Yadsıyan akıl mı, bilgiye dayalı gerçek mi?
“Yadsıyan Akıl ve Acı” başlıklı makaleyi okuduktan sonra, aklımda kalan ilk izlenim, yazarın nasıl bu kadar basit veriler ile bu kadar iddialı sonuçlar türetebildiği yönündeydi.
Mezkûr sitedeki yazıların içeriği maalesef hem bilgi yönünden büyük eksiklikler ve yanlışlıklar içeriyor, hem de peşin muhakemeler neticesinde, gayeye giderken kullandıkları argümanlar tatmin edici seviyeye çıkamıyor.
Gerek Ahmet Kuru’nun tepki çeken ilk makalesine dair önceden yazdığım üzere , gerekse Özgür Koca’nın bahsedeceğim makalesinde, evvelen belirli bir tanım yapılıyor, ardından tutarlı veya tutarsız örnekler veriliyor, bu tanım ve örnekler üzerinden ise önce İslam âlemi tarihine, ardından da en son sıra Fethullah Gülen eleştirisine gelip, konu sonuca bağlanmaya çalışılıyor. Fakat maalesef sitedeki yazıların, akademik yönden tatmin edici bir içeriği olmayıp, yazarların zihinlerindeki belirli şablonlar üzerinden tarihi okudukları ve o tarih üzerinden de günümüze eleştiri sebepleri çıkardıkları açık durmaktadır. Bu tarih okumalarında da, ne kadar derûni bir zihin ameliyesi veya bilgi birikimine sahip oldukları da, son derece tartışılması gereken bir durumdur.
Özgür Koca’nın daha önce yazdığı bir makale içeriğinde, İbn Rüşd ve Gazzali veya Maturidî ve Eşarîler üzerine yaptığı değerlendirmelerden anladığım kadarıyla, bu bilgiler kendisinin bütün kaynakları inceleyerek ulaştığı bilgiler olarak gözükmemektedir. Meraklı bir ortalama Youtube izleyicisi, tarihselci veya modern İslam düşüncesini inşa ettiğini düşünen ilahiyatçıların programlarını izlese, veya günümüzde yapılan tartışmalara temas eder şekilde yazılanlara aşina olsa, hemen hemen aynı verileri argüman olarak kullanabilir. Dikkat çekici bir husus ise, tartışılan konuların dahi birebir neredeyse aynı olması. Farklılık ise şurada yatmaktadır, gerek Kuru, gerekse Koca, aktüel ilâhiyat çevrelerinde tartışılan konuların, modernist düşüncede olan cenahının varsayımlarını, Hizmet üzerindeki değerlendirmelerinde kullanmaktadırlar.
Yazar tarih perspektifine, Cemel, Sıffin ve Kerbela gibi olaylardan başlamaktadır ve bu yaşananları İslam âleminin yadsıdığını düşünmektedir. Makalenin devamında olduğu gibi, bu fikrine ulaştıran doyurucu kaynak ve veri eksikliği bulunmaktadır. Kendi sonucuna nasıl ulaştığını okuyucu kitleye açıklamadan, bu peşin kanaati üzerinden değerlendirmelerine yer vermektedir. Oysa ki gerek Taftazani gibi sonraki devirde gelen etkili bilginler olsun, gerekse ilk devirde ana damarı oluşturan Hasan el-Basri veya Ebu Hanife gibi düşünürler olsun (Allah hepsinden razı olsun) bu mevzuları sanki hiç konuşmamış ve öylesine kabul etmişler gibi bir düşünce seziliyor.
Aslında bu noktada makalede içerik yönünden eleştirilecek bir yön bulmak da zorlaşmaktadır, zira bu tarz ile değerlendirme yapmak, yazarın sübjektif öngörülerini barındırmaktadır ve kullandığı argümanlara (ne ise onlar?) karşı argüman ile cevap vermek de imkânsızlaşmaktadır. Çünkü bir olay üzerinden sonuç çıkarılmakta ama olay etrafında kurgulanmış inceleme yapılmamaktadır. Âcizane olarak yazarın diğer değerlendirmelerine geçmeden önce, bu konuda nasıl bir makale yazılsaydı, daha net bir tartışma yapılabilirdi hususunda görüşlerimi belirteceğim.
İSLAM’IN İLK DEVRİ HAKKINDA NEYİ, NE KADAR BİLİYORUZ?
