Soru-Cevaplar Üzerine
Topluma karşı mükellef olduğumuz vazifeleri yerine getirme adına daha faydalı olacağı kanaatiyle yüz yüze soru-cevap faslını başlatmış bulunuyoruz. Sorularınıza geçmeden önce müsaadenizle maksadımızı aydınlatacak bir-iki hususu arz etmek istiyorum.[1]
Evvela; bütün düşünce ve tasavvurumuz, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) devrinde olduğu gibi saf, temiz, berrak, dupduru bir anlayışı yeniden ihya etmektir. Toplum içinde sahabî anlayış ve hayat tarzını sistem olarak benimsemiş insanların sayısı ne kadar çoğalırsa içtimaî hayatımız da o kadar denge ve düzen içinde olacaktır.
Camilerde soru sorma ve meseleleri ona göre şerh etme mevzuu, Saadet Asrı’nın temel özelliklerinden biri sayılır. Camilere eski fonksiyonunu kazandırma meselesi İslâm âleminde değişik mahfillerde de görüşülmüştü. Saadet Asrı’nda mü’minler camiye geldiklerinde sadece namaz kılmazlardı. İçlerindeki soruları ortaya dökmeden, şerh etmeden, onların cevaplarını almadan sadece vaaz u nasihati dinleyip çekip gitmezlerdi. Cami, bir mü’min için dünyevî-uhrevî her şeydi. Hatta Osmanlı’nın kurulduğu ilk dönemlerde dahi devlet şûrâsı, meselelerini daha çok camide görüşürdü. Bir taraftan şakır şakır şadırvanın suları akar, abdesti hatırlatan, namazı tedai ettiren bu tablo onların etrafında dönüp dolaşır ve onlar da o hava ve o anlayış içerisinde meselelerini meşveretle hallederlerdi. Abdestler alınır, namaz kılınır, meseleler ortaya konur ve görüşülürdü. İşte bu, Saadet Asrı’nın saf anlayışıdır. Evet, Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) böyle yapıyordu.
Bu yaptığımız iş, bir kısım kimseler tarafından başlangıçta yadırganabilir. İçimize girip yerleşen, değerlerimize yabancı nice âdetler vardır ki, biz bunlara kendi öz malımız gibi sahip çıkmışız. Bunların yerine içimizden çıkan öz malımız nice şeyler de vardır ki, onları yadırgar hâle gelmişiz. İsterseniz muvakkaten bunu hep beraber mazur görelim ve “Camide de böyle şey olur mu?” demeyelim. Cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekrem’in ve sahabenin anlayışını hiç olmazsa bu vadide ihyaya bizleri muvaffak kılsın!
İkinci olarak; bu yol, cemaati aydınlatmak için tek yol ve tek çare değildir. Cenâb-ı Hak tertemiz gönüllerinize yeni yollar ilham edeceği âna kadar, müsaadenizle, bir de bunu deneyelim. Siz, ilham-ı ilâhînin tecellî mekânı olan gönüllerinize gelen tekliflerinizi bana aktarırsanız, “hakkı-hakikati bilmeyenlere şu yolla da ulaşabiliriz.” derseniz, onun da müzakeresini yapar, o yolu da deneriz. Şuna kat’iyen emin olun ki, gönlümdeki budur. Ama şimdiye kadar yapamadım.
Resûl-i Ekrem’in adını anacağım yer neresi olursa olsun – şayet gönüllerde mâkes bulacak ise– gidip O’nu orada haykırmayı kendim için bir mecburiyet bilirim. Beni yaratan, soluklarımı bana ilham eden ve sonra onları dinleyen Allah (celle celâluhu) için, soluklarımın şükranı olsun diye nefes nefese, soluk soluğa O’nu anlatmak benim vazifemdir. Bunu sinemada da, tiyatroda da, kahvede de.. sokak-sokak, ocak-ocak, bucak-bucak gezip her yerde anlatmayı sorumluluk bilirim ve bilinmelidir. Bu benim vazifemdir. Eğer üniversitelerin amfilerine kadar girip meselelerimizi anlatma imkânı bulsaydık muhakkak onu da değerlendirirdik. Gerçekten, üniversitelerde demokrasi ruhu tam yerleşmiş olsaydı, dersin-tedrisatın yanı başında gençliğin mânâ yapısına yeni şeyler ilâve edebilecek hususları kendi çapımızda oralarda anlatabilseydik, bizden sonra yepyeni bir nesil onu tastamam anlatma yol ve imkânını bulacaktı.
Siz, bütün bu çırpınmaların içinde bunu da düşünebilirsiniz. Kat’iyen bilin ki, bu mevzuda benim hiçbir iddiam yoktur ve ‘son sözü söyleme’ gibi bir düşünceyle de ortaya çıkmış değilim. Zaten bundan da Allah’a sığınırım. Bana, Müslümanların en mücrimi nazarıyla bakabilirsiniz. Ama ben yine de hak ve hakikati söyleme mecburiyetindeyim. “Bu mevzuda acaba nasıl yapsam ki insanlar kabul etseler?” duygu ve düşüncesinin heyecan ve teessürünü ruhumda taşıdığım için siz de Hakk’ın hatırına anlattıklarımı lütfen dinleyiniz. Bir kuş ötse ve o kuş, ötüşüyle bana “Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)” diyor gibi gelse, O’nun adının hatırına oturur orada onu dinlerim. Dilim şayet Mevlâ-yı Müteâl’e tercüman oluyorsa siz de O’nun hatırına dinleyiniz.
Bizler, son dönemler itibariyle yıkık-dökük bir içtimaî hayata sahip bir bünye gibiyiz. Öyle bir cemaatiz ki, son yedi-sekiz asır bizde ne sağlam bir fert yapısı ne aile yapısı ne de içtimaî yapı bıraktı. Şu kadarcık hâlimizle ve böylesine perişan vaziyetimizle bari bizi bizimle baş başa bıraksalar, biz o durumda da memnun olacağız ama şu vaziyetimizde dahi bizi bizimle baş başa bırakmıyorlar. Bu durum karşısında biz, bozulan içtimaî düzenimizi, aile yapımızı, ferdî hüviyetimizi yeniden kazanmak ve bu müesseselere kendi öz hüviyetlerini kazandırmak için Allah’ın (celle celâluhu) ve Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bizden istedikleri şeyleri yapmakla mükellefiz.
