Yerin Altı da Bekliyor, Üstü de!
Bazı beldelerin bağrında, Yahya Kemâl'in anlatımıyla, bir "âsûde bahar ülkesi" olan berzah âleminde, Dîn-i Mübîn-i İslâm'ın gül devrinin iştiyâkıyla subh-i kıyâmeti bekleyen bir kısım hak dostları vardır ki, onlar, oraların mânevî sâhipleri, dinamikleri ve o şehirlerle özdeşleşmiş tapu senetleridirler.
İstanbul'da Eyüp Sultan Hazretleri; Ankara'da Hacı Bayram-ı Velî; Konya'da Hz. Mevlânâ; Bursa'da Hz. Üftâde… bu yiğitlerden sadece birkaçıdır. O şehirlerde bulunan ehl-i hizmet insanlar, çoğu zaman buralara uğrar, onların mânevî himmet, irşât ve işâretlerinden istifâde etmeye çalışır ve onların zaman-üstü soluklarını yakalamaya özen gösterirler. Zîra buralardaki mâneviyât büyükleriyle, günümüzün fedâkâr hizmet erlerinin hayatlarının anlam ve gâyesini oluşturan güzellikler arasında, muhakkak ki çok büyük bir irtibat vardır. Onlar bir yönüyle bu hizmetlere muzâhir, teşvikçi, alkışlayıcı ve dâvet edici konumundadırlar.
Şehirleri temsil eden böyle başyüceler olduğu gibi, ülkeleri ve hattâ kıt'aları besleyen daha başka aşkın şahsiyetler ve himmet erleri de vardır. Hindistan deyince meselâ İmâm-ı Rabbânî'yi (ra) hatırlamamak mümkün mü! Orta Asya ve bir baştan bir başa Türk dünyası denince, Ahmed Yesevî'yi (ra) anmamak olur mu! Ancak bizler, o güzel insanların, genelde meşhurlarını tanırız. Meselâ, Hindistan'da öncelikle İmâm-ı Rabbânî'yi biliriz! Fakat o coğrafyaların bağrında, bizim az bildiğimiz, ya da hiç tanımadığımız, ancak kendilerini bize bir şekilde ihsas ettiren nice gönül erleri de mevcuttur. Bu meyanda, eğitim elçilerimizin başından geçen ilginç bir iki olayı aktarmak isterim.
Öğretmen İsteniyor!
Büyük bir ülkenin, bir eyâletinin başı, bir devlet büyüğü. Oradaki eğitim elçilerimiz tarafından Türkiye'ye, İstanbul'daki gözümüzün nuru eğitim müesseselerine, Eyüp Sultan Hazretlerine bir gezi düzenlenir. Bu zat, buralardaki faaliyetleri, esnafımızın fedâkârlığını ve daha başka hizmetleri hakkalyakîn yerinde müşâhede eder. O zat, gezip gördüklerinden çok etkilenir; bu yüzden kendi memleketine dönünce, “acaba ben neler yapabilirim, kendi konumumun hakkını nasıl verebilirim” diyerek, birtakım fikir teâtîlerinde bulunur. Birgün arkadaşlarımızı alır, 5-6 saat yolculuktan sonra farklı bir şehre getirir. Orada 670 kişilik bir okulu gezdirir. Sonunda, “Bu okulu size teslim edeceğiz. Öğretmen maaşlarını biz vereceğiz; her masrafı üstleniyoruz. Türkiye'deki o seçkin öğretmenlerinizden göndereceksiniz, onlar burada rehberlik yapacaklar!” der. Bunun üzerine arkadaşlarımız, bu meseleyi bir istişâre etmemiz lâzım, derler. Öyle ya, ileri düzeyde yabancı dil bilen müsâit öğretmen sıkıntısı vardır. Bu yirmi öğretmeni bulmak biraz zor olacaktır. Vermeyi düşündüğü bu okulun yüzde yetmişi putperest, gerisi de müslüman öğerencilerden oluşmaktadır. Devlet büyüğü, arkadaşlarımızdan, bu meseleyi âcilen çözmelerini ister. Böyle bir çalışma, belki onu, siyâsî hayatında sıkıntıya sokacaktır ama, o, bunu zaruret derecesinde önemli bir iş görmektedir. Bu şekilde sözleşip ayrılırlar. On beş gün sonra tekrar gelir, yetkililerle tekrar görüşür. Ancak henüz cevâb-ı sevâp alamamış, mesele henüz halledilememiştir. Bunun üzerine bu aşklı şevkli zat, kızıp sitem edecektir. Hattâ işi daha da ileri götürüp, vizelerin iptaliyle tehdit edecektir. Çünkü, o eyâletteki bütün öğretmenlerin vizeleri, ondan sorulmaktadır. Bunu yapabilir de. Ama biraz daha müsâade eder. Ancak problem devam etmektedir. Çünkü, dünyanın değişik yerlerindeki taleplerden dolayı, yetişmiş öğretmen sıkıntısı vardır. Sonunda iş tatlıya bağlanır. Türkiye'den hizmet için oralara gidecek öğretmenlerin ayarlanması adına birkaç ay daha müsâade istenerek, anlaşmaya varılır. Yetkililerden edindiğimiz bilgiye göre, öğretmenlerimiz, yakın zamanda oraya gidip, eğitim faaliyetlerine inşallah başlayacaklar. Görüyorsunuz, yerin üstü, fedâkâr eğitim elçilerimizi iştiyâkla bekliyor.