Yazar bu sonuçlara varmak için olayları nakleden tarih kitaplarını veya düşünce eserlerini ne derece incelenmiştir? Ve bunların güvenirliliği hususunda ne tür bir değerlendirmede bulunmuştur? Zira tarihi yönden ilk devri yansıtmaya çalışan siyasi olayların aktarımı son derece problemlidir. Ve arkasından gelen süreçte acaba bu olaylar ile ilgili şekillenen düşünceler yazar tarafından ciddi tahlil edilmiş midir? Maalesef buna açık yüreklilik ile evet demek olanaksız görünüyor.
Örneğin, İslam Tarihi branşının ciddi akademisyenlerinden Prof. Dr. Sabri Hizmetli şunları söylemektedir:
Belirtmek gerekir ki, çok sayıdaki Siyer ve İslam Tarihi kitaplarının kaynakları oldukça sınırlıdır; asırlar boyunca yazılan binlerce sayıda kitapların tamamına yakını gerçekte, İbn İshak, İbn Sa’d, Vâkıdı ve Taberî gibi üç dört kaynağa dayanır. İslam âlemindeki bütün siyer ve İslam tarihi kitapları muhteva ve metot yönlerinden bunlara dayanılarak telif edildiler. Oysa adlarını zikrettiğimiz bu en eski İslam tarihçileri bazı hadis bilginleri ve “rical ilmi” sahipleri tarafından şiddetle eleştirildiler (Mevlân’a Şiblî, Asr- ı Saadet, çev. Ö. Rıza Doğrul, 1, sf. 52-55; Prof. Dr Sabri Hizmetli, İslam Tarihi, sf. 16).
Maalesef, sonraki kaynaklardan, Yakubî ve Mesudî’nin yazdığı tarih eserleri de incelendiğinde ciddi sorunlar içerdiği, bu saha ile ilgilenenler için malumdur. Bunlar üzerinden gerçekçi bir sosyal tahlil yapmak ise oldukça güçtür. Hakeza, Edward Hallet Carr’ın ifadesi ile “Tarih doğrulanmış olgular kümesidir”.
Bahse konu olan savaşlar konusunda o devre yakın dönemde yaşayan bırakalım Ehl-i Sünnet’i, Mutezile’nin hâkim görüşü dahi; hangi tarafın haklı veya haksız olduğunun bilinemeyeceği ve bunlardan teberri edilemeyeceği fakat elbette bir tarafın haksız olduğu yönündedir. Mezhebin kurucu imamlarından Vasıl bin Ata dahi, bir tarafın fasık olduğunu belirtmiş ama hangisinin olduğu konusunda kanaat beyan etmemiştir. Yazara göre bu tarz bir düşüncede olanlar akıllarını yadsıdıklarından dolayı mı bunu yapmaktadırlar? Yoksa tarihi verilerin yetersizliğinden veya bu meseleyi çok tartışılır bulmayıp, kendilerince daha önemli meseleler olduğunu düşündüklerinden dolayı mıdır?
HİÇ HARİCİ ETKİ OLMAMASI, AKILLA BAĞDAŞIR MI?
Yazar’ın bir diğer değerlendirmesi, sanki tarihte ve günümüzde yaşananlarda hiçbir harici etkinin olmadığı yönündedir. Veya bunlardan bahsetmenin iç probleme karşı göz kapamaya sebep olduğu varsayımdır. Ve bu dış etkenlerden bahsetmek komploculuk olmaktadır. Aslında yazarın kendi terminolojisine göre, bunu aklın bir yadsıması olarak görebiliriz. Çünkü yazar tamamen iç eleştiri yapıp, dış etkenleri görmemezlikten gelmeyi yeğler bir tutum sergileyerek, üstüne komploculuk olarak ithamda bulunup, kendi istikameti dışındaki nedenlere göz kapamaktadır. Ve yazarın verdiği örneklerden Abdullah bin Sebe, Şia/Pers etkisi veya Pakradunilik hiç de öyle görünmez günah keçileri değillerdir. Evet Abdullah bin Sebe’nın varlığı ile alakalı lehte ve aleyhte çok şeyler yazılmıştır lâkin, El-Kessi ve Es-Sekafi gibi Şia müelliflerinin kaynaklarında dahi geçen bir profildir. Hakeza tarihi olarak İran veya Şia yönetiminin Anadolu topraklarındaki emelleri, Şeyh Haydar, Şeyh Cüneyd ile zirveye çıkıp, Yavuz’un ordusundaki tımarlı sipahilerle mektuplaşacak kadar bir teşkilatlanma kurdukları da açıktır. Günümüzde ise zaten yolsuzluk iddiaları direkt İran ekseninde gerçekleşmiştir. Pakraduniler hakkında Levon Panos Dabagyan’ın çalışmaları da bulunmaktadır. Haliyle Gülen’ın bu ifadeleri ne dahili problemleri örtmeye yönelik bir tutumdur, ne de bu yaklaşımlar mesnetsizdir.
