Bizim hayatımızda, hayatın devamı için en zarurî olan şeyler tüketimde birinci sırayı alırken, hayatı kolaylaştırıcı harcamalar ikinci sırada değerlendirilir. Lüks ve israf ise üçüncü derecede tüketim sayılır ve İslâm nazarında, hiç de sevimli ve tasvip gören bir harcama şekli değildir.

Bir insanın hayatını devam ettirecek ölçüde yiyip-içmesi zarurettir. Ama yediğini istifrağ edip -eski Romalılar'da olduğu gibi- sırf lezzet adına tekrar tekrar yiyip-içmesi israftır ve haramdır.

İnsan, seyahat ve yolculuklarını elbette bir vasıtaya binerek yapmalıdır. Hatta bu yolculuklarında hayatî tehlikesi en az olanları tercih etmelidir. Ancak bu da hiçbir zaman lüks ve israfa girilmeden gerçekleştirilmelidir.

Mesken ihtiyacı için de aynı şeyleri söylemek mümkündür. Herkes için mesken zarurî bir ihtiyaçtır. Ne var ki, küçük bir sarayı andıran villalar ve villaların kendi maliyetinden daha pahalı iç dekorasyonlarla fevkalâde pahalılaştırılmış meskenlerin israf sayıldığı da açıktır.

Hayatın her sahasında aynı usûl ve prensibi tatbik ederek neyin hoş neyin nâhoş, neyin israf neyin iktisat olduğunu söyleyebiliriz. Bu itibarla eğer mü'minler, kurtuluş bekliyorlarsa hem ferdî hem ailevî hem de içtimaî hayatlarında lüks ve israfı mutlaka terk etmelidirler.

Bu noktada akla hemen şöyle bir soru gelebilir: Tüketimi kısma ve istihlâki önleme bir kısım iş yerlerinin kapanması ve istihdam alanının daralması demektir. Böyle olunca da, buralarda çalışan ve ekmek parası kazanan işçiler açıkta kalacaktır. Bu da iktisadî açıdan en az lüks ve israf kadar zararlı değil midir?

Evet doğrudur; ancak biz, iktisadî hayatı bir bütün olarak değerlendirmek zorundayız. Sadece tüketim meselesini ele alıp o noktadan ıslaha çalışmak, iktisadî hayatın bütününü ıslah için yeterli değildir. Hatta bazı hallerde bu şekildeki müdahaleler topluma ciddî zarar da verebilir. Öyle ise, bu mevzuda, çok akıllıca davranıp meseleyi en faydalı bir yola yönlendirmek icap edecektir.

İktisadî hayatta, lüks ve süs eşyalarının istihsalini durdururken, birdenbire geniş bir dairede, sadece bu hususun düzeltilmesiyle işe başlanmamalıdır. Herhâlde önce, iktisadî hayatımıza medar olabilecek topyekün içtimaîyi düzeltmek, sonra da iktisadînin bu yönüne el atmak icap edecektir.

Yapacağımız düzenlemeler ve kısıtlamalar dengeli ve ölçülü olur ve neticeler baştan hesaplanıp alternatif kuruluşlar devreye sokulabilirse, akla gelebilecek sorudaki vahim sonuçlar en asgarî seviyeye indirilebilir. Hatta bu durumda hiçbir problemle karşılaşmamak da mümkündür.

Bu hususu avamîleştirip şöyle bir misalle izah edebiliriz: Çok mükemmel bir makine düşünün ki, daha sonra bu makinenin bazı parçaları bozulmuş olsun. Şimdi eğer siz, kalkar o parçanın orijinali yerine, altın veya gümüş dahi olsa, alâkası olmayan bir parçayı takarsanız, hem makineyi çalıştıramaz hem de hiç alâkası olmayan bir parçayı oraya yerleştirmekle, o makinenin düzeltilmesini geciktirmiş olursunuz. Hâlbuki oraya, mutlaka bozulan parçanın sağlam olanını takmalıydınız. Zira, fabrikadan çıkarken o makineyi meydana getiren parçalar ancak onunla omuz omuza verip bir bütünlük temin edebileceklerdir.

İşte iktisadî sistemi de böyle bir bütün olarak ele almak mecburiyetindeyiz. Kapitalist düzenin iktisadî çarkına, İslâm'dan bazı parçalar yerleştirmekle asla istenen netice elde edilemez. Bâtıl sistemlerin doğurup ürettiği dertlere, teker teker ve müstakil olarak İslâm'dan çare aramak da doğru değildir. Zira meydana gelen dertler, daha önceki bazı yanlışlıkların neticesidir.

Öyle ise, İslâm'ı bir bütün olarak ele alıp hayatın her sahasına teşmil etmek ve onu bir bütün olarak yaşamak lâzımdır ki, bir kısım boşluklara takılma olmasın.

Durum böyle olunca, zannediyorum, bütünüyle iktisadî hayata ait faktörleri ve müesseseleri içtimaî hayata hâkim kılıp, kalb ve ruh selâmetine erdikten sonra, israf kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Evet, istek ve talep olmayınca arz da olmayacaktır. İstihlâk olmayınca o istikametteki gereksiz istihsal de duracaktır.

Bu sayede, üretim ve tüketim noktasındaki bir âhenkli gelişme içinde, istihdam problemi de tabiî olarak kendi kendine çözülecektir. Çünkü lüks ve israftaki kısılmadan kaynaklanan istihdam daralması, toplum yararına yapılacak yatırım harcamalarına dönüşerek, hem bu yolla istihdam artışına yol açacak hem gelirin adil dağılımını sağlayarak tüketimde eşitliği netice verecektir.

Nitekim mü'min toplumlarda geniş yer tutan vakıf müesseselerinin sermayesini lüks ve israftan kaçınmadan kaynaklanan tasarruflar oluşturmuştur. Diğer taraftan bu kurumlar istihdamın genişlemesini ve refahın toplum tabanına yaygınlaşmasını temin etmişlerdir.

5. İslâm'ın İsrafa Karşı Tavrı

İsraf, tebzîr, lüks, sefahat ve gereksiz istihlâkin iktisadî hayatta esas alınması yolunun, şeytan yolu olduğunu bizzat Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan ifade etmektedir.[12]

Onun içindir ki, bugün Kur'ân'ın tabiriyle "ihvân-ı şeyâtîn (şeytanın kardeşleri)", bütün yeryüzünde israf ve istihlâki körüklemek, lüks ve fanteziyle iştahları kabartmak istikametinde sinema, televizyon, gazete ve mecmualarla efkâr-ı âmme oluşturmaya çalışıyor ve bunda muvaffak da oluyorlar. Öyle ki, lüks ve sefahat, bu şeytânî ağız ve dillerle en ücra yerlerdeki evlere kadar girebiliyor.

