Helal Rızık İçin Çekilen Sıkıntılar ve Affedilen Günahlar
Soru: Bir hadis-i şerifte, bazı günahlara; namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin bile kefaret olamayacağı ama helal maişet talebiyle alâkalı sıkıntıların onları silip süpüreceği ifade ediliyor. Bu hadis-i şerifi nasıl anlamalıyız?
Cevap: Evet, bir hadis-i şerifte Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabe-i kiram efendilerimize;
إِنَّ مِنَ الذُّنُوبِ ذُنُوبًا لَا يُكَفِّرُهَا الصَّلَاةُ وَلَا الصِّيَامُ وَلَا الْحَجُّ وَلَا الْعُمْرَةُ
"Öyle günahlar vardır ki, onlara namaz, oruç, hac ve umre dahi kefaret olamaz." buyurduğu; Ashab-ı Kiram'ın "Ey Allah'ın Resûlü! O günahlara kefaret olacak nedir?" diye sormaları üzerine de Resûl-i Zîşân Efendimiz'in (aleyhissalâtu vesselâm);
اَلْهُمُومُ فِي طَلَبِ الْمَعِيشَةِ
"Maişet talebi için çekilen sıkıntı ve kederler." diye cevap verdiği rivayet edilmektedir. (et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat 1/38)
Hadis-i şerifin izahına geçmeden önce, evvela, Kur'ân ve Sünnet'in doğru okunup doğru yorumlanmasında ulema-i muhakkikînin, hassasiyetle üzerinde durduğu temel bir düsturu hatırlatmak istiyorum. Değişik vesilelerle ifade edildiği üzere, ister bir âyet-i kerime, isterse bir hadis-i şerif olsun, onları doğru bir şekilde anlayıp yorumlayabilmek için küllî bir nazar ve bütüncül bir bakış açısına sahip olmak ve o nazar ve bakış açısıyla âyet veya hadisi anlamaya çalışmak gerekir. İşte bu düsturdan hareketle, diğer nassları da göz önünde bulundurarak umumi mânâda Kur'ân ve Sünnet'e baktığımızda, rızık talebi peşinde çekilen sıkıntının; namaz, oruç ve haccın yerini tutamadığı görülecektir. Umre nafile bir ibadet olması dolayısıyla onun için belki mülâhaza dairesini açık tutabiliriz. Ancak bildiğiniz üzere namaz, dinin direği, nurudur; sefine-i dini, namaz yürütür ve namaz cümle ibadetin piridir. Oruca gelince, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onun için:
اَلصِّيَامُ جُنَّةٌ مَا لَمْ يَخْرِقْهَا
"Oruç, (riya ve süma ile veya diğer aza ve cevarihe oruç tutturmamak suretiyle) zayi edilmediği, yırtılıp delinmediği sürece insan için koruyucu bir zırh ve kalkandır." (Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl 8/443) buyurmuşlardır. Hac ise insanın bütün günahlarından arınıp temizlendiği bir arınma kurnası gibidir. Hususiyle Arafat, insanın bütün günahlarının döküldüğü ulvî ve mukaddes bir mekândır. Dolayısıyla, denilebilir ki, bir açıdan hacca muadil hiçbir şey olamaz. O halde namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin dindeki o muallâ yerlerini hiçbir zaman hatırdan çıkarmadan, bu ve benzeri hadis-i şeriflerin mânâ ve maksadını anlamaya çalışmak gerekir.
