İnsanlığa Yakılan Türkü

İnsan...
Yani biz...

Güneşini doğdurmadığımız, yağmurunu yağdırmadığımız bir dünyaya doğduk. Gözlerimizi açtığımızda, toprak bizlere binlerce şey sunmuştu ve binlercesine hazırlanıyordu. Ağaçlar göğe doğru ellerini açmış yağmur dileniyor, dallarında bin bir meyve büyütüyorlardı. Kuş sürüleri bir yerden bir yerlere uçarken, kanat seslerinden bir senfoni düşüyordu kulaklarımıza. Taşların üzerinden sekerek ve dağlardan aşağılara doğru dökülerek akan sular, denizlere karışıyordu. Deniz, içinde sakladığı masala kulak verecek ve kıyılarında konuklanacak yolcular bekliyordu. Börtü-böcek, bütün bir hayvanat, asıl beklenen misafire sunacakları hizmetlere hazırlanıyordu. Yıldızlarla süslenmiş gökyüzü bu hazırlığa şahit oluyor, bin bir ışık oyunuyla o da katılıyordu buna.

İnsan...
Yani biz...

Güneşini doğdurmadığımız, yağmurunu yağdırmadığımız bir dünyaya doğduk. Gözlerimizi açtığımızda, ihtiyaç duyduğumuz her şey etrafımızda dönüp duruyordu. Güneş bizim için doğuyor, yağmur bizim için yağıyordu. Kuş sesleri şarkı oluyordu... Gönlümüz, uzayıp giden bir gökyüzünün ufkunda sonsuzluğa açılıyordu. Her şey bizim içindi... Efendi olmuştuk dünyaya... Her şeyden istifade ediyor, ama karşılığında bir şey vermiyorduk.

Biz kimdik? Niçin var edilmiştik? Bütün bunların, bize sunulan hizmetlerin anlamı neydi? Doğan güneş, yağan yağmur, doğuran toprak, göğe doğru yükselen ağaç, börtü-böcek.. ne demek istiyordu bize? Bu muhteşem düzen, organizasyon anlamsız olabilir miydi?

İnsan tarihi, yani bizim tarihimiz, bu soruların cevabını aramakla ya da aramamakla oluştu. Soruların ardına düşüp varlığın sırrını, anlatmak istediklerini, perde arkasında gizlediği manayı farkettiğimizde, bir 'yabancı' olmaktan kurtulduk. Bizi kuşatan bütün bir varlıkla bir akrabalık hissettik. Dünyayı bize hazır hale getirenle, bizi buraya gönderenin aynı güç olduğunu farkettik.

Kutsal metinler okuduk; anladık, inandık ve yaşadık... Böyle bir dünyaya niçin gönderildiğimizi, hayatın burada bitmediğini, ölüm sonrasının da olduğunu bildik. Yaratılmışların en önemlisi olduğumuzu öğrendik.

Kalbimiz dirildi bu dönemlerde; vicdanın aydınlığında yaşadık... Bir çiçeğe gülümsedik, bir kelebeğin kanadında dallara konduk. Irmağın çağıltısında, kalbimizin azığı şarkılar dinledik. İçimizdeki 'kötü'lük sustu; mülayim tarafımız insana, börtü-böceğe iyilikler gönderdi.