Size yeminle teminat vererek söyleyeyim ki, camiye gelip namaz kılmak çok mühim bir meseledir. Mü’minin namazını, camiye gelmesini ve namaz kılmasını hafife alıp tahkir edecek diller kurusun! Fakat camiye gelip namaz kılmak, her şey demek değildir. İslâmî hayat bir bütündür. Kendisi camiye gelen bir mü’minin; hanımı, kızı, oğlu ve torunlarının yaşadığı evlerde eksik ve gedikler varsa, o mü’minin Müslümanlık hayatında çok ciddi boşluklar var demektir.
Evet, namaz kılmak bir şeydir ama her şey demek de değildir. Namaz, büyük bir rükündür. Allah, bunu îfâ etmeyenlere de îfâ etme aşk ve şevkini ihsan eylesin! Bize de bunun yanı başında onun tamamlayıcısı olan sair vazifelerimizi idrak etme şuurunu bahşeylesin! Ancak biz burada, topyekûn içtimaî ve ailevî hayatımızı alâkadar eden meselelerin müzakeresini yapacağız. Siz sorularınızı soracaksınız; bilirsem cevap vereceğim, bilemediğim meselelerde sizden süre isteyecek ve onları daha sonra cevaplandırmaya çalışacağım.
Şunu da ifade etmek isterim ki, keşke İslâm’a ait bütün meseleleri, devrin tekniğine, kültürüne dair meseleleri ansiklopedik bir malumatla dahi olsa bilen birisi olarak huzurunuza çıkmış olsaydım ve bu şekilde soracağınız her suale cevap verebilseydim! Ancak bütün acz ve fakrımla itiraf edeyim ki ben, bu çapta bir insan değilim. Aslında her şeyi bilmek de beşerin kârı değildir. Her şeyi Allâmü’l-Guyûb olan Allah (celle celâluhu) bilir. Ben, söyleyeceğim her sözün sonunda, kabul buyuracağı mazeretimi “Allahu a’lem” (Sözün doğrusunu Allah bilir) demekle O’na arz edeceğim. Kaldı ki Nebiler Nebisi’nin vârisi İmam Malik Hazretleri, bir mecliste kendisine sorulan kırk sorudan otuz altısına “Bilmiyorum” cevabını vermiştir. Biz, o zatların kapısında perdedâr olabilirsek onu da şeref sayarız. Cürmümle, seyyiatımla, kusurumla ve her şeye rağmen cür’etimle “Soru sorun, cevap vereyim” diye huzurunuza çıkan beni böyle tanıyın.
Aslında, bütün meselelerinize, sorularınıza cevap verecek bu kürsünün hakiki sahipleri gelinceye kadar beni ve emsalimi dinleme mecburiyetindesiniz. Ben, aşkla-şevkle, bana söz söyleyecek, içimin şerhini yapacak, sorularıma cevap verecek, dizinin dibine oturacağım hatibimi beklemekteyim. Mevlâ ne zaman lütfeder onu da bilemiyorum. Belli ki böyle harap olmuş, bağı-bahçesi yıkılmış, suları kesilmiş, bülbülü ötmez olmuş, gülü pörsümüş, çiçeği solmuş, virânelere dönmüş bir dünyanın hatibi de ancak bu kadar olacaktır. Böyle deyin, böyle düşünün ve böyle değerlendirin!
Gelin, sizinle camiye, kendi çapımızda eski fonksiyonunu kazandıralım! Ben bunu hayırlı bir iş ve adım sayıyorum. Burada değil başka bir yerde de olsa yine böyle düşüneceğim ve اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ “Sebep olan yapan gibidir.” sırrınca ellerimi açıp “Bana da bu yolda hizmet etmeyi ihsan et!” diyerek Mevlâ’ma yalvaracağım. İnşâallah daha sonra gelenler bunu tam ve mükemmel yapacaklardır. Bu sadece atılan bir adımdır. Ayağını o ize basacak olan herkes onun altında, mü’minlerin bir kıtmirinin yattığını görecektir. Allah (celle celâluhu), beni de belki bu sebeple affeder. Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz rahmetine karşı her zaman sonsuz bir ümit besledim.
Meselenin tekniği mevzuunda da hissiyatınıza hitap ederek bir şeyler arz etmek istiyorum. Evvelâ, siz hepiniz sağdan-soldan kalkar bana soru sorarsanız, caminin içindeki huzur kaçar ve gerektiği gibi cevap verme imkânına sahip olamayız. Şimdi bizzat soru sorabilirsiniz ama önümüzdeki günlerde sorularınızı bir kâğıda yazıp buraya koyabilirsiniz. Ben onları alır, tasnif eder ve ona göre cevap vermeye çalışırım. Bunların içerisinde bazen ailevî hayatınıza ait hususi sorular da olabilir. Böyle hususi, ailevî meselelerin cemaat içinde şerhinin münasip olmayacağını düşünerek soruyu soran kimseden hususi görüşmesini rica edersem o arkadaş da bana darılmasın. Ben, elimden geldiğince herkesin hatırına hürmetkâr olmaya gayret edecek ve herkesin, küçük dahi olsa sorusuna cevap vermeye çalışacağım. Arz ettiğim gibi, eğer bilemediğim bir mevzu ise sizlerden süre isteyecek, ertesi hafta o konuya bakıp öyle huzurunuza çıkmayı plânlayacağım.
İkinci husus da şudur: Hayatın her sahasıyla ilgili soru sorabilirsiniz. Ama kalkıp da astronominin derinliklerine dair bir soru sorarsanız, ben itiraf edeyim ki o konudaki bilgim sınırlıdır. Atom fiziğinin derinlikleri ile alâkalı malumatım kulaktan dolma, ansiklopediktir, onu da tam bilmem. Şöyle-böyle bir şeyler söylerim ama cemaatin içinde bulunan, bu işin ihtisasını yapmış kimselere karşı küstahlık yapmış olurum. Baştan söyleyeyim, böyle bir terbiyesizliği de irtikâp etme niyetinde değilim.