Derd-i Maişet ve Allah'la İrtibat
İşte bu açıdan meseleye bakıldığında, evvela bilinmesi gerekir ki, hadis-i şerifte geçen, "humum" kelimesinin ifade ettiği mânâ, sadece geçim derdi neticesinde insanın yaşadığı üzüntü ve sıkıntı olarak anlaşılmamalıdır. O, daha geniş ve şümullü bir çerçevede ele alınmalıdır. Evet, insanın geçim yolunda, harama düşmemek için kılı kırk yararcasına bir hassasiyet içinde hayatını sürdürme düşüncesi ve bu istikamette içten içe duyduğu dert ve ızdırap da hadis-i şerifteki "humum" ifadesinin muhtevasına dâhildir. Tarih boyu Allah dostu pek çok büyük zat böyle bir endişeyle tir tir titremiş ve bu sebeple rızık endişesinin; kulluklarına, Allah'la irtibatlarına bir mani teşkil etmemesi için Cenâb-ı Hakk'a dua ve tazarruda bulunmuşlardır. Meselâ Hasan Şazilî, Abdülkadir Geylanî ve İstanbul'un âbide şahsiyetlerinden biri olan Ebu'l-Vefa Hazretleri, kendilerini rızık hemminden halas eylemesi için Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakarmışlardır. Çünkü rızık endişesi, bir yönüyle, "bugünüm, yarınım" dedirtmek suretiyle insanın Allah'a karşı olan/olması gereken tevekkülünü sarsabilir; sarsıp onun Rabbisiyle olan münasebetine zarar verecek bir noktaya gelebilir. Böylece insan, daha bugünden, yarının, ertesi günün korkusunu yaşamaya başlar, hatta aklı-zihni yarınları bırakıp öbür günler endişesiyle dolup taşar. Bu korku ve endişeler secdede bile onu rahat bırakmaz. Öyle ki insan, Allah'a en yakın olduğu secde anında dahi, bir taraftan Allah'a dua ederken, diğer yandan da maişet derdi kafasını meşgul eder. Hani, konuyla alâkalı Ebu Hanife Hazretleri'nin bir menkıbesi anlatılır: O dönemde Hazret-i İmam-ı Hümam yaptığı içtihatlarla öyle meşhur olmuştur ki, kimin ne problemi varsa çözüm adına hemen ona müracaat etmektedir. Bir gün, eşyasını kaybeden bir şahıs, ona gelerek yitiğini nasıl bulacağını sorar. Hz. İmam onu dinledikten sonra, "Git, abdest al, iki rekât namaz kıl, sonra gel!" buyurur. O zat abdest alıp namaza durduktan sonra, kaybettiği şey her ne ise, orada hemen aklına geliverir.
İşte bu menkıbede olduğu gibi, kafanızdan silinip gitmiş bazı şeyler vardır ki, kendinizi ibadet ü taata verdiğiniz esnada şeytan uzaktan lümme-i şeytaniyenize oklar atar ve sizi onunla meşgul eder. Normal zamanlarda aklınıza gelmeyecek şeyler namazda geliverir. Aynı husus rızık düşüncesi için de geçerlidir. O da sizinle namazınızın arasına girerek, kalblerin Allah'la buluşmasına mani olabilir. Hâlbuki Râbiatü'l-Adeviyye felsefesiyle meseleye baktığımızda, bugün yiyecek bir şeyi olan kimsenin yarın ne yiyeceğini düşünmesi Allah'a karşı tevekkülsüzlük demektir. Bu açıdan o büyük zatlar Allah'tan (celle celâluhu) içlerindeki böyle bir arzu ve duyguyu izale edip, bunun yerine kalblerinde sadece
إِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
"Bütün mahlûkların rızkını veren Rezzak-ı âlem, kuvvet ve metanet sahibi Hazreti Allah'tır." (Zâriyât sûresi, 51/58) hakikatinin yer almasını istemişlerdir. Evet, o büyük kametler, rızıklarını verenin Rezzâk-ı Kerîm olduğu gerçeğini her zaman içlerinde duymayı, o duyguyla dolmayı ve böylece kalb ve zihinlerinin sadece ve sadece O'nunla meşgul ve meşbu olmasını dilemişlerdir. Eğer insan, böyle bir tecrit mülâhazasıyla, rızık talebinin, Allah'la irtibatın yerini almaması, O'nunla münasebeti zedeleyecek, çatlatacak bir unsura dönüşmemesi için Cenâb-ı Hakk'a yalvarıp yakarıyor ve bu hedef istikametinde içten içe dert ve ızdırap duyuyorsa işte bu, bir yönüyle orucun da, namazın da, haccın da önüne geçebilir.
