Günah – Tevbe ve Yeniden Diriliş
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Günahından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir. Allah bir kulunu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.” beyan-ı şerifini nasıl anlamalıyız?
“…التَّائِبُ مِنْ الذَّنْبِ كَمَنْ لَا ذَنْبَ لَهُ– “Günahından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir.”. (İbn Mâce, zühd 30; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 10/150) hadis-i şerifinde geçen “التَّائِبُ” lafzı, sürçüp, düşüp kapaklandıktan sonra hemen kalkıp tevbe, inabe veya evbe ile doğrulan; yanlışının farkına vararak Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eden, sonra da yalvarıp yakarmalarıyla tevbe kurnalarında arınmaya çalışan kişinin hâlini ifade eder. Hadis-i şerif, isim cümlesiyle beyan buyrulmuştur. İsim cümlesi ise devam ve sebat ifade eder. Demek ki bu nurlu beyanda, aynı zamanda tevbe ve istiğfardaki devamlılığa dikkat çekilmektedir. Yani kişi ne zaman tökezleyip günah çukuruna düşse, her defasında, hiç vakit fevt etmeden, hemen tevbe, inabe ve evbe kurnalarına koşmalıdır.
Hadis-i şerifte günah mânâsına gelen “zenb” kelimesiyle, kuyruk manasına gelen “zeneb” aynı kökten gelmektedir. Bu durumdan hareketle diyebiliriz ki günah, insan fıtratına ters, tabiatına aykırı olan ona takılmış kuyruk gibidir. Evet günah, insanı kuyruklu bir varlık hâline getirir. Kuyruk, kuyruklu olarak yaratılmış mahlûkata uygun düşse de insana yakışmaz. Bundan dolayı insanoğlu, her günah işleyişinde kendine bir kuyruk taktığının farkına varıp tevbe ile hemen o kuyruğu kesmesini bilmelidir. Yoksa o kuyruğa başka kuyruklar ilave olunur ve insan onu söküp atamayacak hâle düşer. Böyle bir kişi hakkında ise hadis-i şerifte beyan buyurulan: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir.” (Tirmizî, Tefsir, Mutaffifin) hakikati zuhur eder. Bir âyet-i kerimede ise bu durum “خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ – Allah onların kalblerini mühürlemiştir.” (Bakara Sûresi, 2/7) ifadeleriyle anlatılır. Bundan dolayı diyebiliriz ki, encamı itibarıyla her bir günah içinde küfre giden bir yol bulunduğundan, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “التَّائِبُ ” sözüyle daha başta dikkatleri tevbeye çekmiş ve böylece bizi bu tür bir âkıbete düşmekten korumak istemiştir.
İnsanı İçten İçe Eritecek Derin Tevbeler
Hadis-i şerifte tevbe eden kişinin, o günahı hiç işlememiş gibi bir lütfa mazhar kılınacağı ifade ediliyor. Fakat dikkat edildiğinde görüleceği üzere hadiste tevbe eden için “Günah işlememiştir.” denmemekte, “Günah işlememiş gibi olur.” denmektedir. Yani burada mehâbet ve mehâfet kapısı aralık bırakılmıştır. Dolayısıyla bu üslûptan; “keşke insan o günahı hiç işlemeseydi, o leke ve yarayı hiç almasaydı” şeklinde bir sonuç da çıkarabiliriz. Evet, her ne kadar tevbe ve istiğfar kahramanı, o yara-bereyi tevbe iksiriyle silip süpürse de o yaradan bir iz kalmayacağına dair elde bir teminat bulunmamaktadır. Elbette ki Allah (celle celâluhu) dejenere olan mânevî, ruhî ve kalbî yapımızı fevkalâdeden bir rejenerasyonla birdenbire yenileyebilir. Ancak bunun her zaman böyle olacağına dair mutlak bir teminat söz konusu değildir.
Ayrıca bazen insan ciddi bir inhimakla bir günahın içine düşüp kendisini balıklamasına o işin içine atabilir. Mesela şehevanî duygularının esiri olabilir veya hırs ve hasedine yenik düşerek korkunç bir cinayete sebebiyet verebilir. Günahın çok büyük olduğu böyle bir durumda yapılan tevbe ve istiğfarın da, o günahın büyüklüğüne paralel kişiyi içten içe eritecek ölçüde derin, engin ve kucaklayıcı olması gerekir. Eğer yapılan tevbe o derinlik ve enginlikte değilse o zaman denilebilir ki, böyle bir tevbenin bütünüyle o günahı silip, süpürüp götürmesi mümkün değildir. İşte hadiste geçen “كَمَنْ لاَ ذَنْبَ لَهُ – O günahı işlememiş gibi..” hakikatine bir de bu açıdan bakılabilir.