Maalesef ehl-i sefahat, ehl-i tuğyan ve ehl-i dalâletin kullandığı bu vasıtalar yirminci asırda çok korkunç tahribata sebep olmuştur. Önce bu vasıtalarla insanları şartlandırıp, onların beyinlerini yıkıyorlar; sonra da hüküm veriyor ve "İşte insanlık budur!" diyorlar.

Yani önce iştahları kabartıyor, ağızları sulandırıyor, bakışları bulandırıyor, sonra da "İşte size, sokaklarda salya atıp salma gezen acip mahluklar!" diyorlar. Hâlbuki bu fırtınayı onlar estiriyor ve insanlığın iç âlemini onlar bozuyor, sonra da kalkıp bu âleme göre hükümler kesip biçiyorlar.

Meselâ, önce şehevanî hisler tahrik ediliyor. Sonra da Sartre gibi, "İnsanın sonsuz denecek ölçüde arzuları vardır. Onun sonsuz arzularının önüne geçmek onda çeşitli komplikasyonlara sebebiyet verebilir. Dolayısıyla insan, arzularıyla baş başa bırakılmalıdır. Bu onun, ruhî bir bunalıma düşmemesi için şarttır." diyorlar.

Hâlbuki bu marazî ruh hâletini insanımıza aşılayan onlardır. Onun için bugün, inananlarla-inanmayanlar, ayrı ayrı dünyaların insanları gibi yaşıyorlar. Birbirlerinin hâlinden ve dilinden anlamıyorlar. Ya biz, ya onlar Merih'ten gelmiş gibiyiz. Bazıları öyle kavramlarla karşımıza çıkıyor ki, ne hâllerinden ne de yollarından bir şey anlayabiliyoruz.

Evet, bugün biz âdeta ayrı dünyaların insanları gibi yaşıyoruz. Onlar öyle bir şarapla mahmur geziyorlar ki, bizim içtiğimiz şeylerde onun emsalini bulmak mümkün değildir. Onlar, kendilerine göre bir dünya kurmuş ve iletişim vasıtalarıyla bunu dünyanın dört bir yanına yaymış ve bütün insanları şaşkın hâle getirmişlerdir.

Bugün Batı kaynaklı bu rüzgârlar kalblerimizi tahrip ediyor, sinelerimizde ve ruhlarımızda yaralar açıyor ve biz hep kıvrım kıvrım ve iki büklüm dolaşıyoruz. İşin daha vahimi de biz, onlara ait bu acaip renkteki gözlüklerle eşya ve hâdiselerin mânâ ve mahiyetini ona göre anlamaya çalışıyor ve hep aldanma durumunda kalıyoruz.

Durumumuz bu gerçeğin en açık misali. Onların taktığı bu gözlüğü çıkarıp atarak, kendi gözümüzle bakmadığımız ve hayatın her safhasında kendimiz olmadığımız sürece, bu aldanma devam edecektir. Biz, başka değil ancak kendimiz olmaya mecbur ve mükellefiz. Hatta bir bakıma mahkûmuz.

"Mütrefîn" ve "şeytanın ihvânı (kardeşleri)" bu havayı bu şekilde ayarlayınca, zavallı orta sınıf ve fakir halk da bir gün mutlaka, görenek ve tiryakilikle aynı lüks ve sefahati yaşamaya başlayacaktır.

Ancak bu zümre bu lüks hayatı nasıl finanse edecektir? Tabiî ki gayri meşru yollardan! Dolayısıyla herkes çalma-çırpma yolunu araştırır hâle gelecek.. esnaf halkı aldatacak ve çeşitli spekülasyonları değerlendirecek.. büyük tüccar ihtikâr yapacak.. bir başkası ise faiz yoluna baş vuracak.. daha başkaları da ırzını satacak, namusunu alıp pazara götürecektir; götürecektir ki, bu lüks hayata ayak uydurabilsin ve bu gayya ve dalâlet yolunda yürüyenlerle beraber yürüyebilsin. Daha doğrusu bu anafordan o da nasibini alsın.

Evet, bütün bunları yaptılar, fakirimizi baştan çıkardılar ve onun da kalbî hayatını bozdular. Bu ise, herkese, sayılamayacak kadar suiistimallerin kapısını açtı. Bu hissizlik ve duygusuzlukla, bu israf ve bu lüks ile bir cemaat ve bir cemiyetin yaşaması ise mümkün değildir. Mehmet Âkif,

Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış,
Bir ümmet göster, ölmüş mâneviyatıyla sağ kalmış.

derken ne kadar haklıydı! Bir cemaatin mâneviyatı bu denli ölsün, madde bir mihrap gibi, onun her zaman başvurduğu bir kıymet olsun, onun iç âlemi bu denli bozulsun da, bakışı o ölçüde bozulmasın ve dünyayı düzgün anlasın, bu mümkün değildir.

a. İsraf, Rabb'e Karşı Bir Nankörlüktür

Lüks ve sefahatten, israf ve gereksiz istihlâk anlayışından içtinap etmek bizim birinci prensibimizdir. İnsanların arzu ve isteklerini gıcıklamaya ve onların, ayranını kabartmaya hiç kimsenin hakkı yoktur.

Onun içindir ki, İslâmî çerçevede, mala revaç vermek üzere iştihaları kabartacak şekilde vitrin kullanma dahi mezmumdur, yani zemmedilmiştir. Çünkü, teşhir edilen o şeyleri alamayanlar da görecek ve içinde burukluk hissedecektir. Hele alabilmek için meşru bir geliri yoksa, gayri meşru yolları deneyecek ve elde edemeyince servete de servet sahibine de kin bağlayacaktır.

Binaenaleyh biz, her türlü görenek ve tiryakiliğe karşı tavır belirlemek ve yığınların hislerini, iştihalarını kabartacak davranışlarından kaçınmak zorundayız. İslâm'ın bu mevzuda da ortaya koyduğu bir denge söz konusudur. Kur'ân-ı Kerim, "Yakınınıza, düşküne, yolcuya hakkını ver! Elindekileri saçıp savurma!" (İsrâ sûresi, 17/26) buyuruyor. Vereceksin ve verdiğinin de o kişinin sendeki hakkı olduğunu bilecek ve asla minnet etmeyeceksin.