Tabiî helal rızık talebi peşinde bulunuyorken, insanın yaşadığı her sıkıntı, meşakkat ve hüzün bu çerçevede olmayabilir. Çünkü her ibadetin bir dış rükün ve şartları; bir de hudû ve huşû gibi iç zenginlik ve iç derinliğine ait hususiyetleri vardır. Zahire göre hükmetme mecburiyetinde olan bizler, zahirî şart ve rükünleri yerine getirilen bütün ibadetlerin sahih olduğuna itimat eder; onların iç derinlik ve keyfiyetiyle alâkalı herhangi bir değerlendirmede bulunmayız. Meselâ namaz kılan bir insanı gördüğümüzde, zahiren kıldığı namaza göre hüküm veririz. Yoksa bu şahıs, 'namazını içten, samimi bir kulluk edasıyla kıldı mı; kıyamdayken tam bir kemerbeste-i ubudiyet içinde hakikaten kimin karşısında olduğunu hissetti mi, rükûda Allah karşısında bir asa gibi iki büklüm olduğunu duydu mu, secdesinde Allah'a en yakın olduğu hâlin bu hâl olduğu şuuruyla hareket etti mi?' ve benzeri hususların değerlendirilmesi bizi alâkadar etmez. Zira biz,
نَحْنُ نَحْكُمُ بِالظَّاهِرِ
kaidesi gereğince insanların zahire yansıyan davranışlarına bakar, ötesine karışmayız/karışamayız.
Helal Rızık ve Aile Fertleri
Saniyen, günümüzde olduğu gibi helal rızkın kazanılmasının çok zorlaştığı, her şeyin haramın kir ve levsiyatına bulaşıp öyle bir kanalın içinden çıkıp geldiği dönemler olabilir. Hâlbuki haram-helal mevzuu dinimizde o kadar önemlidir ki, fukaha-i kiram Müslümanlığın helal ve haramdan ibaret olduğunu söylemişlerdir. Bir insan namazını kılıp orucunu tutsa da, eğer helalinden rızkını kazanma hususuna dikkat etmiyorsa ona kâmil bir Müslüman denemez. Evet, kâmil bir Müslüman, rızkının nereden ve nasıl geldiğine çok dikkat etmeli, onun içine bir arpa ağırlığı ölçüsünde dahi haramın girmesine asla meydan vermemelidir. İşte bir insan, helal kazanç noktasında şartların ağır olduğu böyle bir zamanda, bu mevzu üzerine yoğunlaşır, dikkat kesilir, edip eylediği her şeyin helalinden olmasına azamî derecede hassasiyet gösterirse, Cenâb-ı Hak da, bir yönüyle onun bu dert, gayret ve ızdırabını namaz, oruç ve hac gibi kabul buyurur.
Salisen, bizim İslamî geleneklerimiz ve aile yapımız açısından bir insan, kendisinin olduğu gibi, uhdesine aldığı kimselerin rızıklarının helal olmasına da azamî derecede dikkat etme mecburiyetindedir. Onun için kütüb-i fıkhiyede, helal yoldan ailenin maişetini temin edip edememe durumuna göre, ferdin izdivacının hükmü ele alınmıştır. Buna göre bazı Hanefi fukahasınca harama girecek bir insanın evlenmesinin farz olduğu; ciddi harama girme ihtimali bulunmayan fakat kendini kontrol edememe durumunda olan bir kimsenin ise izdivacının vacip olduğu ifade edilmiştir. Buna karşılık harama girme endişesi bulunmayan ve kendini de kontrol etmesi kavi görünen bir kimse için izdivacın sünnet olduğu dile getirilmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem):
تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمْ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
"Evlenin, çoğalın, zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim." (Abdürrezzak, el-Musannef 6/173) buyurmuştur.