Günahlardan Korunma ve Allah Sevgisi
Hadîsin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allah bir kulunu severse artık ona günahı zarar vermez.” buyuruyor. Bu peygamber beyanından anlıyoruz ki, Allah’ın bir kulunu sevmesi, o kulun günahlardan korunması adına çok önemlidir. Çünkü Allah (celle celâluhu) sevdiği kulun kalbine günahın çirkinliğini bütün dehşetiyle duyurur ve onun içinde günaha karşı tiksinti duygusu hâsıl eder. O kul bir şekilde günaha düşmüş ise, bu durumda da Cenâb-ı Hak, onun kalbine nedamet korları salar ve ona tevbeye giden yolları gösterir. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın sevk, ilham, inayet ve riayetiyle öyle ekstradan hâller olur ki, siz tam içine düşecekken günahın eşiğinden geriye çekilip alınırsınız. Veya bir günaha girersiniz ama yirmi sene o günahı her gün işlemiş gibi ızdırapla içten içe inlersiniz. Âdeta bütün nöronlarınızda o günahı duyar ve her aklınıza gelişinde, onu sanki yeni işlemiş gibi beyniniz karıncalanmaya başlar. Ardından da, “Allahım! Senden afv u mağfiret istiyorum!”, “Allahım! Günahlarımdan vazgeçip Sana teveccüh ediyorum!” gibi istiğfarlarla Allah’a yalvarıp yakarmaya durursunuz. Cenâb-ı Hak da bunların her birini Kendisine bir dönüş olarak sizin sevap hanenize yazar. Bu noktada şu hususu hatırlatmak istiyorum: Allah (celle celâluhu) bir kere yapılan tevbe ve istiğfarla belki o günahı affetmiş olabilir. Ancak kulun buna razı olmayıp bir kere değil bin kere Allah’a dönme cehd ve gayreti içinde bulunması ilahî hoşnutluğu yakalama adına daha güzel bir yaklaşım tarzıdır.
Allah’ın sevdiği bir kul olma mazhariyeti bu denli ehemmiyetli olduğundan İmam Şazilî Hazretleri gibi zatların, virdlerinde, şöyle bir talepte bulunduklarını görüyoruz: “Allah’ım günahım varsa sevdiğin kulların günahı gibi olsun; sevmediğin insanların sevabı gibi olmasın.” Zira Allah’ın sevmediği bazı insanların da güzel amelleri olabilir. Yani bu tür insanların kendileri olmasa da sıfatları mü’min olabilir. Ancak iman; hayr u hasenata ulaşmak için sırlı bir anahtar olduğundan, onu elde edemeyenlerin ahirette yaptıkları güzel işlerden istifade etmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı önemli olan Allah’ın bir kulunu sevmesidir. Çünkü zaten Cenâb-ı Hak bir insanı seviyorsa o şahsı işlediği günahların kiriyle başbaşa bırakmayacak, onu tevbe, inabe ve evbe yoluna sevk edip bütün benliğiyle günahlardan arınma duygusunu kendisine ilham edecektir.
Hani nasıl ki, evladına düşkün bir anne önlüğü kirli olan çocuğunu sokağa salmak suretiyle onu başkalarına karşı rezil etmez. Öyle ki çocuk elli defa önlüğünü kirletse, yine de her defasında onu temizler; elini, yüzünü, gözünü siler, pırıl pırıl hâle getirir ve çocuğunu sokağa öyle salar. İşte Allah’ın insanlara olan alakası, merhamet ve sevgisi anne-babayla mukayese bile edilemeyeceğinden, Cenâb-ı Hak sevdiği kullarına günaha giden yolları kapatır. Konumuna göre belki bazılarına hiç günah işletmez. Günaha düşmüş bulunan sevdiği kulunu da o hâliyle bırakmaz. Binbir ızdırap duyacak şekilde o günahı kulunun kalbine duyurur; duyurur da sevdiği o kulunu tevbeyle yeniden dirilişe erdirir, her bir tevbesiyle ona bir kere daha bir “ba’sü ba’de’l-mevt” yaşatır. Böylece o insan hayatını bir kere yaşamaz. O kişi, Cenâb-ı Hakk’ın inayet ve rahmetiyle, âdeta tevbeleri adedince çok buudlu ve derinlikli bir hayat yaşar.
Hadis-i şerifin sonunda Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “إِنَّ اللهَ يُحِبُّ التَّوَّابِينَ وَيُحِبُّ الْمُتَطَهِّرِينَ– Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever.” (Bakara Sûresi, 2/222) âyetini okuyor. Bu âyet-i kerimede maddî-mânevî kirlerden arınmanın Allah’ın sevgisine mazhar olabilmek için önemli bir vesile olduğu ifade buyurulmaktadır. “Çokça ve derince tevbe edenler” şeklinde dilimize aktarabileceğimiz “tevvâbîn” lafzı, kullanıldığı kip itibarıyla mübalağa ifade etmektedir. Yani onlar, tevbe mevzuunda çok ciddi bir azim ve cehd ortaya koyar, yaptıkları işi bütün benliklerinde duyar, onu kalb heyecanları ve gözyaşlarıyla soluklar ve bunu bir kez değil, her hataya düştüklerinde, işledikleri günahları her hatırlayışlarında yerine getirir; getirir ve tevbe kurnalarına koşarak tertemiz hâle gelirler, demektir.