Evet, herkes, kendi yakınına, yakınında gördüğü, bildiği yoksula alın teriyle kazandığı şeyden infak etme mecburiyetindedir. Zira her kazancın içinde onun sa'yinin semeresi olması itibarıyla şahsın hakkı bir ise, o şahsı yaratan, ona güç ve kuvvet veren, onu bu Cennet gibi dünyada sayısız nimetlerle serfiraz kılan Hz. Allah'ın hakkı bindir, zira mülk Allah'ındır.

"Mülk O'nundur, hamd O'na mahsustur." Öyleyse, mü'min hem verecek hem de ardından Allah'a hamd edecektir.

İçtimaî hayatı meydana getiren fertler bir vücudun uzuvları gibidirler. Nasıl ki, uzuvlardan birinde meydana gelen arıza bütün vücutta kendini hissettirir; öyle de, İslâmî toplum, mutlaka muhtaç olan her ferdin yardımına koşmalı ve onun yanında olduğunu göstermelidir.

Zannediyorum, böyle bir anlayışa kilitlenmiş cemaat arasında, ayrıca sigortalar tesis etmeye, falandan filandan yardım dilenmeye lüzum kalmayacaktır. Çünkü ta baştan bütünüyle Müslümanlar, birbirlerinin ihtiyaçlarını tekeffül etmiş gibidirler.

Evet, her mü'min âdeta bir diğerinin sigortası mesabesindedir. Ondaki inilti aynen diğer mü'minin kalbinde de mâkes bulup bir inilti meydana getirecek olduktan sonra, yeni sığınak ve yeni desteklere ihtiyaç olmasa gerek. Zira her mü'min, ferden ferda (tek tek) böyle bir teminatın temsilcisidir.

Bu, içtimaî yapıdaki dengenin bir tarafıdır. Diğer tarafında ise, saçıp savurma ile alâkalı hususlar vardır. Müslüman şahsî hayatı adına da israfa girmez ve kendi malı da olsa onu saçıp savuramaz. Zira israf yapanlar, lüksü esas alıp yürüyenler, "Dem bu demdir!" deyip bohemce yaşayanlar Kur'ân'da "şeytanın kardeşleri" olarak tavsif edilmiştir. "Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür." (İsrâ sûresi, 17/27)

Evet, Rabbimiz'e karşı nankör olmak istemiyorsak bu muvazeneye riayet etme mecburiyetindeyiz. Nedir muvazene? Nefis adına israf ve tebzîrden sakınmak, nefsi en az şeyle geçinmeye ikna edebilmek ve bu az şeyle dünya hayatını yaşayıp bitirmeye çalışmak; fakat başkaları adına ve bilhassa muhtaçlara olabildiğine cömert davranmak ve verdikçe vermektir.

b. Mütrefîn Topluluğu

Allah (celle celâluhu) bir âyette şöyle buyurur: "Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver! Elindekileri saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür." (İsrâ sûresi, 17/26-27)

Burada iki ayrı tablo ile karşılaşıyoruz:

Birincisi: Semahat ve civanmertliktir ki, mü'mindeki iyilik etme şuurunun esas ve kaynağını teşkil etmektedir. Evet, mü'min, bir ihsan ve i'tâ (verme) insanıdır. Öyle ki, eğer bize düşman olanlar bu yönümüzle bizi bilebilselerdi, onlar da yaptığımız işlerde bize destek olur, hatta aynı şeyleri yapar ve ihsan şuuruyla sınıflar arası uçurumu kaparlardı.

Ama bizi bilemedi, duygularımıza inemedi ve o inceliği kavrayamadı; dolayısıyla da önemli bir hakikati keşfedemediler. Bilebilselerdi, derdin dermanı çok basitti. O zaman ne kapı kapı dolaşmaya, dilencilik yapmaya ne de şuna-buna el açmaya ihtiyaç olacaktı. Evet, 70'li yıllarda olduğu gibi, korkunç grevler olmayacak ve milletin can damarı fabrikalar kapanmayacaktı. Sokaklarda kan akmayacak ve duvarlarımız başkalarına ait sloganlarla kirlenmeyecekti.[13]

Ama bütün bunlar oldu. Çünkü, biz de, bizi idare edenler de, olmamız gerektiği şekilde olmadık. Olamadığımız için de bu ülkede daima birbirinden kopuk iki toplum yaşadı. Zaten düşmanlarımız da öyle olmasını istiyordu.

İkincisi: Sefahatten kaçınma; lüks, israf ve tebzîre girmeme.

Şimdi müsaadenizle bu ikinci tablo üzerinde biraz durmak ve meseleye Kur'ânî bir tabirle açıklık kazandırarak arz etmek istiyorum. Bu tabirin anlaşılması, bizim hem iktisadî hem de içtimaî yapımız ve yapılanmamız açısından çok mühimdir. Belli bir sınıf ve zümreyi ifade için kullanılan bu tabir, Kur'ân-ı Kerim'de 'Mütrefîn' sözcüğüyle ifade edilmektedir.[14]

Mütrefîn, bolluk ve bereket içinde yaşayan zevk, sefa insanları ve nimetlerin küstahlaştırdığı kimseler demektir ki, onlara göre hayat sadece cismanî ve bedenî zevk u lezzetten ibarettir.

Mütrefîn grubu, bu dünyanın verâsında başka bir hayatın bulunduğunu çok önemsemez. "Geçmiş gelecek masal, hep eğlenmene bak!" (Ömer Hayyam), onlar arasında değişmeyen prensiptir.

Bir diğer yaklaşımla, zevkinden, lezzetinden, şehevanî hislerinden ve behîmî arzularından sıyrılamayan basit insanların hayat tarzına 'teref' denir ki, mütrefîn de bu sefil ve sefih hayatı yaşayanlar demektir. Bunların kalbleri zayıf, himmetleri de fersizdir. Cemiyet adına hiçbir iş yapmazlar ve millet hayrına hiçbir yararlı işleri yoktur.