Bunun gibi, ilmin çeşitli dallarına dair, ihtisas isteyen mevzularda sorular sormayın. Yalnız her ilmin bir gayesi, ifade ettiği bir şey vardır. Her ilim, o ilme mensup olanları bir neticeye götürür. İşte eğer soracaksanız bu gibi mevzularda sorabilirsiniz. Hayatın bir gayesi olduğu gibi ilimlerin de gayeleri vardır. Bu mevzuda az-çok İslâmî malumatı olan herkes bir şeyler söyleyebilir.
Şahsî hayatın dengesi ve düzeni mevzuunda sorular sorabilirsiniz. İçtimai hayatınızdaki huzursuzluklarınızı dile getirebilir, huzuru tekrar elde edebilme adına neler yapılması lâzım geldiğini, gerek şahısları gerekse aileleri huzura kavuşturmak için gereken şeyleri sorabilirsiniz. İçtimaî hayatımızın salâha kavuşması için neler yapmamız lâzım geldiği hususunda sorular tevcih edebilirsiniz. Maarif yuvalarımızda içtimaî hayata ışık tutamıyoruz. Bu mevzudaki engeller, mânialar nelerdir? Bunları sorabilirsiniz. İçtimaî kaynaşmalara dair sorular sorabilirsiniz. Namaz, oruç, hac ve zekâta dair, bunların hikmetleriyle alâkalı sorular tevcih edebilirsiniz. Cenâb-ı Hakk’ın helal ve haram kıldığı hususlara dair sorularınız da olabilir. En azından Ehl-i Sünnet’in akidesine uygun cevap vermeye çalışmak suretiyle bu mevzuda çeşitli diyalektiklere düşmeden –inşâallahu teâlâ– bir şeyler söylemeye çalışırız. Belki bu sayede cemaatin, çeşitli felsefî akımlara girerek hiç bir faydası olmayan meselelere dalmasından ve bunlarda boğulmasından kurtarılmasına Cenâb-ı Hak bir vesile kılar. O bakımdan bu çerçevede soru sorulmasını istirham ediyorum. Bunları, soru soracağınız hususların sınırlarını tespit bakımından arz ettim.
Bir de soracağınız sorular hususiyle siyasete dair olur da onlara da cevap vermeyebilir, hatta bir kelime bile konuşmayabilirim.. soruyu soran lütfen darılmasın. Hayatımda hiçbir tarafa esasen gönlümle temayülüm olmadı. Elimi uzatıp da o taraftan görünmedim. Hep bu milletten görünmeye çalıştım. Şöyle veya böyle düşünen herkesin, Allah’ı (celle celâluhu) ve Resûlullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) düşündüğü nispette onlarla beraber olmaya çalıştım. Bu bakımdan siyasî sorulara da cevap vermeyeceğim; bunu da baştan arz edeyim.
Ancak, buna rağmen, benim sözlerimden siyasete dair mânâlar çıkaranlar, hemen söyleyeyim, yanlış mânâlandırmaya gitmiş olacaklardır. Ben, asla ve kat’a siyasete dair hiçbir söz söylememeye çalışacağım. Hayatımda da hep öyle yaptım. Ama ne garip tecellîdir ki, bazıları farklı değerlendirdi. Ben, -yeminle teminat verebilirim ki- hiçbir zaman, birilerini destekler veya birilerini yerer mahiyette herhangi bir söz sarf etmedim. Sadece küfrü-küfranı yerdim, Allah’a imanı ve Allah sevgisini desteklemeye çalıştım.
İslâm’ın her meselesi makul ve mantıklıdır. Ama akıl, tek başına meselelerin altından kalkamaz. Akıl; sair duygularımızın, fikrî ve ilmî hayatımızın bir araya getirip önüne koyduğu şeyleri değerlendirir. Bazen de devrin kültürünün tesiri altında kaldığından veya başka bir kısım esbaptan dolayı yanlış neticelere varabilir. Akıl, ancak önüne konulan meseleleri eğer çok iyi değerlendirebildiği takdirde doğru neticelere ulaşır.
İnsanlar, fikirlerini, ilimlerini bir araya getirip aklın rehberliği altında bir kısım meselelerde nihaî neticelere vararak, değişmez kurallar hâlinde ortaya koyarlarsa, işte o zaman, ilmin ulaştığı nokta ile Kur’an-ı Kerim’in söylediklerinin mutabakat arz ettiği görülür. Bu sebeple, ilmin ortaya koydukları ile Kur’an-ı Kerim’in söyledikleri arasında zâhiren bir uyum görülmediği zaman, buradaki eksikliği Kur’an-ı Kerim’de değil de aklın, ulaşması gereken noktaya henüz ulaşamamış olmasında aramak gerekir.
Hem Allah’ın rahmetinden ümid ediyor hem de araştırmacıların, ilgilendikleri ilim dallarında derinleşmeleri neticesinde ümit besliyor ve umuyoruz ki –inşâallahu teâlâ– ilerde pek çok ilim dalı, Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği hakikatlerle omuz omuza gelecektir. Çünkü bunlar, kaynakları itibariyle zaten ayrı değildirler. Zira kâinat, Allah’ın kâinatıdır; kul, Allah’ın kuludur; kelâm, Allah’ın kelâmıdır. Allah, kendi kelâmında kâinatı, insanı ve bu ikisi arasındaki münasebetleri anlatıyor; o zaman niye ayrı olsunlar ki!
İslâmiyet’in, bütün itibariyle makul ve mantıklı olan prensiplerine karşı ortaya atılan bir kısım şüphe ve istifhamların gerçekte vârid olmaması gerekirdi. Ancak insanların ilim, tefekkür ve kalbî hayatlarındaki birtakım eksiklikler, bir kısım istifhamların meydana gelmesine sebebiyet vermiştir.
Ben kendimi, devrin ilim ve kültürünün ulaştığı nihai noktaya ulaşmış biri olarak görmüyorum. Bu sebeple, arz edeceğim şeylerde birtakım eksik ve gediklerin olması muhtemeldir. Bununla beraber elimden geldiği kadarıyla bana tevcih edilen sorulara cevap vermeye çalışacağım.
