Manzara-i umumiye!

2014 Mayıs’ında manzara-i umumiyeyi ibretle ve hayretle izliyorum. Gidişatın ‘felaket’ olduğunu düşünerek ‘büyük resme’ dehşetle bakanların sayısı da az değil. Sadece 1 Mayıs manzaralarına bakarak söylemiyorum bunu. İstanbul’un göbeğinden ekrana yansıyan görüntüler iç açıcı değil. Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Bayram demeye şahit ister. Bütün yollar polisler tarafından tutulmuş. Ankara’da Kızılay yolu çelik duvarla kapatılmış. Değil eylemcinin, sokaktaki vatandaşın bile Taksim’e, Kızılay’a ulaşması ne mümkün. Çok değil birkaç yıl önce tabu yıkıldı, 1 Mayıs ‘bayram’ ilan edildi ve Taksim’de halaylarla kutlandı.

Endişelerin yersiz olduğu görüldü. Bayram kaldı ama Taksim gitti. Eski korkular nüksetti. Kâbus geri döndü. Devlet ‘Taksim zinhar olmaz’ dedi. Başka meydanlar gösterdi. Ama Taksim direncini kıramadı. Oranın sembolik anlamı, hâlâ failleri meçhul 1977’nin ‘acı hatırası’ var. Devlet, o kanı temizleyemedi.

Demek ki bünyeye giren hastalık iyileşmiyor. Önce üretilmiş haberler, ardından savcılık soruşturması ve gelsin MGK gündemi. Usul değişmedi. Esas da değişmedi. Paşaların yerini siyasetçiler aldı.

Taksim’e çıkmak isteyenlerin inadı inat, devletin tavrı çok sert. Sanki karşısındaki kendi vatandaşı değil, düşman kuvvetler. Kendi halkını tehlike, tehdit olarak gören devlet yerinde duruyor. Oysa örneklerle sabit, sertlik sertliği doğuruyor, nezaket de nezaketi. 2011’in olaysız 1 Mayıs’ını Taksim’de tekrarlamak mümkündü. Ama istemediler. Başka hesapları var demek ki.

İbretlik manzara-i umumiye 1 Mayıs’la sınırlı değil. T.S.Eliot’un ‘ayların en zalimi’ dediği nisanın son günü Milli Güvenlik Kurulu toplandı. 28 Şubat MGK’sı gibi malum merkez tarafından üretilmiş haberlerle ortamın psikolojisi hazırlandı. Camia ve Hocaefendi yine devletin hedefinde. Ne zaman değildi ki. 28 Şubat’ta dava konusu oldu. Dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel, 79 sayfalık iddianame hazırladı.

‘En tehlikeli örgüt’ dedi. ‘Terör örgütünün başı’ dediği Hocaefendi’yi Emniyet ve TSK’ya sızmakla suçladı. En zor zamanda yargılandı. Sonuç beraat oldu. Bugün iddiaların büyük bölümü tekrarlanmakta. Başrolde yine aynı yayın grubu var. Demek ki bünyeye giren hastalık iyileşmiyor. Önce üretilmiş haberler, ardından savcılık soruşturması ve gelsin MGK gündemi. Usul değişmedi. Esas da değişmedi. Paşaların yerini siyasetçiler aldı. 28 Şubat’ın 2014 versiyonu.

MGK’da ‘ulusal güvenliğimizi tehdit eden yapılanmalar ve bunlara yönelik alınan tedbirler’ değerlendirilmiş. Açıklama böyle söylüyor. ‘Yapılanma’ ile de Camia’nın kastedildiği ortak kanaat. Hükümetin tek gündemi. Varsa yoksa ‘paralel yapı’. MGK açıklamasını ibretle ve hayretle okudum. ‘Güneydoğu’da yaşananlara cevap bulabilir miyim?’ diye.

İktidar sessiz. Yolların kesilmesine, karakol inşaatlarının engellenmesine, askerî helikoptere taciz ateşine ve dört gün önce iki uzman çavuşun kaçırılmasına şu ana kadar tepki verilmiş değil. Bölgede yaşananlar çok ciddi bir ‘milli güvenlik’ sorunu. Geriye gitmeye gerek yok, son bir haftanın veya bir ayın olaylarını alt alta sıralamak bile manzaranın vahametini ortaya koyar.

Çözüm süreci tamam. Halel gelmesin. Kanlı günlere dönülmesini kim ister. Ama tehlikeli gidişe de dur densin. Terör örgütü mensuplarının her yaptığı hoş görülmesin. Sürecin başarıyla sonuçlanmasından yanayım. Fakat başka yöne giden yolun taşları da döşenmekte. MGK’nın bundan daha doğal gündemi olabilir mi? Devlet için açık tehdit oluşturan gerçek paralel faaliyetleri devletin zirvesi konuşmayacak mı?

Açıklamada yok. Devlet üretilmiş, sanal paralel iddialarla meşgul. Hakikisiyle değil. İrtica, yolsuzluk ekonomisinin örtüsüydü. Bankaların içi 28 Şubat’ta boşaltıldı. Elle tutulur, gözle görülür gerçekleri var bu ülkenin. İçi para dolu ayakkabı kutularını, milyon dolarlar istiflenmiş çelik kasalarını, siyah gözlüklü bakan çocuklarını, çikolata ikram eder gibi rüşvet dağıtan hayırseverlerini, koltuğunu kaybetmiş kudretli bakanlarını kim unutturabilir?

Savcılar harekete geçmiş, Hocaefendi, Camia, paralel yapı MGK’nın gündemindeymiş. Endişeye mahal yok. Bu ışık üflemekle sönmez çünkü. Bu dağ ne rüzgârlar gördü.

Ve dün büyük bir gazetenin manşeti: ‘Türkiye mart ayında İsviçre’ye 1,3 milyar dolarlık altın satmış.’ Altın üreticisi olmadığımız için bu kadar büyük ihracatı nasıl gerçekleştirdiğimiz gizemini koruyormuş.

2014’ün manzara-i umumiyesini ibretle ve hayretle izlerken tarihe not düşmek istedim.