Günümüz Şartlarında İzdivaç ve Ailenin Önemi
Fıkıh kitaplarında evliliğin hükmünün açıklandığı yerlerde ele alınan bir husus daha vardır: Eğer bir insan eşine, çoluk çocuğuna şüpheli veya haram şey yedirecekse onun evlenmesinin mekruh olacağı hükmüne varılmış ve böyle birinin evlenmemesinin daha uygun olacağı ifade edilmiştir. Helal kazancın önemine işaret etmesi bakımından bu husus ehemmiyet arz etse ve şüpheli şeyler yedirme ihtimali bulunan bir kimsenin evlenmesi bir vebal olsa da, günümüz şartlarını nazar-ı itibara alınca bir kısım fukahanın bu mülâhazasına iştirak edilemeyeceği kanaatindeyim. Evet, keşke bütün ömrümüz boyunca şüpheli tek bir nohut tanesi dahi gırtlağımızdan aşağı gitmese, midemize inmese; keşke yeme, içme ve hayatın diğer sahalarında hiç mi hiç haramlara girmesek! Fakat beri tarafta, günümüzde bekâr kalmanın kendine göre öyle bir kısım riskleri vardır ki, bu durum asla göz ardı edilemez/edilmemelidir. Bu noktada, her iki durumda da söz konusu olan riskleri tartıp değerlendirmek ve hangisi daha fazla, insanı batırıcı, alıp götürücü, bitirici ve insan için tehlikeliyse ona göre iyi bir tercihte bulunmak gerekir.
Evet, fukaha-i kiramdan bazılarınca eşine, çocuklarına haram yedirecek bir insanın evlenmeyerek mücerred kalması evla görülmüştür. Zannediyorum ulema-i kiramdan uzzab da bu mülâhazaya bağlı olarak hayatlarını münferit geçirmişlerdir. Ancak bunlar az yemiş, az içmiş, hayrete varmış, kendilerinden fâni olmuş, Allah'ı bulmuş ve O'nun izn u inayetiyle, günahlara hiç girmeden hayatlarını hep bu çizgide sürdürmüşlerdir. Ancak sokakların levsiyat akıttığı, ahlaksızlığın gemi azıya aldığı, insanın gözüne-kulağına, diline-dudağına hâkim olabilmesinin çok zor olduğu günümüz şartlarında, çoluk çocuğuna şüpheli şeyler yedirme ihtimali var diye, bir insanın evlenmemesinin daha uygun olacağını söyleyemeyiz. Zira böyle bir durum, -hafizanallah- insanları daha büyük bir vartaya atmak, onları cismaniyet ve nefisleriyle baş başa bırakıp daha büyük bir felakete sürüklemek demektir. Evet, ben böyle bir dönemde, biraz önce dikkat çektiğimiz, bazı fukahanın ifade ettiği disipline bağlı olarak mücerred kalmayı tehlikeli buluyorum. Hatta Ömer b. Abdülaziz Hazretleri'nin yaptığı uygulamayı göz önünde bulundurarak, meseleyi daha da ileri götürüp diyorum ki, gençlerimiz, bedenî ve cismanî hayata uyandıkları dönemde, harama adım atmalarına fırsat vermeden hemen ellerinden tutulmalı ve kendilerine, evlilik hususunda yapılabilecek her türlü yardım yapılmalıdır. Bildiğiniz gibi kaynaklarda Ömer b. Abdülaziz Hazretleri'nin gençleri evlendirme mevzuunda şöyle bir uygulamasından bahsedilir: Devlet yetkilileri halife Ömer b. Abdülaziz Hazretleri'ne gelip bütçede fazlalık olduğunu, devlet kasasında çok fazla para bulunduğunu haber verirler. O, önce, ne kadar fakir fukara varsa, onlara o paranın dağıtılması emrini verir. Bütün fakir fukaraya para dağıtılır, öyle ki zekât verilebilecek ölçüde fakir kimse kalmaz; ancak yine de hazine dolup taşmaktadır. Bunun akabinde, Ömer b. Abdülaziz Hazretleri, mevcut imkânların, on beş yaşına giren gençlerin evlendirilmelerine yardımcı olunması için kullanılmasını emreder.