İnsan, ebed (sonsuzluk) yolunda ilerlerken onun için en gerekli şey; dinin, pratik hayata bakan kısmını, en ufak bir şüpheye mahal bırakmadan ve şüphe oluşturabilecek en küçük delikleri dahi tıkamak suretiyle bu yolda dinini sapasağlam muhafaza etmesidir. Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) Hazreti Ebû Zerr’e tavsiye mahiyetinde söylediği bir sözü vardır. Buyururlar ki:
جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ “Gemini yenile çünkü deniz derindir.”[2]
Yapacağın bu yolculuk için vapurunu yenile, çünkü derya çok derin. Bin tane tane şeytan, bin tane vesvese, bin tane tereddüt karşına çıkabilir; çıkar ve kalbinde, kafanda, duygularında ve hissiyatında yaralar açar. En küçük bir yara almadan, salimen, Allah’ın (celle celâluhu) sana verdiği şeyleri ötede tekrar O’na iade edebilirsen ne mutlu sana! Bunun için, “Benim aklım, kalbim bu işe yattı fakat hislerimde bir kısım tereddütler yaşıyorum” demeyecek ve hiçbir tarafında en küçük bir tereddüt dahi bırakmadan, Allah’ın huzuruna salim bir kalple gitmeye çalışacaksın.
İnsan, bu dünyada hangi meselede olursa olsun; aklına, mantığına ve hislerine kabul ettirip onu tabiatı hâline getirdiği ölçüde, ölürken o hâl üzerine ölecek ve dirilirken de o hâl üzerine dirilecektir. Meselelerinizi şayet, tereddüde hiç meydan vermeyecek şekilde gönlünüze yerleştirmişseniz, Allah’ın tevfik ve inayetiyle, ötede hiç sarsılmadan çok rahat gezebilirsiniz. Bu meseleye işareten Hazret-i Ömer’e dayandırılan şöyle bir rivayet nakledilir:
Ölüm ve ölüm ötesi endişelerden bahsedildiği bir mecliste Cenâb-ı Risaletmeâb Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda, kabir suali bahis mevzuu edilince Hazret-i Ömer (radıyallâhu anh), “Ya Resûlallah! Şimdiki aklım, düşüncem ve iz’anım kabirde de benimle beraber olacak mı?” diye sorar. Allah Resûlü “Evet” deyince “Ben onlara kâfi gelirim inşallah.” der.[3] Çünkü o, tereddütsüz inanmıştır. Şeytanın, parmağını karıştırabileceği en küçük bir vesvese noktası bırakmamıştır. Onun için bir Müslümanın, gerek itikadî (inanç esasları ile ilgili) gerek amelî (ibadetler ve muamelâtla ilgili) hususlara ait bir kısım sorular sorması, onun düşünüyor olduğunu ve şeytandan canının yanmış olduğunu gösterir. Böyle dertli bir insan –bugün olmasa yarın– mutlaka sorusunun cevabını bulur ve Allah’ın tevfik ve inayetiyle kurtulur. İmanını bu şekilde tahkim edip amelî hususları, hikmetle nescedilmiş gibi rahatlıkla yaşayan ve faydasız işleri kafasından çıkarıp atan bir insan bu hâliyle ölürse, “nasıl ölürse öyle dirileceğine” inanabilir Allah’ın tevfik ve inayetiyle.
Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniye bize, mü’minlerin, Hak yolunda atacakları her adımın, yapacakları her amelin Allah’ın (celle celâluhu) lütfettiği nimetlere karşı bir şükran ifadesi olduğunu ifade eder. Bizi, tepeden tırnağa nimetlerle perverde eden Allah’ın sonsuz nimetlerine karşı şükrümüzü ancak bu suretle eda edebileceğimizi açık-seçik olarak anlatırlar.
Bir mü’minin, heva, heves ve nefsaniyet gibi şeyleri aşarak mescide gelmesi çok mühim bir vazife ve Allah katında pek makbul bir iştir. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), mü’minin Allah yolunda attığı her adımı bir sadaka sayar.[4] O (celle celâluhu), seni yoktan var etmiş, sonra insan-ı mü’min olma keyfiyetiyle serfiraz kılmıştır. Bu büyük nimetler elbette şükür isterler ve işte sen, Allah yolunda atacağın adımlarla, Allah’a karşı bu şükür vazifesini edâ etmiş olursun. Şu an burada belki rahat oturamıyor, belki başınızı, başkalarının ayağını bastığı yere koymak zorunda kalıyorsunuz. Belki yağmura, çamura, soğuğa rağmen gelip burada namaz kılıyorsunuz. Eğer kalbiniz Allah’la beraber ise, iç-dış bütünlüğü ile O’nun huzuruna geliyorsanız –ki bunun başka türlü olması düşünülemez– bilin ve Cenâb-ı Hakk’ın vaadine itimat edin ki buraya gelmeniz sizi pâyidâr etmiş, size uhrevî saadetin yolunu açmıştır.
Ahirette yaşayacağın o mutlu günü hatırla ve şimdiden ruhunda, vicdanında, imanında onun zevkini yaşamaya çalış; o zaman, içinde bir cennetin belirdiğini duyacaksın. Yaptığın her şeyin Allah yolunda bir tohum gibi yeşerdiğini, ahiretin tarlası hükmünde olan dünyaya seni gönderen Allah’ın (celle celâluhu), seni adeta bir ekinci olarak kullandığını ve ektiğin hiçbir tohumun boşa gidip çürümediğini ve ötede yığın yığın filiz verdiğini göreceksin. Evet, sen burada hayalen bu duyguların içine gir, yaşa, Cennette yaşıyor gibi olacaksın.
Mevlâ, insanın vicdanında bir cennet yaratmıştır. Pek çok ehl-i hakikat, hususiyle ehl-i tasavvuf, vicdanlarındaki bu cenneti gördükleri için ahirette tahakkuk edecek Cennet’e iltifat etmemişlerdir. Haddizatında, insanın vicdanındaki de bu cennetin bir temessülüdür. Bir bakıma bilemediğimiz ölçülerle, yollarla insan vicdanında mâkes bulan bu şey, ahirette her şeyiyle mükemmel olan Cennet’in bir aksidir.
