Beklenmedik şeyler

Dershaneler üzerinden bir gerilim yaşanıyor ülkemizde. Aslında gerilim yeni değil. On yıllardır devlet dediğimiz merkezi siyasal güç ile sivil toplum girişimleri arasında gerilim var. Tüm merkeziyetçi yönetimler, her yerde ve tüm zamanlarda bağımsız toplumsal oluşumları -bunlar siyaset dışı olsalar da- kendi güçlerini sınırlayacağı kaygısıyla engellemeye çalışmışladır. Ülkemizde Gülen Hareketi bunlardan sadece biridir. Dinselliği öne çıkardığı için kaç tane siyasal partinin kapatıldığını bir düşünsenize.

Söz konusu gerilime ne ad verilirse verilsin konu aslında bir güç savaşı. En azından bir taraf -hükümet- bunu böyle değerlendiriyor. Bu da bizi güç nedir sorusuna getiriyor.

Gücün mahiyeti

Sosyal bilimlerde 'güç' başkalarının davranışlarını veya düşüncelerini etkileyebilme yetisidir. Etkileme, yumuşak yöntemlerle olabilir ve adına ikna denir. Sert yöntemler zoru gerektirir. Zor, kaba kuvvet, tehdit, işten çıkarma, ekonomik kaynaklarını kurutma, tecrit etme, itibarsızlaştırma gibi yöntemleri içerir.

Devlet, insanlık tarihinde meşru olarak zor kullanma yetkisiyle donatılmış tek örgüttür. Eğer başkaları varsa, devlet ya gücünü ya da meşruiyetini yitirmiş olduğu içindir.

Güç, güvenlik duygusunu pekiştirir. Yeterince güçlüyseniz, kimsenin sizi incitemeyeceğini veya etkileyemeyeceğini düşünürsünüz. (Çünkü aynısını siz onlara yapabilirsiniz.) Nükleer güç dengesi bu düşüncenin ürünüdür. Bu nedenle toplumda veya toplumlar arasında tüm taraflar güçlerini en üst düzeye çıkarmak ve bu durumu sabitlemek isterler. Bir tek demokrasi, gücün belirli kurumların ve grupların elinde yoğunlaşmasını engelleyen yöntem ve yasalarla donatılmıştır. Bu da uzun mücadelelerden sonra gerçekleşmiştir. Bu tanım üzerinden toplumumuza baktığımızda konunun dershane değil bir güç rekabeti olduğu varsayılabilir.

Umulmadık sonuçlar

İktidar partisinin yeteri kadar güçlü olmadığı bir dönemde yol arkadaşlığı yaparak önce AK Parti'nin yargı eliyle kapatılmasının önlenmesinde, sonra adım adım askeri vesayeti yıkan davaların devreye sokulmasında, kazanımların yasal güvenceye kavuşturulması için düzenlenen anayasa değişikliği referandumu (12-9-2010) sırasında yapılan işbirliğinin böyle dramatik biçimde sonlanması çok kişiye anlaşılmaz geliyor. Kimine de haksız.

Ama demokratik anayasalarla sınırlanmayan gücün mahiyeti bir kez daha düşünülünce bunda pek anlaşılmayacak bir şey yok. Güç kıskançtır; paylaşılmak ve bölünmek istemez. Hele bir toplumda gücün paylaşılması geleneği oluşmamışsa ve demokratik ademimerkeziyetçilik yerine devlet üzerinden tüm toplumu yönetmek ve yönlendirmek alışkanlığı (tüm kurum ve yasalarıyla) devam ediyorsa, iktidarlar, ekonomide, siyaset dışı hayatın (sivil toplumun) tanziminde, basın-yayın alanında, eğitimde görünürlük ve güç kazanan tüm devlet dışı oluşumlardan rahatsız olurlar. Onları denetimleri altına almak isterler. Alamadıklarında da gücün sert yüzü kendini gösterir. Tasfiye edilmeleri gündeme gelebilir.

Tabii yönetimler bunu bir kâr zarar hesabı içinde yaparlar. Tasfiye süreci sırasında ortaya çıkacak direncin derecesi ve olası kayıplar hesap edilir ve hesap fazla veriyorsa harekete geçilir. Anlaşılan hükümet bunu yaptı.

Ancak ortada ilginç ve bir o kadar tuhaf bir şey var. Tasfiye sürecine direnç olarak ortaya sürülen 25.08.2004 MGK kararı beklenmeyen sonuçlar doğurabilir. Gülen Hareketi dahil askerlerin irticai olarak niteledikleri oluşumları devletin tüm olanakları ve kurumlarıyla sonlandırma kararının altında bugünkü iktidar mensuplarının imzası var. Bu durum bilinmiyor değildi. Ama yeniden görünür kılınması, toplumsal hayatta süresi belirsiz soğuklukların ve ayrışmaların önünü açabilir.

Daha da önemlisi bugün birçok generalin ve astlarının ağır hapis cezaları almasına neden olan ve sadece askerlere atfedilen "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nın MGK'da mevcut hükümetçe de onaylanmasının yol açacağı hukuki sonuçlar. Nitekim bu altın fırsatı kaçırmayan darbe teşebbüsü sanıklarından emekli Orgeneral Çetin Doğan, 28 Şubat davasına bakan Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne hemen tahliye dilekçesi verdi. "2004 yılında hükümet üyelerinin şerhinin bulunmadığı belge nasıl suç konusu değilse, 1997 yılında gerçekleşen toplantının ve sonrasında yasal zeminde hayata geçirilen önlemlerin suç unsuru içermediği" iddiasında bulundu.

Hani ne derler, "Ayıkla pirincin taşını..."