Marifet karşısında akıl âmâ olur

Marifet ehli, göz kapaklarını ve kalp kapılarını Allah'tan başkasına açmaz. Gerçek ârif, gözlerinin içine başka hayalin girmesine bile razı olmaz. Bu noktada Efendiler Efendisi'nin (sallallahu aleyhi ve sellem) "Ey Maruf, Seni hakkıyla tanıyıp bilemedik." beyanı, Yaradan'ı hakkıyla bilmenin ne demek olduğunu düşünmemizi sağlıyor.

Necip Fazıl, 'Aynadaki Yalan' romanında çeşitli bunalımlar yaşayan, kendini hesaba çeken, sahte ilişkilerden yüz çeviren ve sonunda hakikate ulaşan bir gencin hikâyesini anlatır. Üniversitede felsefe asistanı olan Naci ismindeki karakter, marifete (Allah'ı bilme) öyle bir ulaşır ki adeta Rabb'inde kaybolur ve bunu "Boş konuşuyoruz boş. Bütün bir ömür içinde söylediğimiz bir milyon kere bir milyon laf, arayıp da bulamadığımız tek cümle için... Arayıp bulamadığımız, arayıp da bulur gibi olduğumuz, bulur gibi olup da yine elden kaçırdığımız, elden kaçırıp da tekrar bulur gibi olduğumuz, tekrar bulur gibi olup da artık aramaya lüzum görmediğimiz tek cümle için... O cümle nedir, o cümle? Ben o cümleyi bilmiyorum. Fakat bütün mevcutlarla beraber, bütün cümlelerin içinde eridiği ve yok olduğu tek bir kelime biliyorum. Her an söyleyip de hiçbir an hakikatine yaklaşamadığımız ve yaklaşamayacağımız tek kelime: Allah." sözleriyle ifade eder. Naci'nin aklı zaman zaman tükenme noktasına gelir gelmesine ama bir müddet sonra kalp gözüyle bakmaya başlar her şeye. Önce muhabbetullahı (Allah'ın kemal ve cemalini idrak etme), sonra marifetullahı (Allah'ın vücûd ve vahdaniyetini bilme) bulur ve İlahî aşka yelken açar.

Roman deyip geçmemek gerek. Zira daha niceleri bu kahraman gibi Hak yolundaki basamakları tek tek çıkıyor ve Rabb'inden gelen huzuru her an solukluyor. Melekleri kıskandıran bu insanların yanı sıra dünya telaşına kapılıp yaratılış amacını unutanlar da söz konusu tabii. "İman ediyoruz ya!" havasına kapılan da var, "Dinin emirlerini zaten biliyoruz." deyip ülfet içinde boğulan da. Bizi Hakk'a götüren yolları kendi ellerimizle kapatıyoruz aslında.

Mevlâ'nın "Ben gizli bir hazineydim; bilinmeyi istedim ve bunun için mahlûkatı yarattım." fermanı, marifet ufkumuzu yükseltecek bilgi peşinde koşmamız gerektiğini salık veriyor. Yani Hak yolunun yolcusu olmaya niyetlenenlerin, marifet yamaçlarına tırmanması gerekiyor. Zira Bediüzzaman Said Nursî'nin ifadesiyle insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullah. "Bizi bu denli âlâ bir makama ulaştıracak olan bilginin ilimden farkı ne?" diye sorarsanız hemen söyleyelim. İlim; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebat (kazanılan bilgi) olmasına karşın marifet; tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle ulaşılan 'ilmin özü' anlamını taşıyor. İlimle akıl aydınlanıyor aydınlanmasına ama öğrenilen her bilgi kalbe yansımayabiliyor. Örneğin namaz kılmanın farz olduğunu adı gibi bilen kişi, bu emri yerine getirmeyip lakayt davranabiliyor. Bu durum onun ilmiyle amel etmediğini gösteriyor. "Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah'ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!" (Casiye, 45/23) ayet-i kerimesindeki hal, ilmiyle amel etmeyenlere işaret ediyor. Ayette belirtilen 'kendi heva ve hevesini ilah edinen' kimse, bilgiyi nefsinin emrine verdiğinden marifetten fersah fersah uzaklaşıyor.

Bu konuda İmam Gazâlî'ye kulak vermekte fayda var. Zira o, 'Minhâcu'l-Âbidîn' adlı eserinde, Allah ile vuslata giden yolda ilmin gerekli olduğunu anlatıyor. Bu yolda kulun birtakım afetlere uğradığını belirtirken bu afetlerden birinin 'irfandan yoksun ilim' olduğunu vurguluyor. Kısacası bu iki değer atbaşı götürülmeli ki ilmin de marifetin de kıymeti tecelli etsin. "En iyisi çok şey öğrenmemek ve sorumluluk altına girmemek" şeklinde bir düşünceye kapılabilirsiniz. Oysa "Kanunu bilmemek mazeret değildir." evrensel prensibi kapsamında dinin emir ve yasaklarını bilmemek de bahane olarak öne sürülemez.

