Faydasız ilimden Allah'a sığınırım
Zeyd ibni Erkam (ra) Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) değişik dualarını rivayet ederken, şu duayı da zikrediyor: "Faydasız ilimden, ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten ve kabul olunmayan duadan sana sığınırım." Hadiste zikredilenlerin hepsi ayrı ayrı ele alınabilecek enginlikte ifadeler: "Faydasız ilim", "ürpermeyen gönül", "doyma bilmeyen nefis" ve "kabul olunmayan dua"... Ama biz bu seferlik ilim üzerine odaklanalım istedik. Çünkü faydasız ilim, yalnızca "fayda vermeyecek şeyleri bilme" değil, aynı zamanda ilmin fayda vermeyeceği 'hâli' de anlatıyor. Yani aslında, üzerinde düşünmemiz gereken iki husus var: Birincisi ilmin, ikincisi de faydasız ilmin ne olduğu.
Bu sorulara cevap ararken evvela ilimle ilgili önyargıları kıran, pozitif bilimin de Allah'ı bilmede ve marifetullahta derinleşmede önemli bir mecra olduğunu duyuran Bediüzzaman Said Nursî'nin yaklaşımına bakmak gerek. Kastamonu'da lise talebelerinin Üstad'a sorduğu sual, 'faydasız ilim'le ilgili dönemin algısını ortaya koyuyor aslına bakarsanız. Talebeler Üstad'a "Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyorlar." diyor. Devrin şartları açısından düşünülürse, bu yanlış tutumun kaynağı liseli gençler değil elbette. Zira söz konusu dönem, okula gitmenin, ilim öğrenmenin 'kafa bulandıracağı', 'imandan şüpheye düşüreceği' anlayışının hâkim olduğu bir zaman. Bu yüzden sadece böyle düşünenler değil, aynı zamanda böyle düşündüren hadiseler de yaşanıyor. Bediüzzaman ise meseleye bamtelinden yaklaşıyor ve "Muallimlerinizi değil, o fenlerin anlattığı hakikati dinleyin" diyerek, asıl perspektifi belirliyor. İlimlerin, 'lisan-ı mahsusa'larıyla, aslında Allah'a, yani Sanatkâr'a işaret ettiklerini anlatıyor. Bu açıdan düşünülebilir ki, her ilim, Allah'ın sanatını, icraatini anlamakta insana rahatlıkla hizmet edebilir. Neticede kainatı, o kainat içindeki maddelerin iç dünyalarını ve birbirleriyle münasebetlerini, insanın biyolojik ya da psikolojik özelliklerini öğrenmek, o mekanizmaların Yaratıcısı'nı da bilmeye yarayacaktır. Dünyalık işlerin daha hızlı görülebilmesi, dünyevî meselelerde zahmetin azalması da yine, insanı daha fazla tefekküre ve ibadete ya da hayırlı işlere sevk edebilir. Ancak pratikte her zaman böyle oluyor mu derseniz, ne yazık ki cevabımız hayır.
'Bilimsel bilgi' denilen şey, elde ediliş biçimi açısından, zâhiri olana odaklanır, duyu organlarının erişebildiği bir görünür alanı kapsar. Bu sebeple bilim ya da ilim, görünen/duyulan şeye dair bir bilgi sunar insana. Çünkü insan, göremediği, duyamadığı, yani duyu organlarının sınırının yetişemediği mecralara karşı kördür. Bu çeşit bilim, genel anlamda eşya ve tabiatın işleyişini anlamaya yarar; ancak onun ötesini, metafizik meseleleri, aklen keşfetse ve ruhen sezse bile bilgi düzeyinde ispatlayamaz. Rûm Suresi'nde bu bilgiye saplanıp kalanlar şöyle anlatılır: "Onlar, sadece bu dünya hayatının dış yüzünü bilirler, ahiretten ise onlar hep gafildirler." (30/7) Burada bahsedilen kimseler, surenin başında anlatılan Rumların yenildiği savaşı ve sonradan tekrar galip gelecekleri haberini, kendince yorumlayan ve sadece zâhire göre hükmedenler olabilir. Neticede ilim, dünyanın 'dış yüzü' hakkındadır. Bu noktada o, hakikati sadece tek boyutlu kavramanın adıdır ki, bunda takılıp kalmak, 'faydasız ilim' kategorisine girebilir.