Burada sorulan soruların ağırlıklı olarak Müslümanların esas meselelerine müteveccih olduğu görünüyor. Bu durum, bugünün Müslümanının, günümüzün problemlerini idrak etme istikametinde olduğunu göstermesi bakımından oldukça memnuniyet vericidir. Bunu, tahdis-i nimet kabîlinden arz ediyorum. Cenâb-ı Hakk’ın bize olan lütfunun bir ifadesidir inşâallah. Bunu böyle kabul etmemiz Cenâb-ı Hakk’ın, bu kabîl nimetlerini artırmasına vesile olur ümidindeyim.
Biz, halktan uzak bir şekilde sadece kendi dünyamızı yaşayarak –Eflatun’un mağara misalinde olduğu gibi– sadece gölgelerle yetinen, dıştaki yaşantıya vâkıf olmayan, halka inmeyen bir vaaz şeklinin insanlar için çok faydalı olmadığına inanıyoruz. İnsanların arasında yaygın olan değişik fikirlerin, hususiyle de gençlerin arasında kol gezen türlü türlü soruların, şüphelerin, tereddütlerin kürsüye getirilip bütün tereddüt ve şüphelerin izale edilmesinin doğru bir yol olduğu kanaatindeyiz.
Soru demek, aynı zamanda bir bakıma o soruyu soran şahsın hissiyatı ve duygusu demektir. Soruya cevap vermek ise, o şahsın hissiyatına, duygularına hürmet mânâsına gelir. Meclisimiz bu maksada matuf teşekkül ettiği için biz aynı maksat üzere yürümeyi düşünüyoruz. Bazı kimseler, sorulan soruların daha ziyade felsefî mahiyette, ilâhiyatın derin meselelerine müteallik olmasını arzu ederler. Hâlbuki ben, sadece sorulan soruya cevap veriyorum. Bazıları ise daha ziyade fıkhî meselelerle alâkalı olmasını arzu eder. Sorulursa ona da bir şey demeye çalışırım. Bazıları da kendi şahsî meselelerini bana getirir. Ben onun hatırına da hürmet eder, hatırına hürmeti, sorusuna cevap verme şeklinde ortaya koyarım.
Bazı mizaçlar, bir kısım soru-cevaplardan hoşlanır ama bazı soruların cevabı ona latif gelmeyebilir. Ama en az o da benim kadar başkalarının hissiyatına hürmetkâr olmalıdır. Çünkü insanlık sadece ondan ibaret değildir. Biz sağdan, soldan, ortadan, alttan, üstten, evvelden, âhirden, içten ve dıştan bütünü teşkil eden uzuvlar gibiyiz. Duygu ve düşüncelerimiz de his ve fikir yapımıza göredir.
Camilerde, dine ait meseleleri cemaate intikal ettirmek için şu âna kadar alışageldiğimiz bir sistem vardır. Biz, bunun dışında daha farklı ve orijinal yöntemler bularak dine ait meseleleri cemaate sevdirme mecburiyetindeyiz. Meselelerimizi ciddi bir anlayış ve ciddi bir edâ ile ve azami bir ciddiyet içinde cemaate intikal ettirmeliyiz. İçinde bulunduğumuz şu dönemde laubali kimseler bizi kurtaramayacağı gibi, meselelere laubalice eğilmemiz de bizi kurtaramayacaktır. İçinde yaşadığımız zaman bizden ciddiyet istemektedir. Binaenaleyh bunu ihlal edebilecek her şeye gönülden karşıyım.
Zaman ve hâdiseler göstermiştir ki, bu milletin yükselmesi sadece ilimle, teknikle ve sanatla olmadığı gibi alçalması da ilimden, sanattan, teknikten mahrumiyetle olmamıştır. Bunların, Müslümanların alçalıp yükselmesinde tesiri büyüktür ama bunlardan daha büyük bir şey vardır, o da sağlam bir gönül yapısıdır. Türkiye’de, cihana tesir edecek büyük ilim vakumları meydana getirseniz de, bu gönül yapısını gerçekten ikâme edemedikten sonra ne Türkiye’nin ne de İslâm âleminin kurtuluşu mevzuunda atılması gereken adımın atılmadığı kanaatinde olacağım.
Kâinatın Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), o yüce davasına başlarken bugüne kıyasla ne semalara doğru ser çeken fabrikaları vardı, ne de duman tüten bacaları; o dönemde ne sanat vardı ne de teknik. Kılıcını, kalkanını ancak yapabilecek, imkânı sınırlı bir avuç insan vardı. Ancak Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara, kısa zamanda bütün bu merhaleleri aşabilecekleri bir enerji kaynağı getirdi ve bunu onların gönüllerine perçinledi. İleride bütün medeni toplumlara medeniyet muallimi olabilecek o topluluk, temel prensipleri vaz’ edip o prensiplerde anlaşmış ve daha sonraki gelişmesini bu temel prensipler üzerine bina etmişti.
Evet, her şey bu iman cevherine, İslâm’dan doğan aşk ve heyecana, içte ve dışta olabildiğine istikamete; laubaliliği, itaatsizliği, lâkaytlığı, isyanı bir tarafa bırakıp Allah ve Resûlü’ne itaat dairesi içine girmeye bağlıdır. İslâm toplumları, geçmişteki bütün ilerleme ve yükselmelerini büyük çoğunlukla buna borçlu olduğu gibi, bir gayyaya düştükten sonra yeniden çıkmak için çırpınırken de herhalde yine aynı yolla yükseleceklerdir. Kaybettiği değerleri yine aynı yolla kazanacaklar ve yine aynı yolla, ashab-ı kiram gibi, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında bir hâle şeklinde toplanacaklardır.
Cenâb-ı Hak, dış görünüşümüz kadar içimizde de bir derinlik lütfeylesin. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), اللَّهُمَّ اجْعَلْ سَرِيرَتِي خَيْرًا مِنْ عَلَانِيَتِي وَاجْعَلْ عَلَانِيَتِي صَالِحَةً “Allahım! İç âlemimi, ledünniyâtımı, Senin tecellîgâh-ı ilâhin olan kalbimi, sırrımı dışımdan daha hayırlı kıl. Dışımı da ıslah eyle!” buyurmaktadır.[5] İç-dış bütünlüğünü temin edememiş, içiyle dışı arasında bir birlik kuramamış, dual yaşamadan kurtulamamış bir cemiyetin ilerleme adına atacağı her adım onu daha beter batıracaktır.