BEDİÜZZAMAN’LA İLGİLİ ÇALIŞMALAR GÖRÜLMEMİŞ
Özgür Koca’nın makalesinde dikkatimi çeken bir husus, yazarın tarih okuması veya Gülen eleştirisi yaparken, kendisine göre öncelik arz eden veya şahsen ehemmiyet verdiği düşünceler üzerinden son derece düşük mantık kurgusu ve zayıf argümantasyon kalıplarıyla sonuca ulaşmasıdır.
Bediüzzaman ile alakalı Nurcu camianın tutumu ifrat olabilir. Risalelerden başka kitap okumamak, Bediüzzaman harici bir âlim tanımamak tasvip edilecek tutum bir değildir. Bediüzzaman’ın İslam geleneğinin içinden çıkmadığını veya bağımsız olduğunu düşünmek en başta kendisine ters bir tutumdur. Kendi tabiri ile meşgalesi, dava değil, dava içinde burhandır. Hatta bu konuda Şahdamar yayınlarının Risale-ı Nur üzerine kaynak çalışmaları olmuştu. Bediüzzaman’ın kendisinden ilham aldığı tarihi şahsiyetler veya iktibasta bulunduğu kişiler, bu çalışmalara bakıldığı zaman dahi anlaşılır.
İşin burasında kendime göre en tuhaf karşıladığım kısım, Sühreverdi’nin “Nur felsefesi” diye adlandırabileceğimiz düşünce sisteminin ne derece Bediüzzaman’a tesir ettiğini açıklamadan yazarın burada bir paralellik olduğunu göstermeye çalışmasıdır. Zira bu İbni Sina’nın kullandığı Vacib-ül Vücud terimini Bediüzzaman’ın da kullanması gibi basit bir iddia değildir. Aslında yazar makalenin umumunda görülen, üstün körü sonuca varma eğilimini bu kısımda da yansıtmaktadır. Bediüzzaman’ın devrinde yaşayan Konyalı Vehbi’nin tefsirine bakıldığı zaman da, Allah Azze ve Celle’den bahsedilirken, Vacib Teala denmektedir. Meseleyi İbni Sina’ya kadar götürmeye lüzum yok. Elbette Bediüzzaman’ın geçmişten izler taşıyan düşünceleri vardır, kendine özgü düşünceleri olduğu gibi, fakat Sühreverdi’nn Bediüzzaman ile ne derece paralellik arzettiği açıklanmaya muhtaç bir mevzudur. Fakat bu açıklamayı yazıda bulamamaktayız.
GÜLEN ELEŞTİRİSİ
Ve yazının son bölümünde sıra artık bahsi geçen yazarların metodolojisince klasikleşen Gülen eleştirisine gelmektedir. Yazar bu kısma başlar başlamaz, aceleci olarak Gülen hakkında hiçbir örnek vermeden, gerçeği yadsıyıcı bir kimlik inşasına giriştiği hükmünü serdetmektedır. Yazarın böyle bir iddiayı somutlaştırmak için dayanak yaptığı iki şey ise, İslam’ın ilk yıllarında çıkan hadiseler hakkında güya Gülen’in en azından Özgür Koca gibi düşünmemesi veya Osmanlı Tarihi hakkındaki fikirleridir.
Açıkçası yazarın bu konular hakkındaki içeriksiz ifadeleri – kaldı ki bir ilmi yön arz etsin – uzun tahliller neticesinde bir sonuca varılmış ve bunun üzerinden Gülen eleştirisine bir dayanak oluşturulmuş değildir. Yazara göre Gülen’in, bahsedilmesi gereken şeylerden bahsetmemesi aklen yadsınan bir kimlik oluşturmaktır. Sanki kimliğin oluşmasına sadece bu iki örnek etki ediyormuş gibi veya bu iki örneğin Gülen perspektifinde ne derece yer tuttuğu da incelenmeden, çok sakil duran bu değerlendirme, oldukça zorlama ve tarafgir bir tutum olarak göze çarpıyor.