Bir memleketin malî, içtimaî ve iktisadî yapılanmasında hüküm verenler mütrefîn olursa, o memlekete ölü nazarıyla bakılabilir. Zira, kalbi zayıf, himmeti fersiz ve hayatları gayesiz insanların, ölüden farkları yoktur.

c. Maddenin Uyuşturduğu Toplum

"'Allah'a inanın ve Peygamberi'nin yanında cihad edin!' diye bir sûre inmiş olsa, onların gücü yetenleri sizden izin isterler ve 'Bizi bırak, oturanlarla beraber kalalım.' derler." (Tevbe sûresi, 9/86)

Öyleki, memleket yıkılma ve yok olma uçurumuna gelse dayansa ve mütrefînden yardım istense, ihtimal onların cevabı, "Bana ilişmeyen yılan bin yıl yaşasın!" şeklinde olacaktır. Bunu bilmek kehanet değildir. Zira bir şey geçmişte nasıl olmuşsa şimdi de öyle olacaktır.

"Memleket yanıyor!" mu dediniz? Hayatını hep arenada, başkasının ölümünü seyretme zevkiyle geçirenler, vahşetten lezzet alanlar, size bir damla su vermeyecek ve bunu kendileri adına israf sayacaklardır.

Bu açıdan, yukarıdaki âyet şöyle de açıklanabilir:

"Habib-i Zîşânım! Kur'ân'dan bir sûre nâzil olup da onlara 'Allah ve Resûlü'nün yolunda cihad edin!' dense, zevk ve sefasını yaşayan, yumuşak döşekler üzerinde hayatın tadını çıkarmaya çalışan, her şeyi cismanî zevk ve lezzetten ibaret gören ve böylece hep cismanî yaşayan mütrefîn, hemen izin isteyecek ve 'Bizi bu hususta mazur gör.' diyeceklerdir."

Yani "Düşmanlarımız silahlanıp kapımıza gelmiş ve memleketimizi işgal etmek istiyorlar. Bu ezelî ve ebedî hasımlarımızı ters yüz etme işi bugün bize düşmektedir. Var mısınız mücadeleye?" dendiği zaman, "Bizi bırakıver de şöyle evlerimizde avratlarımızla oturalım. Şu bahar deminde, yaz mevsiminde, iliklerimize kadar zevk u sefanın enginliğini hissettiğimiz şu günlerde hayatı istihkârın, ölüme gitmenin, kabri arzulamanın âlemi mi var?" karşılığını vereceklerdir.

Bu anlayışı, Kur'ân ve tarihî perspektif açısından ele aldığımızda, bunun bir beden insanı anlayışı olduğunu görürüz. Ve İslâm'a göre bu düpedüz bir pintileşmedir.

Hz. Ali Efendimiz Hayber'e giderken kendisini Medine'yi kollamak için bırakan Resûlullah'a aynen şöyle demişti: "Yâ Resûlallah! Beni, burada bir kadın gibi, kadınların içinde mi bırakmak istiyorsun?"[15] İşte mü'mince anlayış budur.

Amr b. Cemuh, ayakları iki büklüm ve eğriydi. Sopayla ancak yürüyebiliyordu. Ama o, cesur mu cesur, mert mi mert, levent mi levent birisiydi. Bir sürü evlât yetiştirmiş ve hepsini Resûl-i Ekrem'e asker olarak takdim etmişti. Uhud'a çıkılırken henüz bir senelik Müslümandı. Çocukları, "Baba sen çıkma! 70-80 yaşındasın. Biz savaşırız senin yerine. İman ettin, dünyanı aydınlattın, bu sana yeter!" diyorlardı.

O, çocukların bu düşüncesi karşısında onları ikna edemediği için, sopasına dayana dayana huzur-u Risâletpenâhi'ye gelmiş ve "Yâ Resûlallah! Bak şu çocukların hâline. Benim cihada iştirak etmeme mâni olmak istiyorlar." demişti.

Allah Resûlü de onu teskin ve evde kalmasını temin sadedinde, "Sen yaşlısın, sakatsın; dolayısıyla da muafsın, evde kalabilirsin." demişti. Ama o, "Yâ Resûlallah! Bırak, Allah yolunda şehit olayım?" demiş ve bu konuda ısrarda bulunmuştu.

Tekrar ediyorum; bu zat, bir sene evvel Müslüman olmuştu... Olmuştu ama, iman iliklerine kadar işlemişti. Hayatı istihkâr ediyor ve burnunda burcu burcu Cennet kokuları tütüyordu. Onun bu hâli karşısında Allah Resûlü çocuklarına işaret ve iş'arda bulunarak, "Bırakın babanızı, gitsin!" buyurmuşlardı. Bıraktılar ve sopasına dayana dayana Uhud'a kadar yürüdü. Yürüdü ve ilk hamlede, Allah Resûlü'nün gözünden kayboldu. Birkaç dakika sonra gözleri Mele-i A'lâ'ya dikilen Allah Resûlü'nün şöyle buyurduğu duyuldu:

"Ben, şu dakikada Amr b. Cemuh'u Cennet'te o çarpık ayakları düzelmiş, dimdik yürürken görüyorum." Aradılar. Onu Cabir'in babası Abdullah İbn Amr'la sırt sırta yatıyor buldular.[16]

Evet, mü'min, hayatını işte böyle istihkar eder ve "Ben öleyim, başkaları yaşasın!" der. Onun nazarında hayatın, millet için, insanlık için yaşandığı müddetçe bir mânâsı vardır ve o, ömrünün dakikalarını hep bu duygu içinde değerlendirir.

Beden insanına gelince, onu da Kur'ân-ı Kerim şöyle hikâye eder:

Onlar, "Ey Musa! Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, savaşın; doğrusu biz burada oturacağız." (Mâide sûresi, 5/24) demişlerdi.

d. İtrafa (lüks) Düşmeyenlerin Gerçekleştirdiği Zafer

İtrafın; himmetin, aklın, ruhun zaafı; letâifin dumura uğraması ve hayatın sadece dünya hayatına inhisar ettirilmesi olduğuna işaret etmiştik. Bu, zevk u sefa hâli, şehevanî duygular ve lezaizle köpürtülmüş, süslendirilmiş ve âdeta bir mihrap hâline getirilmiş, dışı süs, içi pis öyle bir gayrettir ki, öteden beri perişan, sefil ve zelil olan milletler hep onun bağrında yok olup gitmişlerdir.

Şimdi bir de şu tabloya bakın!