İlimdeki şahsî haz

Bugünün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî haz, maddî refah ve rahatı itibarıyla alâka duyuyor ne yazık ki. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürüyor. İşte çoğalan bu insan tipi, gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmıyor. Ağyara kapanan, nefsanîliğe karşı gerilime geçen ve kendini huzurun gel-gitlerine salan marifet noktasındaki insan ise adeta Rabb'ini temaşa ediyor.

Mutasavvıflara göre marifetin dereceleri bulunuyor. 'Muhadara' denilen ilk safhada zikir kuvveti, kalbi istila ediyor ve kalp huzura eriyor. 'Mükaşefe' adı verilen ikinci safhada kula gaybla ilgili perdeler açılıyor. 'Müşahede' denilen üçüncü safhada ise tecelli nurları kalbe akıyor, benlik yok olurken Hak var oluyor. Bu durum şimşeğin çakmasıyla örneklendiriliyor. Ara sıra çakan şimşek muhadaraya, sık sık çakan şimşek mükaşefeye, geceyi gündüze çevirircesine çakan şimşekler ise müşahedeye benzetiliyor. Marifetin yakînle de ilişkisi var elbette. Marifetin dereceleri sırasıyla ilme'l-yakin, ayne'l-yakin, hakka'l-yakinle özdeşleştiriliyor. Zira ilmel-yakin, 'bilmek', aynel-yakin, 'bulmak', hakkâl-yakin ise 'olmak'tır. Hatta Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifadesiyle yakîn bir bakıma, marifetten sonra geliyor.

Hocaefendi'ye göre yakîn bir arayıştır. Mütenahi insanın Nâmütenahi'yi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nûrânidir. Vicdanına durmadan varidat yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semâvî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril'in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Çünkü o, ötelerden gelen esintilere her daim sinesinin coşkunluğu ile mukabele eder.

Hocaefendi'ye göre marifet sahibi bir insan ilk olarak Allah'ı bol bol zikrediyor, imanını artırıyor, teslimiyeti yakalıyor ve tevekküle doğru kanatlanıyor. Daha sonra emir ve yasaklar karşısında büyük bir hassasiyet gösteriyor. Son olarak ise o marifet, kişinin şahsıyla bütünleşiyor. Böyle kimseler Allah'ın dellâlı ve şâhidi oluyor. Onların kıyamında ve secdesinde hep Allah tecellî ediyor.

Kur'an, marifet dersi veriyor

Allah'ın mukaddes zatını bilmek beşerin idrak sahası dışında kalsa da Mevlâ, Ezelî Kelamı'nda mümine daima marifet dersleri veriyor. Risale-i Nur alanında çeşitli çalışmalara imza atan yazar Prof. Dr. Alaaddin Başar, Kur'an'ın besmeleyle başlamasında bile marifet olduğunu ifade ediyor. Zira Allah, besmeleyle Rahman ve Rahim olduğunu bildiriyor. Sonrasında gelen "Yaratan Rabb'inin adıyla oku!" emriyle Allah Resûlü'ne ve O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) şahsında da bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri veriyor. Biz bu emirdeki Rab isminden dersimizi alarak, öncelikle kendimizde tecelli eden İlâhî terbiyeyi okuyoruz. Okudukça Cenâb-ı Hakk'ın terbiye ediciliği ve rahmetine olan bilgimiz artıyor. Devam eden ayette nutfeden yaratıldığımızı ibretle düşünüyoruz. Bizi her şeyimizle o küçücük şifreye yerleştiren ve onu açıp her organımızı yerli yerine koyan Rabb'imizin lütfuna, rahmetine hayran kalıyoruz. Rab ismi üzerindeki bu düşüncelerimiz, bizi Fatiha Sûresi'ne götürüyor. Bu kez Yaradan'ı 'Rabb-ül-âlemin' olarak tanıyoruz. Zira O, Âlemlerin Rabb'i. Bunları düşündükçe, marifet ufkunda daha da ilerliyoruz. Sadece bu ayetlerle değil, her bir kelamda bir nebze daha Rabb'e yaklaşıyoruz.

Kalbî hayatı ihmale uğratan ilmin fayda sağlamayacağı ortada. Ancak akla hitap eden ilimle kalbe hitap eden marifet bir olursa Ballar Balı'nı bulmak mümkün olur. O'nu (cc) bulan da kovanın yağmalanmasına aldırış etmez. Yeter ki Yaradan'ımızı hakkıyla bilme gayretinde olalım ve marifet basamaklarını bir bir aşmaya niyet edelim.