Gönül Erleri, Günümüz Hizmet Erlerini Çağırıyor!
Sinesi pak ve duru bir eğitim elçimiz, rüyâ görür. Rüyasında sarıklı muhterem bir zat, “Beni unuttunuz, beni tanımıyorsunuz, ben de sizi istiyorum, sizi buralara getirmek için mürâcaat ediyorum!” demektedir. Evet bu zat, abimizin rüyâlarında defâatle görünüp, “beni ihmâl ettiniz!” diye yakınmaktadır. Arkadaşımız, anlam veremediği bu olay üzerine, durumu oradaki abilerine nakleder. Abilerimiz, tabii öncelikle bu zatın kim olduğunu merak ediyorlar, ancak tam olarak da kestiremiyorlar. Kimi ihmâl ettik acaba, diyerekten, önemli türbelere gidip dua dua yalvarıyor, Yâsîn-i şerîf okuyorlar. Âdetâ bir “dinler arenası” olan bu yerlerde, türbelerle ilgili âdetler de şirke varan ölçülerdedir. Mezarlarda yapılıp edilen şeyler tiksinti uyaracak türdendir. Türbe ziyaretleri âdetâ putperestlikle aynı ölçülerdedir. Çoğu şeyin aslı faslı çoktan bozulmuştur. Meselâ müslümanlar da vardır, ama bazıları namaz bile kılmazlar, ancak, delicesine zikir yaparlar… Her neyse, arkadaşlarımız değişik türbelere gidip dua dua yalvarıyor, bu rüyalarda defâatle görülen meçhul zatın kim olduğunu tesbit etmeye çalışıyorlar. O türbeye gidip Kur'ân okuyor, bu türbeye gidip dua ediliyor… Ama abimiz, aynı rüyâyı hâlâ görmektedir. Her defasında da Hazret, “Beni ihmal ettiniz, beni yalnız bıraktınız, beni küfürbaz sihlerin arasında garip perişân ettiniz, buralarda sadece filânca zatlar mı var, ben de varım!” diyerekten sitemini bildirmektedir. Hattâ bir keresinde bu eğitim elçimiz, rüyada ciddi ciddi hırpalanır!
İşin sonunda bu zatın meçhûl biri olmadığı, aksine pek meşhur biri olduğu anlaşılacaktır ama bunun için biraz zaman geçecektir. Evet, aramışlar sormuşlar ve başka bir şehirde büyük bir zatın yatmakta olduğunu öğrenmişlerdir. Bu zat, Muînüddîn'den başkası değildir. Belli ki oralarda, hizmet ve ziyâret adına ihmal edilmiştir. Çünkü, o bölge ve özellikle o Hazret'in türbesi ziyâret edilip Kur'ân okununca, kardeşimiz bir müddet bu tür rüyaları görmez olmuştur. Aradan zaman geçer. Bu zat yine kardeşimizin rüyalarına teşrif etmeye başlar. Bu sefer, memnûniyetini izhar eder ama, bir taraftan da ziyâretin ötesinde, arkadaşlarımızdan daha başka şeyler de beklemektedir; “Bana falanca öğretmeni, daha başka bir de şunları bulup gönderin!” diye şaşırtıcı bir şekilde açıktan açığa işârette bulunmaktadır. Evet, eğitim faaliyetlerinin henüz ulaş(a)madığı o bölgede okul yapılması istenmekte, ve: “Diğer yerlere gönderdiğiniz, fiziğe kimyaya Allah dedirten öğretmenlerinizin aynılarından bana da gönderin!” denmektedir.
