Vefa, yamaçlarımızın gülü mü?
"Bir düşünceye gönül mü verdin; bir ideale mi bağlandın; varıp biriyle dostluk mu kurdun, gel! Diriğ etmeden ver canını o uğurda, servetin yağma olup gitsin. Fakat vefalı ol! Zira Hak katında da halk katında da en çok itibar gören vefa ve vefalılardır." Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, 'Buhranlar Anaforunda İnsan' kitabında vefayı anlatırken kurduğu bu cümleler, manasını unuttuğumuz bir duygunun önemini anlatıyor. Günlük yaşamımızda, işyerimizde, dostlar arasında, "sevgiyi sürdürmek, dostluğun devamı için gayret etmek, bağlılık" anlamlarını ifade eden vefa duygusunu artık yanımızda taşımıyoruz maalesef. Akrabalarımız uzaktaki yakınlarımız oldu. Arkadaşlarımız 'eski bir dost'. Çoklarımız bir zamanlar teşrik-i mesaide bulunduğumuz tanıdıklara selam vermeyi ihmal edebiliyor yahut herhangi bir ortamda karşı karşıya gelindiğinde hal hatır sormayı kendine yük görebiliyor artık. Bir de karşılaşma imkânımız olmayan ahbaplarımız var. Yakınındakilerle bir çift güzel laf edebilmeye erinen bizler; onları hiç hatırımıza getirmiyor, adlarını mevzu bahis dahi etmiyoruz. On yıllık kapı komşumuzu, üniversite yurdundaki oda arkadaşımızı, hatta dostluk-yarenlik kurduklarımızı gün geliyor hiç tanımamışız gibi davranıyoruz. Bahanelerimiz de hazır: "Arada kilometreler var ya da görüşme imkanımız yok." Bu hareket aslında hatıraları yok, yaşadığımız yılları ise hiç saymak gibi bir şey. Hangimiz eş-dost ile çektirdiğimiz fotoğrafları, yıllar sonra "Artık lazım değil." diye yırtar atar? Hiçbirimiz, değil mi? Belki fotoğrafları yakıp atmıyoruz ama onlara karşı olan muhabbetimizi sürdürmeyerek, biz onları zaten insan olarak yırtıp atmış oluyoruz. Adeta yabancılaşıyoruz ömrümüze. Geçmişi hiç yaşanmamış gibi görmeye başlıyoruz. Az çok birlikteliğimiz olanlar, bir paylaşımda bulunduklarımız da anlatmak istediği belli olmayan bir kara kalem çiziğine dönüşüveriyor belleğimizde.
"Bu durumdan şikâyetçi değil miyiz?" sorusu gelip düğümleniyor bir yerlerde. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, evet, şikâyetçiydik. Vefasızlıktan yakınır, vefasız olanlara "Nedir bu halin sebebi?" diye sorardık. Fakat zamanla bu hissiyatımızı da yitirdik. Hastanede yatan bir tanıdığa 'geçmiş olsun'a gittiğimiz günleri, siyah-beyaz televizyonları sattığımız hurdacılara verdik sanki. Kandillerde, bayramlarda birbirimizin yüzünü gülümsetmek için attığımız toplu mesajlar bile yavaş yavaş 'tedavülden' kalkmaya başladı. Halbuki Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Abdülhakim Yüce'ye göre, vefa müminin bir vasfı iken vefasızlık da şeytanın gayyasına düştüğü bir kuyu.
Allah'a vefalı olan yaratılana da vefalı olur
Vefanın hem Kur'an-ı Kerim'de hem de hadis-i şeriflerde sıkça vurgulandığını söyleyen Prof. Dr. Abdülhakim Yüce, Bakara Sûresi 177. ayeti örnek veriyor. Orada Allah'ın önce yaratana sonra da yaratılana karşı olan sevgiye sebat etmeyi başta peygamberler olmak üzere seçkin kişilerin özellikleri arasında zikrettiğine dikkatlerimizi çekiyor. Nitekim vefanın, dinde böylesine bir kıymete layık görülmesinin bir sebebi var. Abdülhakim Yüce, buna Ezeli Kelam'da geçen manalar üzerinden açıklık getiriyor. Kur'an'da Allah, kullarından ilk olarak ahidlerine vefa göstermesini istiyor: "Ahde vefa gösterin. Doğrusu, verilen ahidde sorumluluk vardır." (İsra Sûresi) şeklinde işaret ediyor. Burada ahitten kasıt, kalu bela'da ruhların Rabb'e dünyada kulluk yapacaklarına dair verdikleri söz olarak nitelendiriliyor. Zira insanoğlunun dünyaya geldiği günden bu yana, en çok imtihan olduğu şey de bu. Allah'a verdiğimiz sözü unutmuş gibi yaşıyoruz. Kulluğumuzu yaparak, bizi hiçten Var Eden'e, sayısız nimetlerle Yaratan'a sevgimizi ifade eden davranışlarda bulunmuyoruz. Ama O, bizim bu duyarsızlığımıza karşı bile vefasına devam ediyor. Bizleri şu dünya hayatında rızıksız koymuyor. Rabb'imiz, bize olan bağlılığını sadece nimetlerle göstermiyor. O, günahlarımızdan geçip tövbe ile kendisine yöneldiğimizde bizi asla geri çevirmeyeceğini söyleyerek de bizi her daim hatırladığını gösteriyor. Allahu Teala bunun karşılığında, Kur'an-ı Kerim'de kullarından da bunun karşılığını görmek istediğini dile getiriyor. Hatta, kendisine vefa gösteren peygamberlerden örnekler veriyor bizlere rehber olabilmesi adına. Hz. İbrahim'in kıssası bunlardan en önemlileri. Allah, Hz. İbrahim'in sevgideki ısrarını şöyle anlatıyor: "Hakkın dostu ve nebilerin babası Hz. İbrahim, Nemrut'un ateşini göğüslerken de tam bir vefa kahramanıydı. Hz. Cebrail'in yardım teklifini geri çevirirken asıl kudret sahibine vefasızlık yapacağı kaygısındaydı. Bu vefası elbette karşılıksız kalmazdı ve ateş onun için berd-u selam kılındı." (Enbiya Sûresi, 21/69) Allah kullarından vefa isterken, onlara vefalı da davranıyor yani.