Sonra çok şey yaşandı... Uzun zamanlar geçti aradan... İnsana bir haller oldu. Kendisine ve hayata dair soruları unuttu. Sormaz oldu, ben kimim? diye... Kalbi sustu... Vicdanının ışığı söndü... Aklına güvendi, onu dinledi. 'Ben' dedi sürekli. Egosu şişti. Bencilleşti... Dünyanın merkezine oturttu kendisini. Her şeye sahip olmak, hükmetmek istedi. Silahlar geliştirdi. Kuşları vurdu, ormanlara kıydı, denizleri kirletti, yangınlar çıkardı... Daha çok kazanmak, daha çok büyümek için çalıştı... Bütün bir varlığı kendisine ait kılmak istedi; denizleri, ormanları, gökyüzünü, bütün bir toprağı... Üstünlüğünü, büyüklüğünü vurguladı devamlı... Savaşlar çıkardı.... Ülkeleri, coğrafyaları, insanları ateşe attı... Birçok kavim, birçok renkte insan köleleştirildi, sömürüldü, yok edildi. Hiroşimalar, Nagazakiler çıktı ortaya. Dünyanın gözü önünde, bir duvar dibine sığınan çocuk yüzlere kurşunlar boşaltıldı. Babalar çıldırdı, anneler ağıtlar yaktı... Varlığın ve hayatın sihri bozuldu, büyüsü kaçtı. Denge kaosa dönüştü. Denizin mavisine karanlık düştü. Gökyüzünün sonsuzluğuna korkular bulaştı. Çiçekler yolundu, vahalar çöle döndü...

İnsan 'kötü'ye esir oldu... Nefret, kin, öfke, kavga, açgözlülük bir afet gibi kıtaları, ülkeleri kucağına aldı... Bu ülkeyi de... 'İyi'den yana durmayı alışkanlık edinmiş Anadolu'yu da... Sevgiye savaş açıldı burada. Kardeşliğe buğzedildi. Farklılıkların üzerine üzerine gidildi; ne kadar farklı renk varsa üzerleri çizildi. Anlama çabasının ağzına kilit vuruldu. Ortalığa kurtlar salındı, taşlar bağlandı. Uluslararası oyunlar oynandı. Binlerce ölü birikti. Acı, intikam, trajedi, ağıt... Kanla beslenenler oldu. Çalan çaldı... Anadolu'nun gururu, onuru ve bağımsızlığıyla oynandı...

Ne olmuştu? Eksik kalan neydi ki, insan kaybolmuştu? Neyi yitirmişti insanlık?

Dünyanın şurasında burasında olduğu gibi, bu soruların cevaplarını aramaya koyulanlar oldu bu ülkede. Değerlerin çözülüşüyle birlikte yitip giden insanın hikâyesini merak edenler çıktı. İnsan için, var olmak ve var kalmak için... Çünkü her şey insanla anlam kazanıyordu; insan olmayınca, insan kaybedince anlamsızlık her şeye bulaşıyordu. Muhteşem bir anlamı olan varlığın ve hayatın anlamsızlaşması, hayatı ve her şeyi varedene büyük haksızlıktı. İnsanı düşünenler, insanın boşluklarını gidermeye koyulanlar, bu haksızlığa son vermek istediler.

Evet, bu ülkede insan üzerine düşünenler, önemli sonuçlara vardılar. İnsana ve hayata dair önemli hizmetlere imza attılar. Bu ülkenin yüreğinden çıkan, yine bu ülkeye yaslanan, ama evrensel anlamda insanı seslendiren bir damar kabardı Anadolu'da... Kaybedilmiş insanı yeniden bulmak; çözülen insanı tekrar inşa etmek; yaşanılır bir dünya ve anlamı olan bir hayatın görünürlük kazanması için mütevazı adımlar atıldı. Umulmadık bir ilgi gördü bu. İnsana dair kaygı ve rahatsızlık duyan Anadolu insanı bu adımları çoğalttı, bu sese sesini kattı... Sonuçta bu ses, kendine sahip çıkmaktı; yüreğinde iyiyi, sevgiyi gürleştiren bir insan olmaktı. Çocuklarına eğilmekti; kem gözlerden, kemlikten korunmaktı... İnsanın yüzü yeniden Rabbine dönsün, insan kalbine yabancılaşmaktan kurtulsun isteniliyordu. Çünkü insanın düşüşü burada başlamıştı. Allah'ı unutmakla kötü olmuştu; kendisini her şey, her şeyin sahibi sanmıştı. İnsanın ayağa kalkışı, yine düştüğü yerden olacaktı; kendisini farkedecek, sahici bir bakış edinecekti böylelikle...