Müslüman bir toplum, prensiplerinde, hayat tarzı ve yaşayışında ilâhî olmalıdır, Allah’ın prensiplerine uymalı ve şunu kat’iyen bilmelidir: İnançsız bir toplum, Allah’ın prensiplerinin dışında da yükselebilir. İnanmadığı, bu sarayın erkânını bilmediği için inançsızın ilerlemesinde fen, felsefe ve bir kısım nazariyeler rol oynayabilir. Ve yine kat’iyen kalbinde zerre kadar iman taşıyan herkes bilmelidir ki, Müslümanların yükselme ve ilerlemesi sadece ve sadece, لَقَدْ كَانَ لَكُمْ في رَسُولِ اللهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللهِ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللهِ كَثيراًۜ “Hakikaten, Allah’ın Resûlü’nde sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler için en mükemmel bir numune vardır.”[6] ferman-ı sübhanîsiyle bize Muktedâ-yı Küll, Rehber-i Ekmel, İmam-ı Mutlak olarak tanıtılan Hazret-i Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselâm) ittibaa bağlıdır. Zerre kadar bundan inhiraf edilse istenen neticeye ulaşılamaz. Ümmet-i Muhammed için neticeye giden yegâne yol, Hazret-i Muhammed’in yürüdüğü yerden geçer. Genciyle, ihtiyarıyla herkes bunu kat’iyen böyle bilmelidir.
Bize rehber olarak gönderilen Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm), yolların ayrımında durmuş, bize Cennet’e giden yolu işaret etmektedir. O, aynı zamanda dünya işlerinde muvaffak olmada da kâinatın işleyişini talim etmede de bizim tek, yekta muallimimizdir. O’ndan inhiraf eden her hareket, şeytan hesabına işlenen bir işin ifadesidir.
Bu ciddiyeti insanımıza duyurma adına enstitü kuranların, kurs açanların, talebe himaye edenlerin ve bu aziz müesseselerde talebelere tedrisat ve talimatta bulunanların en büyük vazifesi bu olmalıdır. Bu işe inananların sayısı önemli değildir. Hazret-i Muhammed’in (aleyhissalâtü vesselâm) zuhur ettiği ilk dönemlerdeki kadar insan olsa –Allah’ın tevfikiyle– her şey hallolacaktır. Bütün benliğiyle Allah’a müteveccih, sıdk u sadakat ile yüzü Allah’a dönük üç yüz on üç tane insan olsun her şey hallolacaktır.
Benim burada bu zaviyeden idare-i kelâm etmem ve maksadımı intikal ettirmeye çalışmam, bu kadar enstitünün, bu kadar İmam Hatibin, bu kadar üniversitenin din ve diyanete sahip çıktığı bir dönemde bu gelişmeleri hafife alıyorum mânâsına gelmesin. Ancak şu kadar var ki, biz gerçekten her hususta muvaffak olmuş sahabe topluluğuna yaklaştığımız nispette Allah nazarında da hakiki mü’min olacağız. Onlardan uzak kaldığımız nispette de işin hakikatinden, özünden uzaklaşarak boş mücadeleler vermiş olacağız. Cihan, boş bir mücadelenin kavgası içinde, neticesi boş olan bir gayret içindedir. Çalışma ve mücadelemizi meyveli kılabilmek için Allah ve Resûlü’nün yolunda olmamız gerekir.
Bu mevzuda bize ileride, daha çok bilen, daha duru düşünen kimseler fikir verecek, elimizden tutacak ve bizi sukûtun derinliklerinden zirvelere taşıyacaklardır. Bizi buraya getiren Allah’ın sonsuz rahmetinden ümit ediyoruz ki, şu âna kadar bizlere lütfettiği hizmet nimetlerini tamamlasın!
Şu anda bize düşen şey, O’nun bize bahşettiği imkânları en mükemmel şekilde değerlendirmektir. Görüş ufkumuz dar, nazarlarımız kısadır; bu mevzuda ne ciddi bir şey yapabiliyor ne de ciddi bir şey düşünebiliyoruz. Aklımıza gelen son hususlardan biri de şu yaptığımız iştir: İnsanlarımız problemlerini soruyorlar, biz de imkânımız nispetinde onlara cevap veriyoruz. Böylece halka dönük olmaya ve onların hissiyatını seslendirmeye çalışıyoruz...
Sürekli değişen bir dünyada yaşadığımız için, problemler de karşımıza sürekli değişik şekillerde çıkmaktadır. Bugünün meselesi dünün meselesiyle aynı olmadığı gibi yarının meselesi de bugünün meselesiyle aynı olmayacaktır. Bu nokta-i nazardan bir Müslüman, “Ben artık öğrenmem- bilmem gereken her meseleyi öğrendim-bildim, işimi bitirdim.” diyemeyecektir. Çünkü Müslümanın işi hiçbir zaman bitmeyecektir. Zira öğrenmesi gereken şeyleri hiçbir zaman tam öğrenemeyecek, halletmesi gereken meseleleri de tamamiyle hiçbir zaman halletmiş olmayacaktır.
Yakın tarihimizde şahit olduğumuz “Her meseleyi hallettik” düşüncesi son derece yanlış bir düşünceydi. Bu düşüncede olan insanlar devrin hâdiselerinin gelişmesine kulak verememiş, hâdiselerin tetkikini yapamamış, bunun sonucunda da içinde yaşadığı dünyadan habersiz hale gelmişlerdir. İçinde yaşadığı dünya süratle gelmiş onu geçmiş, o, eski devrin meselelerine cevap aramakla meşgul olurken çok gerilerde kalmıştır. İster imana dair ister amellerin hikmetlerine dair, isterse sosyal hayattaki muamelâta dair olsun her türlü mesele, günün şartları, teknolojik gelişmeler ve insanların değişen hayat tarzları sebebiyle karşımıza her seferinde çok farklı olarak çıkmıştır ve çıkacaktır da.