Hz. Peygamber vefaşinas biriydi
Dinimiz biz müminlere Peygamber'e, Kitap'a sonra da yaratılanlara vefa göstermemizi emrediyor. Bizim; Efendimiz'i anmamız, O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı doğrultuda bir hayata kapı aralamamız vefanın bir sonucu olarak görülüyor. Abdülhakim Yüce, tam burada hassas bir noktaya yöneltiyor bizi. Ona göre, bunlar vefanın zahiri manaları. Vefa, dinin emrettiği başka hal ve davranışların da yerine getirilmesine vesile olan bir kavram. Çünkü tevbe, samimiyet, muhasebe, sadakat, sebat, sabır, istikamet gibi müminde bulunması gereken hasletler. Bunların aksine vefasızlık ise aldatma, nifak, nankörlük gibi hallerle örtüşüyor. Abdülhakim Yüce, zihinlerdeki yerini sağlamlaştırmak için vefanın batınî manasını bir örnekle izah ediyor: "Kişi birtakım bozulmalardan sonra yeniden asıl duruluğuna dönmek ve özüyle bütünleşmek için tevbe ettiğinde vefalı davranmış oluyor. Gerçeklerin ortaya çıkmasına engel olmaya, onu örtbas etmeye çalıştığında ise hak ve hakikate karşı vefasızlık etmiş kabul ediliyor." Kısacası vefa sadece sevgiyi ifade eden bir kavram olmanın yanı sıra insana başka güzel davranışları da kazandıran bir duygu. Hatta sevap kazandıracak bir ibadet. Çünkü hedefinde, gönülleri Yaradan'dan ötürü hoş tutma var.
Bu zaviyeden değerlendirildiğinde dostlukta sebat etmek sevgiyi sürdürmek ve bağlılık, dinimizin biz Müslümanlara karşılıklı ilişki ve davranışlarımızda kullanmamız için sunduğu bir ölçü. Prof. Dr. Abdülhakim Yüce'ye göre kişi bu ölçü ile Rabb'ini, Kitap'ını, Peygamber'ini unutmadan yaşayabileceği gibi çevresindekilere de aynı tutumla davranıp gönülleri hoş edebilir. Nitekim Hz. İbrahim gibi bir vefa abidesi olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hayatının her anında, bu hasletin ilişkilerimize yön gösterecek pusula olduğunu vurguluyor.
O, Rabb'ine olduğu gibi çevresindekilere de vefaşinas davranıyor. Zira yaşantısı, dostlarına gösterdiği vefa örnekleriyle dolu. Öyle ki vefat eden dostlarının dostlarına dahi bu yönde bir kadirşinaslıkta bulunmayı ihmal etmiyor. Hz. Aişe, Resûlullah'ın bu tavrını, "Bir gün bir kadın geldi yanına. Ona saygı gösterip hayli ikramlarda bulundu. Kadın gidince sebebini sordum. Buyurdular ki: 'Bu kadın Hatice'nin sağlığında bize gelir giderdi.' Ey Aişe, ahde vefa imandandır." şeklinde aktarıyor. Aişe Validemiz'in anlattığı bu olay, günümüz bakışaçısı ile değerlendirildiğinde hayli manidar. Daha önce de söylediğimiz gibi, biz bugün bırakın akrabalarımızı aynı evi paylaştığımız ailemizi dahi yeteri kadar düşünmekten aciziz maalesef.