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) isimlerini bir sayfaya yazıp sığdırabileceğimiz 313 (üç yüz on üç) insanla Bedir'e çıkıyor. İşte, henüz ciddî bir muharebe tekniği dahi bilmeyen bu bir avuç insan, günü gelince insanlığın kaderini değiştirecek ve tarihe yeni bir şekil vereceklerdir.

Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), arkasındaki cemaatin imanından, iz'anından, cesaretinden, azm u ikdamından şüphesi yoktur. Bununla beraber o, kendisine bu mevzuda sabr u sebat sözü vermelerini ister. Bu 313 kişi arasında tek süvari vardır: Mikdad b. Amr veya Esved.

Mikdad atını ileriye sürer, Resûl-i Ekrem'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı, ahde vefa adına diyeceği her şeyi der. O, muhacirîn adına yani Ebû Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler adına konuşmaktadır (Allah hepsinden binlerce defa razı olsun). Allah Resûlü onu dinler, memnun ve mesrur olur.

Diğer bir husus, bu kudsî toplulukta, iki asker ancak bir kılıca sahiptir. İki-üç askerin ancak bir mızrağı vardır. Birkaç askerin ancak bir sadağı ve içinde beş-on oku mevcuttur. İşte bu kadar imkânsızlık içinde bir ordu, kendinden üç-dört kat daha fazla bir düşmanla karşı karşıya gelecektir ki, bu bir mânâda hayatı istihkâr demektir.

Mikdad o gün şöyle konuşur:

"Yâ Resûlallah! Berk-i Gımad'a kadar kılıç çala çala gitsen, senin arkandan ayrılmaz ve beraber geliriz. Biz İsrailoğulları'nın peygamberlerine dedikleri gibi demeyeceğiz. Aksine şöyle diyeceğiz: 'Yâ Resûlallah! Sen ve Rabbin düşmanları kahr u tedmîr (perişan) ederken hep beraber olacak ve senden asla ayrılmayacağız.'"[17]

Allah Resûlü bu defa: "Ey Cemaat, siz de görüşünüzü söyleyin!" deyip ensara yüzünü çevirdiğinde, Sa'd b. Muaz ileriye atılıp hulâsa olarak şunları söyler:

"Cemaatim hakkında sana söyleyeceklerim şudur yâ Resûlallah! Onları gerektiği gibi vasfedip anlatamam; ama bir kere onlara emir ver! Bak nasıl kandan-irinden deryalara dalıyorlar!"[18]

Tarih boyunca mü'minler hayatlarını hep böyle istihkar etti ve "Ben yaşayayım." değil, "İslâm yaşasın." düşüncesine bağlı kaldılar. Zaten Allah Resûlü de duasında aynı şeyleri dilemiyor muydu? Evet, O, "Allahım, eğer bu ordu burada bozulursa, yeryüzünde Senin adını anan kimse kalmayacak!"[19] diyor ve dua dua yalvarıyordu. Yani O demek istiyordu ki, bizim şahsî hayatımız mühim değil, önemli olan, bu ordunun bozulmaması, Senin adının anılması, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" hakikatinin bayraklaşması, bayraklaşıp âfâk-ı âlemde şehbal açması ve bu sayede beşerî keşmekeşliklerin, derbederliklerin sona ermesidir. Aslında Müslümanların düşüncesi hep bu olmuş ve bu çerçevede hareket edilmişti.

e. Cehennem'e Sürükleyen Zenginlik

Günümüz dünyasına materyalist bir anlayış hâkim olmuştur. Evet, Batıdan esen materyalizm rüzgârları insanımızı kıskıvrak yakalamış ve onu himmet, ruh ve duygu zaafına uğratmıştır.

Bu havanın en çok tesirinde kalan mütrefîn topluluğunun ise, artık millet ve insanlık adına yapacağı hiçbir şey ve o uğurda vereceği hiçbir mücadele söz konusu değildir. Ve maalesef bu tehlike karşısında asıl mücadele verecek pek çok insan da onlara uymuştur ve bunlar da zevk u sefa peşindedir.

Mütrefîn, vatan ve milleti için kendisinden bir fedakârlık istendiğinde hep kaçar, kaçmakla da kalmaz, istenilen fedakârlığa da karşı çıkar. Hatta o fedakârlık teklifini getiren, Allah ve Resûlü de olsa kat'iyen tavrını değiştirmez.

Oysaki, her nimet aynı zamanda bir külfetle gelmektedir. Bir işin, cirmi nispetinde rizikosu da vardır. Bir başka ifadeyle zararı nispetinde kârı, kârı nispetinde de zararı vardır. Bir yerde aziz olma söz konusu ise, elbette orada bir kısım rizikolar da olacaktır.

Mütrefînin bu tür durumlar karşısında takınacağı tavrı Kur'ân-ı Kerim şöyle ifade eder: "Doğrusu bir uyarıcı gönderdiğimiz her beldenin o mütrefîn sınıfı, uyarıcılara, 'Biz size gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz!' diyegelmişlerdir." (Sebe sûresi, 34/34)

Meselâ, Hz. Nuh (aleyhisselâm) bir kısım ahkâm ve esaslarla ümmetini uyarınca, dünyanın belli ölçüde temiz ve duru olduğu o dönemdeki deniz ve ırmakların kıyılarında muhteşem binalar içinde zevk ve sefasını yaşayan o toplum bu ahkâm ve esasları kabul etselerdi, Hz. Nuh sayesinde evc-i kemal-i insaniyete (insanlığın kemal noktası) çıkacak ve aziz olacaklardı. Tabiî bu uğurda biraz meşakkat çekmeleri ve kandan-irinden deryalar geçmeleri de gerekiyordu.

İşte bu son durumu düşündükleri için, "Biz senin getirdiğin ahkâmı inkâr ediyoruz, kabul etmiyoruz!" demişlerdi ki, mütrefînin böyle demesi gayet normaldi. Zira, şehevanî duygularını yaşadıkları ve behîmî hislerinin esiri oldukları dönemde, onlarda biraz olsun fedakârlık isteyen, zevk u sefaya sınır getiren dinî teklifleri rahat ve hoş karşılamaları beklenemezdi. Böyle olduğu için de, daha Hz. Nuh mesajlarını sunar sunmaz hemen onu inkâr etmişlerdi.