Bu nokta-i nazardan bir Müslümanın soru sorması, bir kısım meselelerin arkasından koşması, bir kısım meselelere cevaplar araması, sürekli değişmekte olan dünyaya ayak uydurmaya çalışması, işin önemli bir yönünü teşkil etmektedir ki, asla ihmale gelmez. Yani, biz hangi dünyada yaşıyoruz, hangi dünyada yaşamamız gerekiyor, bunu kavrama ciddi bir meseledir. Bu da tetkike, araştırmaya bağlı ayrı bir husustur.
Müslümanlar olarak bizim, geçtiğimiz on dört asır boyunca yazılan büyük mücelletler hâlinde eserlerimiz vardır. Hiç şüphesiz bunlar, kendi asırlarının ve kendilerinden sonraki bir-kaç asrın hemen bütün ihtiyaçlarını karşılayan, bütün dertlerine derman olan kitaplardır. Bunlar içinde tazeliği hiçbir zaman solmayan, pörsümeyen tek bir kitap vardır; o da Kelâmullah olan Allah’ın kitabıdır. Mü’minler, kendi devirlerinin tekniği ve kültürü içinde müracaat ettikleri zaman onu hep değişmez bulmuşlardır. Bunun dışında, beşerî gayretlerle onun tefsiri mahiyetinde ortaya konan eserlerin dahi –gerçekten onun ruhu anlaşılmamış ise– onun çok gerisinde olduğu görülmüş ve birçok hakikatin cevabını ihtiva etmediği müşâhede edilmiştir. Hatta bunlardan çoğu kendi devirlerini bile aşamamış, nazarları sadece içinde yaşadıkları devre takılı kalmıştır. Bu da bizim maddî-mânevî gerilememize sebebiyet vermiştir.
Bir taraftan içimizdeki aşk u heyecan sönerken bir diğer taraftan da teknoloji dünyasının esiri hâline gelmişiz. Başkaları, devrin meseleleri içinde dönen dolaplara uymaya çalışırken bizler, eski felsefe ve eski tefsir anlayışlarının önümüze getirdiği meseleleri cevaplandırmaya çalışmışız. İnsanlığın çağ atladığı bir devirde münakaşası yapılmayacak meselelerin münakaşasını yapmış, çoktan cevabı verilmiş meselelere cevap aramaya çalışmışız.
Bu da bize şunu gösteriyor: Biz, gelişen dünya şartlarından habersiz, sanki başka bir dünyada yaşıyor gibi emeklemiş durmuşuz. Binaenaleyh yaşadığımız şu dünyadan ve onun köhne çerçevesinden ve buudlarından başımızı dışarıya çıkarıp şu yaşanan dünyaya bakmadıktan sonra Kur’an’ı kendi kâmet-i kıymetine uygun şekilde anlamamız mümkün değildir.
Bütün bunları şundan dolayı arz ediyorum: Karşımıza çıkacak meseleler hiçbir zaman bitmeyecektir. Ferdî, içtimaî, ilmî, fikrî ve teknik hayatımıza dair sürekli bir kısım meseleler karşımıza çıkacaktır. Bu açıdan biz, “bugün bunlara cevap verdik bitirdik, işi rafa kaldırdık” demeyelim; bilelim ki yarın başka başka meseleler karşımıza çıkacaktır. Hazret-i Ali’ye de nispet edilen bir sözde şöyle denir: “Evlatlarınızı kendi devrinize göre değil, sonraki devirlere göre terbiye edin, yetiştirin.” Düşünen ve ilimle uğraşan insanlar bu şekilde hareket etmelidirler.
Ben, şahsen bu meselenin ehemmiyetinin kavranılması için fırsat buldukça üzerinde durmak istiyorum. Çünkü insanımız bu mevzuda belli bir seviyeye gelememişse, belli sorular hep söz konusu olacaktır. Bazılarına göre o soruları sorup bitirdikten sonra soru kalmayacaktır. Çünkü tetkik etmeyen, araştırmayan, ilim yapmayan bir toplum yeni problemlerle karşılaşınca nasıl halledeyim endişesini taşımaz, çünkü onun kafa ve kalb sancısı yoktur. O yüzden de bu hususun üzerinde ne kadar ısrarla durulsa sezadır.
Okudukça, düşündükçe, araştırdıkça insanın karşısına bir kısım istifhamların çıkması kaçınılmazdır. Biz bu istifhamların, insanın karşısına çıkmasını tabiî ve fıtrî buluyoruz. Her şeyden evvel insan, kendi kendine bunların cevabını bulmaya çalışacaktır. Üstesinden gelemediği hususları ehline havale edecek, onlardan cevap almaya çalışacaktır. Bu, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in de bir emridir.[7] Bildiğimiz meseleleri araştıracak, enine boyuna doğrusunu öğrenmeye çalışacak ve o konularda derinleşeceğiz. Üstesinden gelemediğimiz meseleleri de erbabına, o sahada ihtisas yapmış kimselere havale edeceğiz. Onlar araştıracak ve bize isabetli cevaplar vermeye çalışacaklardır, ancak burada çok mühim kabul ettiğimiz bir husus söz konusudur:
İnsan, durduk yere soru üretip de dini mevzularda kendi kendine şüpheler çıkarmamalıdır. Dînî konularda bir sebep olmaksızın şüpheler imal etmek İslâmiyet’te caiz değildir. Müslümanlıkta deliller dört tanedir: Kur’an, Sünnet, (Kur’an ve Sünnetten çıkarılan mânânın doğruluğunda anlaşmayı, şer’î bir hüküm üzerinde ulemânın mutabakatını ifade eden) icma ve bir de bilinen meselelerden hareketle bilinmeyen meseleler hakkında yeni hükümler çıkarma, demek olan kıyas. Bunları; Kitap, Sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha olarak isimlendiriyoruz.