Abdülhakim Yüce, Peygamber Efendimiz'in sadece eş, dost, ahbap, akraba değil, taşa toprağa bile aynı hassasiyeti gösterdiğini örnek vererek anlatıyor: "Efendimiz hatırası olan her şeyi yâd etme gibi zarif bir ruha sahipti. Doğup büyüdüğü Mekke'yi özler anardı. Sık sık Uhud'a uğrar ilk konağı olan Kuba'yı ziyaret ederdi. Çünkü Kuba, Mekke'den ayrıldıktan sonra O'na sinesini açıp 'bende kalabilirsin' diyen yerdi. Medine'nin Mezarlığı, Cennetül Baki'ye gidip oradakilere selam verip dua etmeyi de ihmal etmezdi rivayetlere göre." Yüce Beyan'da O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hali, "Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki, zahmete uğramanız O'na ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli pek merhametlidir." şeklinde zikrediliyor. (Tevbe Sûresi, 9/128)
Allah ve Peygamber'den sonra anne-babaya vefa
Allah Resûlü, kendisine karşı yapılan iyiliklere de vefa ile mukabelede bulunuyor. Mesela Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe'nin bir süreliğine kendisini emzirmiş olmasını hiç unutmamış, içtiği sütün hatırına ona hep hürmet göstermiş. Hicretten sonra bile Süveybe'ye Medine'den hediyeler gönderip, ihtiyacı olup olmadığını sordurmuş. Sonra Habeş Kralı Necaşi'nin inananlara yardım elini uzatmasını hiçbir zaman hatırından çıkarmamış ve Necaşi vefat ettiğinde "Bugün salih bir kardeş vefat etti." diyerek gıyabi cenaze namazını kılmış. Yine, bir dostluk örneği gösterip Necaşi'nin oğlu Medine'ye geldiğinde ona bizzat kendisi hizmet etmiş ve "Onlar benim ashabıma güzel davranıp, barındırdı; bugün de ben onlara hizmet edeceğim." demiş. Bunlar Nebiler Serveri'nin gösterdiği vefa misallerinden sadece birkaçı.
O (sallallahu aleyhi ve sellem), eşe, aileye ve dostlara gösterilmesi gereken vefa içinde inananlara bir Rehnüma'dır (yol gösterici). Anne-babanın Allah ve kendisinden sonra vefa gösterilmesi gerekenlerin başında geldiğine işaret eder ve hadis-i şeriflerinde ümmetine ebeveynlerine karşı vefalı olmalarını buyurur. Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadise göre, bir adam Kainatın Fahrına gelerek, "Ey Allah'ın Resûlü anne-babamın vefatlarından sonra benim üzerimde bir hakları kaldı mı?" şeklinde bir soru sorar. Peygamber Efendimiz, "Evet. Üzerinde dört hakları vardır. Birincisi onlara dua etmek ve bağışlanmalarını dilemek. İkincisi vasiyetlerini yerine getirmek, üçüncüsü onlar yoluyla sana akraba olan kişilerle akrabalık bağlarını koparmamak, dördüncüsü ise onların dost ve arkadaşlarına ikramda kusur etmemek." cevabını verir.
Kur'an-ı Kerim'de de Allah, anne-babaya karşı vefalı olunmasını açık açık dile getiriyor: "Hem bana hem de anne-babana şükret, unutma ki sonunda Bana döneceksiniz." (Lokman, 31/14) Bir diğer ayet-i kerimede, "Şefkatle, tevazu ile kol kanat ger onlara ve şöyle dua et: 'Ya Rabb'î, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, mükâfat olarak Sen de onlara merhamet buyur!" (İsra, 17/24) buyruluyor.
İşte tüm bu örnekler ekseninde bizlere vefayı, sinelerimizdeki hakiki yerine yeniden koymak düşüyor. Çünkü İslamiyet'e göre, ancak o zaman Müslümanlar arasında arzu edilen uhuvvet sağlanmış olur ve nifağın önüne set çekilebilir. Hatta başka inançlara sahip kişilere bile Efendimiz'in vefabilir tavrı ile yaklaşmak insanlığı dünyanın içinde bulunduğu buhrandan çıkarmaya ortam hazırlayacaktır. Bunun için ilk olarak Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 'Buhranlar Anaforunda İnsan' kitabındaki duasına amin demeye ne dersiniz: "Ah vefa nerede kaldın! Ey bir vefa düşüncesiyle sözleştiği yerde günlerce kıpırdamadan bekleyen vefalı dostlar! Neredesiniz ruhuyla bütünleşmiş vefa timsali er oğlu erler! Neredesiniz bir vefa uğruna harab olup, turab olup gidenler ve çok bereketli bir devrin ak alınlı insanları. Kalkın, girin ruhlarımıza. Kamçılayın hayallerimizi ve boşaltın vefa adına ne taşıyorsanız hepsini sinelerimize..."
- tarihinde hazırlandı.