Bu sebepledir ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) mealen, "Ben Cennet'e muttali oldum. Onun çoğu halkını dünya zevk ve nimetlerinden çok az istifade eden fukara kimselerden gördüm. Cehennem'e de muttali oldum. Onu, servetlerini har vurup harman savuran, behîmî arzularını yaşayan zenginlerin, yani mütrefînin doldurduğuna şahit oldum."[20] buyurmaktadır.

Meseleyi mutlak mânâda ele alıp, "Her zengin böyledir." demiyoruz, diyemeyiz de. Bunlar, servetin kendilerini şımartıp baştan çıkardığı zenginlerdir ki, Hak'tan gelen her hakikate karşı çıkmış mütrefîn güruhudur ki, mallarını böyle kötüye kullanmaları onları Cehennem'e sürüklemiştir.

Diğer taraftan, başına gelen belâ ve musibetlere karşı sabreden, dini ve milleti için her şeyini vermekten çekinmeyen hasbî, fedakâr ve diğergâm fakirler, Allah Resûlü'nün müşâhedesi ile, Cennet'in büyük bir kısmının şeref mukimleridir. İşte bu mânâyadır ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Allahım, beni fakir ve miskin olarak yaşat ve öyle öldür!"[21] diye dua etmektedir.

Ve yine Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), zevk u sefa hayatı yaşanan evlere şeytan evi; zevk ve sefa üzere yaşanılan vasıtalara da şeytan vasıtaları demiştir. Konuyla alâkalı O'nun şu sözleri ne mânidârdır!:

"Şeytanların develeri ve evleri vardır. Şeytanın devesini şöyle görüyorum: Herhangi biriniz en güzel, en seçme develerini alır, kervanlar teşkil eder, onlara biner. Fakat yolda binekten mahrum birisine uğrar da onu yararlandırmaz, yükünü alıp devenin sırtına koymaz; o perişan, iki büklüm, her şeyden kesilmiş adamı yolda öylece bırakır. Kendisi ise bin bir debdebe ve ihtişam içinde oradan oraya seyahat eder durur. İşte o develer şeytan devesidir. Şeytan evine gelince; bana öyle geliyor ki, ipeklerle, atlaslarla, halılarla süslenen ve çeşit çeşit yaldızlarla yaldızlanan şu maksûreler arkası muhteşem evlerdir."[22]

g. Büyük Umranları Yutan Girdap

Topkapı'nın sadeliğini bırakıp, Dolmabahçe'nin büyüleyen, uyutan ve felç eden havası içine giren; gidip Mecidiye Kasrı'nda boğulan Osmanlı, işte o zaman Avrupa karşısında mağlup olmuştu. O, ne Belgrat'ta ne Viyana'da ne de bir başka meydan muharebesinde değil, o, yaşadığı o muhteşem hayatın gayyalarında yenik düşmüştü.

Zevk ve sefa öyle bir girdaptır ki, şimdiye kadar o binlerce, yüz binlerce milleti yutmuştur; yutmuştur ve doymamıştır.

Koskocaman Roma, o debdebe ve ihtişamıyla ve disiplinli ordusu ve askerî nizamıyla, devlet idaresi ve kanunlarıyla âdeta bir lokma gibi israf ve sefahatin dişleri arasında eriyip gitmiştir.

O koskocaman Yunan, muhteşem Mısır, büyülü Babil, müterakki Endülüs ve Abbasî… hep aynı akıbete uğramıştır. En son yutulan ise Osmanlı olmuştur. Evet, şimdiye kadar binlercesini yutan bu aç canavar nihayet Osmanlı'yı da yutmuştur.

Biz şimdi o balığın karnında Yunus (aleyhisselâm) gibi dua ediyor ve bir an evvel şecere-i yaktîn[23] altına ulaşabilmemiz için Rabbimiz'den inayet bekliyoruz.

Ehl-i sefahat, çakırkeyf bedenî arzularını yaşaya dursun, biz inim inim bu kasvet dolu geceyi delmeye çalışıyoruz ve çalışacağız. Allah'tan niyaz edelim, onların suiakıbeti bizlere de dokunmasın. Zira şimdiye kadar hiçbir 'beden toplumu' helâkten kurtulamamıştır. İşte Kur'ân:

"Biz nimet ve refah içinde nankörlük eden nice beldeleri yok etmişizdir. İşte onların yurtları! Orada kendilerinden sonra pek az kimse oturabilmiştir. Oralara Biz vâris olmuşuzdur." (Kasas sûresi, 28/58) buyurur.

Ege'yi baştan aşağıya gezin, İzmir'in içinde dolaşın, Agora'ya uğrayın, sonra Sart'a gidin ve dönün Bergama'ya gelin. O muhteşem Romalıların yaşadıkları yerleri bir baştan bir başa gezin! Lüks ve sefahat içindeki bu milletlerin zevk u safanın dişleri arasında nasıl çiğnenip gittiklerini görecek ve ürpereceksiniz.

Zevk u sefanın öldürücü zehiri olmasaydı, Endülüs gibi sekiz asır Batıda kök salmış ve Avrupa'ya kadar uzanıp orayı da tesiri altına almış bir medeniyet hiç yıkılır mıydı? Ama yıkıldı, zira gittiğiniz zaman göreceksiniz, çöküntü dönemi itibarıyla Endülüs hamamlarının duvarları, iğrenti verecek ölçüde utandırıcı resimlerle dolu…

Evet, siz orada, ruhen yıkılmış insanların cansız heykelleriyle ve mezar taşlarıyla karşılaştığınızda, o mübarek ülkenin hangi sebeplerle elden çıktığını mutlaka anlayacaksınız; anlayacaksınız, olabildiğine refah içinde, cismaniyete bağlı hayatın ne demek olduğunu. Bir zamanlar koskoca bir medeniyet kurmuş bu insanlar, zevk u sefa içinde önce ruhlarını felç etmişler, sonra da kendi yaptıklarını kendi elleriyle yıkmışlardır.

h. Zenginlikle Şımaran Zavallılar

Mütrefîn şımarıktır. Şımarığı da Allah (celle celâluhu) sevmez; sevmez zira, O, şımarığa "şeytanın kardeşi" (İsrâ sûresi, 17/27) demiştir. Tarih boyunca mütrefîn, çevresindekileri cahil, görgüsüz ve körü körüne itaatkâr görmek istemiştir. Neron ile beraber Roma'nın yanmasına göz yuman yığınlar, cahil, görgüsüz, başındaki firavuna körü körüne itaat eden insanlardı.