Bu itibarla biz her meselemizde önce Kur’an’a müracaat ederiz. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muaz İbn Cebel’i Yemen’e gönderirken ona şöyle sormuştu: “Neyle hükmedeceksin?” Aldığı ve memnun olduğu cevap şuydu: “Allah’ın kitabıyla.” “Allah’ın kitabında bulamazsan?” “Resûl-i Ekrem’in sözlerinde araştırırım.” “Onda da bulamazsan?” “Bu defa kendi re’yimle amel ederim. (Yani içtihat eder, kıyas yaparım)”[8]
İçtimaî, ailevî, ferdî, itikadî veya amelî bir mesele karşımıza çıkınca onu evvela Kur’an’da ve sünnette araştırırız. Eğer bunlarda herhangi bir izaha rastlayamazsak işte o zaman kıyasa müracaat eder içtihatta bulunuruz. Ama yapılacak bu işler, karşımıza bir mesele çıktıktan sonra olacak şeylerdir.
Dinî mevzularda durduk yere mesele ihdas edilmez. Böyle yapan biri varsa o kişi vesveseye mağlup olmuş, şeytanın oyuncağı haline gelmiş demektir. Biz burada kötü niyetli kimseler tarafından ortaya atılmış veya toplum hayatının meydana çıkardığı meseleler üzerinde durmaya ve onlara cevap vermeye çalışacağız. Evet, kat’iyen soru üretmeye kalkmayalım. Kötü niyetli kimseler eğer bir şüphe ortaya atmışlarsa onları getirin beraber müzakere edelim. Hayat-ı içtimaiye, karşımıza bir istifham çıkarmışsa onun cevabını arayalım. Ama oturup da bir kısım vesveselerle yeni yeni meseleler ortaya çıkarmayalım.
İnsan, fikrî hayatına ait meseleler üzerinde durup o meseleleri ihtiva eden kitaplara daldığı nispette fikren derinleşir; kalbî hayatıyla alâkalı meseleler üzerinde durup bunlara daldığı zaman kalbî hayat açısından, ilmî hayatı üzerinde ısrarla durduğu, yeni yeni terkiplere vardığı nispette ise ilim bakımından derinleşir. Bütün bunların ötesinde, maksadı sadece Cenâb-ı Hakk’ı hoşnut etmek olan ve bu konu üzerinde ısrarla duran bir insan da Allah’la (celle celâluhu) münasebetinde zirveleşir. Belki bu insan, ilmî ve fikrî konularda derinleşenlere nispeten sönük gözükebilir. Fakat netice itibariyle diğerlerinin elde edebileceği her şeyi o da elde eder. Belki Cenâb-ı Hak, lütfedeceği ‘keramet-i ilahiye’ ile az bir çalışma ve az bir malumatı olsa bile onun birlerini bin yapar. Bir defa okur ama ondan binlerce neticeye ve terkibe varabilir, Allah’ın tevfik ve inayetiyle.
Zâhirî ilimler, ancak öğrenildiği kadar insanın dimağında ve kalbinde yer eder. Bunların, insanın çalışması nispetinde bir ağırlıkları vardır. Allah’la münasebetin derinleşmesi hususu ise bâtın âleminin hududunu aşmak suretiyle zâhir âlemini de içine alır. Diğer ilimler sadece zâhirde kalırken bu ise bâtın âleminin sınırlarını aşar da zâhiri de içine alır. Maddî bir asırda yaşadığımız ve her şey maddî kıstas ve kriterlerle ele alındığı için pek çoğumuz itibariyle mâneviyattan yoksun hâle geldik. Bu hayatî mevzuu belli bir dönemde bizim dimağlarımızdan silip yok ettiler. Rahmet-i ilâhiyeden ümit edelim Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud o nuru içimizde yeniden canlandırsın.
Allah’la münasebette derinleşen bir insan gayb âlemine de muttali olur. Hatta yerinde melâike-i kiramdan teyitler alır, cinlerle münasebet kurabilir, ruhanîlerle haberleşebilir. Belki Hızır aleyhisselâm’ı da görür, O’nun makamına yükselir ama bütün bunlar, insan, Allah’la münasebette derinleşirse olur.. şekilden ve sûrî olmadan sıyrılabilirse olur.. sahip olduğu her şeyi Allah’a vâsıl olma mevzuunda kullanabilirse olur.
Günümüzde, İslâm’ın etrafında bir kısım şüphe ve tereddütler hâsıl etmek için sistemli-sistemsiz çalışan pek çok yapı vardır. Bunlar, dini-diyaneti Müslümanların hayatından söküp çıkaramadıkları için, ortaya attıkları bir kısım tereddütlerle onların itikatlarını sarsmaya çalışırlar. İnsanın zihninde önce bir tereddüt hâsıl olur ve “Acaba!” der, “Bu, çözülmesi imkânsız bir mesele midir?” tereddüde düşer. Sonra inandığı değerlere muhalif bir delil bulunca hemen ona yapışır ve dinî hayattan ve din çizgisinden dışarıya çıkıverir.
Onun için büyüklerimiz bu soruların pek çoğunu cevaplandırmışlar; açıktan açığa cevap vermediklerine ise bir kısım kapılar açmışlardır. Bize ise sadece onun terkibini yapmak kalmıştır. Evet, hiç şüpheniz olmasın büyüklerimiz, geçen on dört asır boyunca ortaya atılan her türlü şüpheye Kur’an ve Sünnet’ten faydalanmak suretiyle cevap vermişlerdir. Ben burada yeni bir şey yapmıyor, sadece bazılarının terkibini yaparak bazılarını da onların ifade ettiği aynı şekilde sizlere arz ediyorum.
[1] Bu başlık altında, muhterem müellifin 1976-1980 yılları arasında vaaz verdiği camilerde başlattığı soru-cevap sohbetlerinde kendisine sorulan sorulara cevap vermeden önce giriş mahiyetinde yaptığı konuşmalar derlenmiştir (Editör).
[2] ed-Deylemî, el-Firdevs bi Me’sûri’l-Hitâb 5/339.
[3] Abdurrezzak, el-Musannef 3/582.
[4] Bkz. Buhârî, cihâd 72, 128; Müslim, zekât 56.
[5] Tirmizî, daavât 124; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/104.
[6] Ahzâb sûresi, 33/21.
[7] Bkz: Nahl sûresi, 16/43-44; Enbiyâ sûresi, 21/7.
[8] Tirmizî, ahkâm 3; Ebû Dâvûd, kadâ 11.
- tarihinde hazırlandı.