HAREKETİN KÜLTÜREL ÇERÇEVESİNİ GÖRMEZDEN GELMEK
Gülen’in “Anadolu insanı ve necip millet tabirlerini kullanması”, yazara göre Kürtlere, Ermenilere veya değişik toplum katmanlarına yapılan mezalimi yadsımak veya tarihi kristalize etmek olarak değerlendiriliyor. Açıkçası akademik çalışma yapan bir insanın, bu denli ciddi bir iddiayı, bu kadar basit bir mantık kurgusu ile desteklediğini düşünmesi hayret verici bir tutumdur. Yeri gelmişken, bazı benzeri fikriyat sahiplerinin Hizmet Hareketi’ne biçtikleri paye de herhangi bir dini ideali olmayan, milli unsurlardan sıyrılmış, memleket öncülü bulunmayan ve ucu açık bir evrensellik idealidir. Tabir yerinde ise bu kalıbı UNICEF karşılamaktadır. Şunu bir defa düzgün bir şekilde tanımlayalım, bu bahsi geçen hareket huda-yı nabit gibi yerden bitmemiştir. Fethullah Gülen, başındaki sarığı sırtındaki cübbesi ile vaaz vererek bu organizasyona ilham aşılamıştır. Ne bu insanların kimliklerini teşkil eden düşünceler, zannedildiği gibi Fethullah Gülen’in başlattığı şeylerdir, ne de bilgi olarak tam bulunmasa da kültürel olarak yabancı oldukları hususlardır. Zira Fethullah Gülen’in bahse medar olan konularda Sünni inancın dediklerine aykırı bir beyanı bulunmamaktadır. Hakeza yine kendi tabiri ile en güzel hizmet Ehl-i Sünnet’e yapılan hizmettir.
Burada yazar ve arkadaşlarının Cemaat ile bu konularda çatışır görünmelerinin sebebini salt Cemaat eleştirisi olarak okumamak lazım, aslında bu, itikadi bir ayrışmadır da. Yanlış anlaşılmasın, burada haşa kimseyi bir şey ile itham etmemekteyim, tartışılmasın da demiyorum fakat sahabe, İslam tarihini okuyuş, Hadis’e yaklaşım ve fıkhi konuları değerlendirme gibi göze çarpan bazı mevzularda, Cemaat’in ana damarını oluşturan Sünni doktrinden bir ayrışma olduğunu da belirtmek gerekiyor. Ve bu konulardan bahis açılıp söz en sonunda Gülen’e gelmektedir. Gülen’in sanki Sünni anlayışın aksine beyanatı olsun veya olması gerekiyor gibi düşünceler haddi zatında evvelen mevzu edilen konuların ilmi ispatı ile mümkün olması gerekmektedir.
Aksi bir durumda, bu iddialar bu haliyle Özgür Koca’nın varsayımlarından öteye geçmeyecek iddialardır. Yazar kendi fikirlerinin Gülen’in ağzından çıkması gerektiğini düşünmektedir. Aslında bu tavır tam da eleştirdiği tutumu yansıtmaktadır, bilgiye ve gerçeğe yaklaştırıcı argümana dayalı olmadan ve ciddi tahliller içermeden bir kimlik oluşturmak veya oluşan kimliği eleştirmek aklı yadsıyıcı bir tutumdur. Şunu da ifade etmek gerekir ki, Gülen’in ilmi cedelleşme veya tartışmalı mevzularda münazaraya girmek gibi bir üslubu ve tarzı bulunmamaktadır. Kendi doğrularına bağlılığı görülse de ve bunun gerekliliğini beyan etse de kuşatıcı bir üslup sergilediği, en azından konuşmak ve ortak değerler bulmak adına Bediüzzaman’dan gelen medar-ı münakaşa olabilecek şeyleri medar-ı bahis etmemek düşüncesiyle diyaloğa açık olduğu aşikârdır.
KÜLTÜR HÂLİNE GELMİŞ PRENSİPLER
Açıkçası yazarın Gülen’e son paragrafta getirdiği eleştiriler de Cemaat düzleminde gerçeği yansıtmamaktadır. Fethullah Gülen’in Cemaat’teki her şeye nüfuz ettiği veya fert fert bütün Cemaat’i direktifleri ile yönlendirdiği realite ile örtüşmemektedir. Cemaat genel belirlenmiş prensipler üzerinden dünyaya açılmıştır. Ve açıkçası Fethullah Gülen de nerede ne olduğunu, kendisine sorulmadan veya anlatılmadan yekünüyle bilmemektedir. Cemaat’in işlerinin azami çoğunluğu, lokaldeki gönüllüler tarafından yürütüldüğü, çoğu atılımın da Cemaat’in kültür haline gelmiş prensiplerinin neticesinde yapıldığı açıktır.
Kaldı ki ilmi bir sağlaması yapılmadan bu kadar mantıki boşluk ve kafadan sonuç bildiren iki örnek üzerinden kimliğin hayalci bir tarza büründüğünü iddia etmek Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun tabiri ile şuna benzemektedir: Çilesini çekmediği halde, çoban, çoban köpeği, sürü ve otlak hakkında ahkam kesen kişi, eğitim zayiatıdır.
- tarihinde hazırlandı.