Mısır firavunlarının etrafındakiler de öyleydi. Zira firavun, onları bazen -bağışlayın- köpek gibi havlatır, kedi gibi miyavlatır, yat der yatırır, kalk der kaldırırdı. Evet, onlar, kendi etraflarını hep böyle kör bir itaat içinde olabildiğince cahil tutmuşlardı. Halk cahil olduğu ve cahil bırakıldığı için de bu tür Cehennem yârânının arkasından tereddüt etmeden akıp gitmişlerdi.

Hâlbuki öbür âlemde manzara tamamen değişecek ve hem arkadan hem de önden gidenler maruz kaldıkları bu durumdan kurtulmanın çaresi olarak suçu birbirlerinin üzerine atacaklardır (atf-ı cürümde bulunma). Heyhât ki, bu çırpınış ve gayretlerin onlara bir faydası olsun! Kur'ân-ı Kerim, onların bu dehşetengiz hâlini şöyle anlatır:

"Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi bu yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lânete uğrat, derler." (Ahzâb sûresi, 33/67-68)

Yani, "Yâ Rabbi, baştakilere ve şu tiranlara itaat ettik, inkiyatta bulunduk. Nasılsa zimamı bir kez onlara kaptırdık ve bizi istedikleri tarafa alıp götürdüler. Onlar kendilerince bir hayat düzeni kurdular. Biz de pervaneler gibi gidip kendimizi o ateşe attık. Habîb'in arkamızdan tutup âvâz âvâz bağırdı ve 'Ben eteğinizden tutup çekiyorum. Siz ille de ateşin içine gireceğiz diye inat ediyorsunuz!'[24] dedi. Biz ise büyük tanıyıp, büyük bildiklerimize uyduk ve onların arkasından gittik. Meğer onların kendileri sapıkmış; bizi de alıp arkadan sapıklığa götürüverdiler. Yani kendileri de dalâlete gitti. Başkalarını da arkalarından alıp götürdüler. Yâ Rabbi! Bunlara azabın iki katını ver!" diyecekler.

Diyecekler ama, denecek şeyin burada denmesi lâzım gelirdi. Ne var ki, onlar bunu ancak "Sırların açığa çıktığı gün" (Târık sûresi, 86/9) söyleyebildiler. Kitaplar, hayrıyla şerriyle karşılarına çıktığı zaman anlayabildiler. Ve, "Bunlara öyle büyük, öyle korkunç bir lânet et, onları o denli rahmetinden uzak tut ki artık hiçbir hayırdan nasip alamasınlar." (Ahzâb sûresi, 33/68) dediler.

Evet, işte böyle sâdât ve küberâ (toplumun ileri gelenleri), cahil ve körü körüne itaatkâr olan uydularını arkalarına alıp Cehennem'in gayyalarına yuvarlanacaklardır. Keşke Cehennem'e yuvarlanan sadece kendileri olsaydı!. Mukallitlerini de alıp felâkete sürükleyecek ve herkesin canını yakacaklardır. Kendilerinin varacağı yer zaten gayyadır. Ne var ki onlarla beraber bir sürü mantıksız ve muhakemesiz de aynı akıbete maruz kalacaktır.

h. Mütrefînin Akıbeti

Mütrefînin akıbetini Kur'ân şöyle ifade eder:

"Ashab-ı şimal (amel defterleri sol tarafından verilenler)! Nedir o sol yanlılar! (Onlar) İliklere işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, kara dumandan bir gölge altında ki, ne serindir ne faydalı. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlardı ve büyük günahlar işlemekte ısrar ediyorlardı." (Vâkıa sûresi, 56/41-46)

Evet, ashab-ı şimal; solak gören, miyop bakan, sadece dünyaya nazar eden; hak bilmez, hakikat tanımaz; namazsız, oruçsuz ve dinî duygulardan mahrum olanlardır. Ve Kur'ân, bunların akıbetlerini yüzlerine şöyle vuruyor:

"... Allah'ın gazabının köpürdüğü bir yerde ve zehir-zakkum bir âlemde yudum yudum zehir yudumlayacak, karınlarınızı onunla dolduracak, üstüne de fokur fokur kaynayan sulardan içeceksiniz..." (Vâkıa sûresi, 56/52-54)

Onlar, burada terlettikleri kimselerin cezasını görecek ve orada da onlar terleyecektir. Burada canını yaktıklarının cezasını çekecek ve kıvrım kıvrım kıvranacaklardır. Burada hayatı başkalarına zehir yapmanın cezasını görecek ve yudum yudum zehiri yudumlayacaklardır.

Orada âdeta kapkaranlık ve tarifi imkânsız bir dumanın altında somurtup duracaklar. Gölge diye, o günün dehşetinden sığındıkları şey bile başlarına belâ olacak. Çünkü onlar dünyada mütrefîn idiler. Zevk ve sefadan başka bir şey tanımıyor, midelerine indirecekleri şeyden ve şehvetlerini tatminden başka bir şey de düşünmüyorlardı. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Siz iki çene arası ile apış arasına dair bana teminat verin, ben de Cennet'e girmenize dair teminat vereyim."[25] buyuruyor.

Hâlbuki mütrefîn bu iki uzvu da hep kötüye kullanmıştı/kullanıyor. Yeme, içme, yatma ve behîmî hislerini yaşama… gibi durumlarıyla varacakları yer, böylelerinin varacağı yerden daha başka olamazdı. Keşke sadece kendileri oraya varmakla kalsalardı..!

İsterseniz burada Bediüzzaman Hazretleri'nin konuyla alâkalı ibretli bir mülâhazasını arz edip geçelim:

"Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.  Ve gördüm ki, o elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş; gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden, sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat'î müşâhede ettim. Onların acınacak hâllerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: 'Şimdi beni kendi hâlime bırakınız, gidiniz.'

Evet, gördüğüm hakikattir; hayal değil. Nasıl ki, bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır.

Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisâtı sinema ile hâlihazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisâtını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalâlet ve sefaletin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayri meşru keyiflerine nefretle ve teellümlerle ağlayacaklardı..."[26]

ı. Kur'ân'ın İktisadî Hayatımıza Getirdiği Ölçü

Dünya geçici, onun zevkleri de -ne kadar çok olursa olsun- sayılıdır. Makam ve mansıplar ise, hiç de emniyet edilecek kadar sağlam ve muhkem şeyler değildir. Şimdiye kadar binler ve yüz binler oralara meftun yaşadı, ardından da bırakıp gittiler. Giderken de yanlarında hiçbir şey götüremediler.