Anadolu'da oluşan insan merkezli duruş, işte bu kadar yalındı. İnsanı yeniden düşünmeye yaslanıyor ve Anadolu insanından besleniyordu. O ne bir ideoloji geliştiriyor, ne de geleceğe dair siyasî veya gayr-ı siyasî bir iktidar düşlüyordu. İnsandan yana ne kadar iyilik, ne kadar güzellik varsa bunların yanında yerini alıyordu. Bir Yunus deyişiyle, bir Mevlana duruşuyla...

Yarım asırlık zaman diliminde ne çok iyilikler yapıldı? Bu ülkenin çocukları ne çok düşünüldü, onlara ne çok eğildi, ne çok başlar okşandı? Sevgiyi tüttüren müesseselerde kaç yürek, kaç zihin dirildi, büyüdü, gelişti? Kaç para, kaç bina, kaç insan, ne çok emek verildi bu ülkenin hizmetine? Yokluklar, uykusuz geceler, yanlış anlamalar ve daha bir çok olumsuzluk.. hiçbiri bu hizmete mâni olamadı.

Muhteşem bir fedakârlık, bir destan gizlidir bu hizmette. Anadolu'nun dışına çıkışı, diğer kıta ve ülke çocuklarına uzanışı, yüzyılın en önemli hadiselerinden biri olsa gerek... Kimsenin düşünmediği bir dönemde, hasret ve rahata takılmadan dünyanın dört bir yanına dağılan insanları, başka türlü nasıl izah edeceğiz? Bencillik ve bireyciliğin hayata damgasını vurduğu bir zamanda, muhteşem bir adanış ve kendinden vazgeçişten bahsediyoruz. Sosyal bilimcileri kışkırtan, ama sosyal bilimlerin objeci mantığına sığmayan bir olgu ve fedakârlıktan... Başkası için yaşamaktan...

Asya'da, Afrika'da, Avrupa'da.. bu ülkenin insanlarıyla duyulup hissedilen bu esinti; sımsıcak bir havayı, karşılığı olan bir sevgiyi, anlama çabasını vurgulayan bir hoşgörüyü çoğaltıyor. Siyah derili, çekik gözlü çocukların gözlerinde büyüyen bir tebessüme imza atıyor.

İnsan merkezli bu hizmeti devam ettiren insanların yurtdışına çıkışları, talihsiz bir dönemde Batı'ya sevdalanıp Anadolu'ya yabancılaşanların gidişine benzemiyor. Bunlar farklı.. Halûk'un kaderini yaşamıyorlar... Türkiye'nin ruhunda saklı evrensel insanî değerleri teşhir ediyor, uzak topraklarda Türkiye'ye dair bir sevgi geliştiriyorlar.. Türkiye'nin geleceğini parlatıyorlar... Sömürgecilik mi?... Asla ve kat'a!... Kendileriyle, bütün bir varlıkla, her şeyi vareden ve bizi rızıklandıran Rabbimizle barışık bir insan modelini düşlüyorlar sadece. İnsanın, içindeki 'kötü'yü susturmasını, 'iyi'yi gürleştirmesini arzu ediyorlar.

Bu insanlar geleceğin çocuklarıdır; kirden, kinden arınmış bir gelecek de onların düşüne gebedir. Ellerinde dostluk buketleri, dudaklarında insana yakılan kardeşlik türküsü vardır. Bu türkü karanlıklara ışık düşürüyor, ama kimseyi yaralamıyor; kulaklarda hoş tınılar bıraksa da kimseye hasret yaşatmıyor.

Öyle inanıyoruz ki; yüzünü Rabbine çevirmiş, O'nun rızasından başka bir maksat edinmemiş bu insan modeliyle inşa edilen bir gelecekte; eşyanın, börtü-böceğin hukuku çiğnenmeyecek, savaşlar çıkarılmayacak, haklı olan kazanacak, insan yeniden gülümseyecek, gönüller sürekli hürmet ve saygı soluklayacaktır.

Sevgiye selam olsun! Selam olsun sevgiyi büyütenlere, sevginin yanında yer alanlara...