Günahların çirkin yüzünü gösterip insanları tevbeye özendirirken muhatapları ümitsizliğe sevk etmemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?
Bu konuda çocuklarla mükellefleri birbirinden ayrı değerlendirmememiz gerektiği kanaatindeyim. Şöyle ki çocuklarda daha çok imrendirici olmalı, meseleleri recâ duygusuna bağlı götürmeli ve tebşir yörüngeli hareket edilmelidir. Günah ve azapla korkutmak yerine, onlara, yapacakları güzel amellerin ahiretteki tezahür ve güzel sonuçları dile getirilmelidir. Bu istikamette öncelikle Allah ve Peygamber sevgisi aşılanmalı, onun akabinde bu sevginin kendilerine ahirette kazandıracağı mükâfatlar anlatılmalıdır. Hâsılı çocuklar için sevgi, tergib, teşvik ve tebşir esas alınıp ona göre hareket edilmelidir.
Mükellef olan insanlarda ise dengeyi elden bırakmamak gerekir. İnzarla tebşiri, terhible tergibi, mehabetle muhabbeti atbaşı götürmelidir. Bir taraftan insanların ümitsizliğe düşmesine meydan verilmemeli, fakat diğer yandan da onların günahları hafife almalarına fırsat tanınmamalıdır. Özellikle haram-helal mevzuunda laubaliliğin yaşandığı, ciddi mânâda günahlardan sakınılmadığı, sadık bir mü’min olarak yaşamanın zorlaştığı dönemlerde, günahlar bütün çirkinlik ve çirkefliğiyle ortaya konmalı; ortaya konup onların bir kısım latifeleri öldürdüğü üzerinde hassasiyetle durulmalıdır. Zira bu latifelerimiz içinde öyleleri vardır ki ahirette Cenâb-ı Hakk’ı çok engince ve azametine yakışır bir şekilde duyup hissetmemizi sağlayacaktır. Bu sebeple “kısa ve fâni bir ömürde, geçici ve basit bir kısım zevk ve lezzet için, ebedî hayat hesabına yaratılmış bu çok kıymetli donanımları günahlarla öldürmek akıl kârı mıdır?” deyip muhatapların bu hususta derinlemesine düşünmesini temin etmemiz gerekir. Çünkü farklı zamanlarda birçok kez dikkat çekmeye çalıştığımız üzere, her ne kadar temel bir kısım latifelerin tevbe, inabe ve evbe yoluyla ihyası mümkün olsa da, önemli bazı latifelerin günahlarla öldürüldüğünde bir daha diriltilmeyebileceği de göz ardı edilemeyecek bir husustur. Hele belli konumda belli mazhariyetlere ermiş insanlar, bile bile, bu tür hata ve günahlar içine giriyorlarsa bu mevzu daha endişe verici bir durum arz ediyor demektir.
Bundan dolayı Allah’ın af ve mağfiretini, cebimizde el âleme dağıttığımız bir çikolata şeklinde görmemeliyiz. Aksine onları, hayr u hasenatın, ibadet ü taatin yerine getirilmesi gibi belli karşılıklar neticesinde muhataplarımıza sunmalıyız. Yoksa –hâşâ– cömertliğimizi Hazreti Cevad’ın cûd ve sehavatinin önüne, merhamet ve sevgimizi Hazreti Rahman’ın rahmet ve muhabbetinin önüne geçiriyor gibi bir tavır içerisine girmek Allah’a (celle celâluhu) karşı saygısızca bir tavır demektir.
Bu noktada insanlarda haram-helal hassasiyetinin oluşturulması çok önemlidir. Öyle ki bir insan vakıf malının halısına ayağını basarken bile, buna hakkı olup olmadığını, Allah’ın bu konuda kendisini muâheze edip etmeyeceğinin hesabını yapmalıdır. Bunun için de, hata ve günahlar ve bunların kaybettirdikleri çok ciddi anlatılmalı; eğer bu mevzuda gerekli hassasiyet gösterilmezse Cenâb-ı Hak’tan gelen hususi vâridât ve mevâhibin inkıtaya uğrayacağı da ayrıca dile getirilmelidir.
Hâsılı tevbe mevzuunda dengeyi yakalama adına bir taraftan Allah’ın sonsuz merhametine güven esas alınıp recâ duygusu güçlendirilmeli, diğer yandan da günahların çirkin yüzü gösterilip, işlenen günahlar neticesinde bir kısım latifelerin ölebileceği ve telafisi mümkün olmayacak bazı mahrumiyetlerin yaşanabileceği hatırlatılmalıdır; hatırlatılmalıdır zira hepimizin bu istikamette telkin, tebliğ ve irşadlara hemen her zaman ihtiyacı bulunmaktadır.
- tarihinde hazırlandı.