Oysaki, ahirete sadece salih amel ve selim bir kalble gidenler kurtulacaklar.[27] Orada kendini kurtaramayacak olanlara, dünyadaki refah, mutluluk, ihtişam ve saltanatları hiçbir fayda vermeyecektir. Kur'ân, onların ahirette faydasız olan dünya hayatlarını şöyle resmeder:

"Orada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, eğlenip durdukları nimetler bırakmışlardı. Bu böyledir; onları başka bir millete miras bıraktık." (Duhân sûresi, 44/25-28)

Arkada nice cennetler, bağ ve bahçeler bırakıp gittiler. Gerçi kısmen yaşadılar; yaşadılar ama buradaki zevk u sefayı alıp götüremediler. Gittiler ama, arkada sadece bir sürü inilti ve inkisar bırakıp öyle gittiler. Arkalarında nice kaynaklar ve tertemiz sular, altın çayırlar, üfül üfül bağ ve bahçeler bıraktılar da, onlara hiçbir faydası olmadı.

Evet, en hoş makamları, bel bağladıkları imkânları ve hep ellerinde kalacakmış gibi bel bağladıkları pâyeleri arkada bırakıp da öyle gittiler. Hâsılı, içinde yüzüp durdukları o çeşit çeşit nimetlerden olup ürperten bir boşluğa yuvarlandılar.

Sanki Kur'ân böylelerine şöyle diyor:

"Biz hep böyle yaptık; insanları aldık götürdük ve onların arkasından arzı başkalarına miras bıraktık. (Onlar, 'Ben, ben' dediler. Biz de sildik o bütün 'ben'leri ve arkadan başkalarını getirdik. Gittiler) ve ne sema ne de arz onlara ağladı. (Zira hiçbir kıymeti yoktu onların. Çünkü onlar, sema ve arzın mânâsını anlamamışlardı.)" (Duhân sûresi, 44/28-29)

Evet, onlar, bu iki sarayın mânâsına muttali olamamış, Sahibini tanıyamamış, şeriat-ı fıtriye kitabını okuyamamış ve muttali olmaları gereken şeye muttali olamamışlardı. Onun için, sema ve arz onların arkalarından ağlamıyor, ağlamak bir yana memnun oluyordu.

Bediüzzaman'ın tespitiyle, Kur'ân onlar hakkında âyetin[28] mefhum-u muhalifiyle diyordu ki: "Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor."[29] Yani, mü'minler ölünce sema gözyaşı döker.

Sema mı döker, sekenesi mi döker? Kimin döktüğü önemli değildir. Önemli olan, Allah'ın bize sema ve arzın hüznünü anlatıyor olmasıdır. Nitekim bir keresinde Cibril-i Emîn, "Arş-ı Âzam, Sa'd b. Muaz'ın ölümüyle titredi yâ Resûlallah!" demişti.[30]

Evet, mü'minin ölümü kâinat için işte o kadar mühimdir. Kâinatın mânâsını anlamamış, 'zevk' diye dünyaya dalmış, 'sefa' deyip kendini salmış ve behîmî arzular içinde ölmüş insanın, Allah ölçülerine göre herhangi bir ağırlığı olmadığı, dolayısıyla böyle birinin ölmesi dünyanın yüzünden bir kirin silinip gitmesi sayılacağından, arz ve semanın ağlaması da söz konusu olamasa gerek.

Zaten onlar da bunu beklemiyorlardı. Bunu beklemeye hakları da yoktu; çünkü ne imanları ne de iz'anları vardı. Onlar âdeta birer mide, bağırsaktan ibarettirler. Öyle ki, beyinlerini bile ona yedirmişlerdi. Şehevanî duyguları vardı; latîfelerini ona kurban etmişlerdi.

İslâm'ın israfa karşı tavrını anlatırken, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın hayatımıza getirdiği sınırları konu edinme sadedinde bu hususlara temas etmiştik. Evet, Kur'ân fert, aile ve cemiyetin hürriyetini esas almanın yanında, aynı zamanda o bir kısım mevzularda sınırlar da getirmiş ve böylece bir kısım aşırılıkları önlemiştir.

[1] Müslim, tahâret 1; Tirmizî, daavât 86; Dârimi, vudû 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/342-344.
[2] Mâide sûresi, 5/90.
[3] İbn Mâce, tahâret 28.
[4] Buhârî, vudû 25; Müslim, tahâret 87-88.
[5] Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5.
[6] Müslim, kader 34; İbn Mâce, mukaddime 10; zühd 14.
[7] Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 3/460.
[8] Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/63.
[9] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/115. Ayrıca bkz.: İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/379; İbnü'l-Cevzî, Sıfatü's-safve, 1/352.
[10] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/161; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/547.
[11] Hâkim, el-Müstedrek, 3/52.
[12] İsrâ sûresi, 17/26-27.
[13] 1980 öncesi olayların en hızlı geliştiği bir dönemde söylenmişti.
[14] Bkz.: İsrâ sûresi, 17/16; Mü'minun sûresi, 23/64; Sebe sûresi, 34/34; Zuhruf sûresi, 43/23; Vâkıa sûresi, 56/45.
[15] Müslim, fezâilü's-sahabe 31; Tirmizî, menâkıb 20.
[16] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/705.
[17] Buhârî, megâzî 4.
[18] İbn Hişam, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/161-162.
[19] Buhârî, megâzî 4.
[20] Hennâd, ez-Zühd, 1/329; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 16/387.
[21] Tirmizî, zühd 37.
[22] Ebû Dâvûd, cihad 56.
[23] Hz. Yunus'un (aleyhisselâm) balığın karnından kurtulduktan sonra altına sığındığı geniş yapraklı bitki. (Sâffât sûresi, 37/146)
[24] Buhârî, rikâk 26; Müslim, fezâil 17.
[25] Buhârî, rikâk 23; Tirmizî, zühd 60.
[26] Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, s. 186.
[27] Şuarâ sûresi, 26/89.
[28] "Gök ve yer onlara ağlamadı." (Duhân sûresi, 44/29)
[29] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 883.
[30] Buhârî, menâkıbu'l-ensar 12; Müslim, fezâilü's-sahabe 123-125; Tirmizî, menâkıb 50.