Bir diğer ayet-i kerîmede bu noktaya dikkat çekilircesine şöyle deniyor: "Baksana kendi heva ve hevesini ilah edinen, ilmi olduğu halde Allah'ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimsenin haline!.." (Casiye, 45/23) Konuya Üstad'ın vurguladığı pencereden bakılırsa, ilmin ne için kullanıldığına dair bir yorum rahatlıkla getirilebilir. 'Kendi heva ve hevesini ilah edinen' kimse, yalnızca dünyayı bir yüzüyle tanımakla kalmaz, ayrıca o bilgiyi kendi nefanî hissiyatının emrine verir. Allah da onu şaşırtır. Burada kasıt, ilmin bizatihi faydasızlığı değil de, ilmin dahi fayda vermediği bir hâldir. Cum'a Suresi'nde Tevrat okuduğu halde, 'kitap yüklü merkebin hâline' (62/5) benzetilenlerin durumu gibi. İlim, bu ayette bahsi geçen kişilere hiçbir şey katmadığı gibi, üzerlerine bir de yük olur. Tersinden bir yaklaşımla, Fâtır Suresi'nde, kâinatın fennî yanına, Allah'ın icraatının fizik, kimya ve biyoloji gibi ilimlerle öğrenilecek tarafına dikkat çekiliyor: "Kulları içinde ancak âlimler, Allah'ı lâzım geldiği tarzda tazim ederler." (35/28) Ayet, ilmi teşvik etmenin yanında, "Görmüyor musunuz ki?" demek suretiyle, bu 'görünen' ilmin de Allah'ı bilmenin bir boyutu olduğunu, hatta bir adım sonrasında O'nu hakıyla tâzim etmenin, yüceltmenin, tabiri caizse "imanın hakkını vermenin" de ancak bu ilimle olabileceğini söylüyor.
"Kitap yüklü merkep" ifadesinin işaret ettiği daha mühim bir ders ise sadece Tevrat ehlini değil, herkesi kapsayan, 'ilim-amel' birlikteliği. Bir insan ilmiyle amel etmiyor, onu imanına dayanak yapmıyor, topluma bir fayda sağlamak maksadıyla o ilmi kullanmıyorsa, burada 'ilim-amel' dengesinin bozuk olduğu düşünülebilir. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ifadesiyle, Allah'a giden nefisler adedince yol vardır ve bu tali yollardan birisi de, "Ne işimize yarayacak ki?" dediğimiz bir ilim olabilir. Tabii bu, çağımızın hastalığı hâline gelen 'her şeyi bilmek' ya da 'genel kültür' adı altında alakalı alakasız her konuya hâkim olmak gibi yeni zorunlulukları kapsamıyor, denilebilir. Zaten 'ilim' de, Yunus Emre'nin tabiriyle, 'kendini bilmek'te mücessem olmuş bir alan. Tecessüsün, merakın doğru kullanılması halinde, insanın önce zarurî olanı, ardından da bu zarureti besleyecek kaynakları bilmesi beklenir. Bilgi, bu açıdan, bir perspektif kattığı, "kendi olma" meselesinde bir pratiğe kapı araladığı kadarıyla faydalıdır. İnsanın yaşadığı çağı bilmesi, kavminin ve insanlığın tarihini bilmesi, "ulum-u diniye ile fenni medeniye"yi zihninde bir araya getirmesi gerekir. Bu noktada Yunus Emre'den devam edersek, "ilim ilim bilmektir" diyerek, önce ilmin ne olduğunu düşünmekte fayda var.(Kemal Suskun)
- tarihinde hazırlandı.