Sonunda, âhirzamanın kızıl kıyâmetine bir yağmur tanesi gibi düşen yağmur topluluğun fertleri, eğitim gönüllülerimiz, işâret edilen yere de hizmet götürmeye, oralara da el uzatmaya, rüyâlarda yeniden istenen öğretmenleri göndermeye karar verirler ve bunu gerçekleştirirler. Tabii asırlardır bekleyen, karanlık ruhların çizmeleri altında inim inim inleyen o zatın da gönlünü almış olurlar. Artık kardeşimiz de rüyâlardaki fırçalardan kurtulmuştur. Epey zaman sonra, bu olup bitenlerden haberdâr olmayan, Hızır-misâl bir zat, bir rüyâ görür. Rüyasını gelip kardeşlerimizden birine aktarır. Der ki: “Rüyamda, Hz. Muînüddîn'i gördüm, sizlere selâmı var; gönderdiğiniz adamlar istenen yere ulaşmışlar; artık herhangi bir problem kalmamış!”
Evet, Mesele Anlaşılmıştır!
Evet, anlaşılmıştır, yerin altı da bu güzel insanları beklemektedir, üstü de. Anlaşılmıştır, tek çaremiz adam yetiştirmek ve “ben acele ettim kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” diyerek asırlardır bu günleri intizâr eden çilekeş ruhları daha fazla bekletmeden, onları, bari bir buket çiçekle kabirlerinde sevindirmek gerekmektedir. Evet anlaşılmıştır, bu mesele Allah'ın dâvâsıdır, bunun önünde hiçbir beşerî güç duramayacaktır. Evet anlaşılmıştır, bu güzelliklerin şehitlerle, toprağın altındaki yiğitlerle çok büyük bir irtibatı vardır. Evet anlaşılmıştır, Asrın Dertlisi Hz. Üstad'ın, “Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve İmâm-ı Rabbânî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiye'nin takviyesine sarf edeceklerdi.” buyruğu. Anlaşılmıştır, nefsimizin cümleden ednâ, hizmetlerin de cümleden a'lâ olduğu hususu. Anlaşılmıştır, “Muînüddîn” kelimesi, “dinin yardımcısı ve hizmetkârı” demektir. Adıyla tamâmen bütünleşmiş bu zat, asrın Muînüddînlerini iştiyâkla beklemektedir. Hayatında-memâtında hep çağrılar, dâvetler, görünüp himmet etmeleriyle meşhûr olan bu zât, günümüzün çilekeş hizmet insanlarına da bir selâm çakmış, onları yanına, hizmet için dâvet etmiştir. Kimbilir hangi mekânlarda, hangi toprağın altında, daha başka hangi ölümsüz ruhlar, kaç zamandır bu güzel insanları, eğitim gönüllülerini çağırmakta ve beklemektedirler.
Ey Günümüzün Ebû Bekirleri, Muînüddînleri!
Ey günümüzün Ebû Bekir timsâli esnafları, Hz. Muînüddîn misâl muhâcir öğretmenleri, çalışanları, mühendisleri! Şahıslar farklı olsa da, aslında çağrılan sensin. Senin ayağa kalkman, himmetini “dünya ve mâfîhâ”ya değil, sadece ve sadece Allah yoluna sarfetmen beklenmektedir. “Çok sıkıyor, pek sıkıştırıyorsunuz; ülkenin durumu da zaten belli, lütfen biraz…!” filan demeyin ne olursunuz! Görüyorsunuz, beklemeye mühlet ve tahammül var mı! Hadi biz beklesek, acaba onlar bekleyecek mi! İmâm-ı Rabbânî'ler bize zaman tanıyacak mı! Zannetmiyorum. Bekleyenlerin tahammülü yok. Bizim ayağa kalkmamızı ve üzerimizdeki ölü toprağını atıp, kendimize gelmemizi bekliyorlar. Dünyâ-âhiret adına kurtuluşumuz da zaten buna bağlıdır. Âhiret'te, o çetin günlerde bu büyük zâtları şefâatçi ve muzâhir olarak yanımızda görmek istiyorsak, birazcık halden dilden anlamalı ve ne yapıp edip acele etmeli, utana sıkıla kapımıza gelen ve bize derdini şerhetmeye, dil dökmeye çalışan hizmet erlerini daha fazla yormamalıyız!
- tarihinde hazırlandı.