Bu mevzuyla alâkalı verilebilecek bir başka misal de, Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri'yle alâkalı anlatılan şu vakıadır: O, bir gece mübarek hanesine döndüğünde, mübarek hanımı, "Efendi, bizim kız bu gece rüştünü idrak etti." der. Hazret, gece hiç uyumadan kalkar, ders verdiği veya müritlik münasebetiyle kendisine bağlı bulunan talebelerin medreselerini dolaşır. Gece yarısı herkes uyurken, medresede Alaeddin Attar Hazretlerinin odasının ışığının yandığını görür. İçeriye girdiğinde de onu güzel bir hâl içinde bulur. Ona, "Oğlum, benim kızım bu gece rüştünü idrak etti. Onu seninle evlendirmek istiyorum." der. O da bu teklifi emir bilip memnuniyetle kabul eder. Belki öyle bir sultanın kerime-i muallası için binlerce insan, kendisinin tercih edilmesini isterdi. Ancak bu mazhariyet, daha sonra silsile-i zehebin önemli halkalarından birini teşkil edecek olan Alaeddin Attar Hazretlerine nasip olur ve hakikaten o altın halkadan daha nice halkalar meydana gelir. Görüldüğü üzere, bu menkıbeye göre, Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, mübarek kızının, kendini duyduğu, kendini bir beşer ve bir kadın olarak hissettiği andan itibaren, gözünün içine başka hayal girmesin diye hemen onu evlendirme teşebbüsünde bulunmuştur.
Cehalet ya da Yıkılan Yuvalar
Bana kalsa, elimden gelse ben de bu mevzuda mevcut imkânları seferber eder, gençlere yardımcı olmaya çalışırdım. Tabiî bunu yaparken, günümüzün genç nesillerinin izdivaç, aile, çoluk çocuk gibi mevzularda gerekli bilgi ve donanıma sahip olması için de elimden gelen gayreti sarf ederdim. Çünkü hakikaten günümüzde gençlere bu mevzuda ciddi bir eğitim verilmiyor, onlar bu konuda gerekli bilgi ve donanıma sahip olarak yetiştirilmiyorlar. Bundan dolayı aklıma geliyor ki, üniversite, hatta liselerin bünyesinde aile ve evlilikle alâkalı, muhatapların seviye ve konumuna göre seminerler verilebilse. Hatta devletin uygun göreceği şekilde, bu mevzu belli bir disipline bağlansa, şahıs, gerekli bilgi, donanım ve ehliyete sahip olduğunu ispat edip bir tür evlilik sertifikası aldıktan sonra o şahsın evliliğine müsaade edilse. Meselâ bu seminerlerde evliliğin insanın omuzları üzerine yüklediği vazife ve sorumluluklar, eşler arasında iyi bir münasebet ve geçim için dikkat edilmesi gereken hususlar, çocuk yetiştirme ve terbiye usulleri, evlilikte karşılaşılan bazı sıkıntı ve meşakkatlere katlanmanın Allah indindeki kıymet ve yeri, boşanmanın her iki taraf ve çocuklar için nasıl bir âfet, nasıl bir bela olduğu… gibi hususlar ilim ve yaşanmış tecrübelerin ışığı altında evlenecek gençlere anlatılıp öğretilebilir. Çünkü bildiğiniz gibi, bilhassa Batı toplumlarında boşanma oranları çok ciddi boyutlara ulaşmış durumda ve aile müessesesi tabir caizse gümbür gümbür büyük bir çöküş yaşamaktadır. Esasında bu mevzuda bizim durumumuz da pek iç açıcı değildir. Çünkü bizim toplumumuzda da boşanma oranları ciddi bir artış göstermekte ve tam bir çöküş gerçekleşmese de bizde de aile müessesesi çok ciddi bir sarsıntı yaşamaktadır. Ümit ederim toplum olarak bir an önce bu tehlikenin farkına varır ve ne yapılması gerekiyorsa onları yapmaya koyuluruz.
- tarihinde hazırlandı.